Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Adiyat: Ateşli Telaşlar Şehri


Mukabele; Kitâb’ın içinde kastedilen hakiki anlama oranla -bizim bu güne kadar anlayabildiğimiz Kitâb’ı- karşılaştırarak bir yerde anlam sağlamasını yaparak okumak ve henüz anlayamadığımız hakiki Kitâb’a bakarak “kitapçıklarımızı” yenilemek gibidir. Gerçek bir mukabele hem bugüne kadar Kitap’tan anladıklarımızın doğru olup olmadığını, hem de buna bağlı olarak yaşadığımız hayatın gerçekten de Kitaplı olup olmadığını sorgulama imkânını verir.
 
Bu Ramazan,  hayatımız bir kez daha sakinleşecek ve bir kez daha durulacak az da olsa.
 
Baştan sona okumalarla hayatı yeniden daha doğru anlamanın ve yaşamanın zamanı olsun.
 
Ah, bozulmasa şu sessizlik. Ateş düşmese yüreklere. Alevli aşklar uyanmasa. Kaldırmasa başını dertler. Yolculuk kösü vurmasa. Ders zili çalmasa. Sızmasa kalbe sızılar. Unutsam beni bekleyen ateş çemberlerini. Ayağıma taş dolaşmasa.

“Dinle, soluk soluğa koşan [şu sözleri]”

Bugün öleceğimi sanmıyorum. Akıbetim hakkında kaygılanmıyorum. Şimdiye dek başkaları öldü, ben sağ kaldım. Bana dokunmadı ecel. Benden uzak ayrılışlar. Bana uğramaz acılar ve ağlayışlar. Gam ve kedere eş olmak sadece şarkılarda var. Gidişattan memnunum. Karnım tok, susuz kalmıyorum. Keyfim yerinde. Ayağım kanamıyor. İşler yolunda.

Bu acele niye? Neden bu velvele? Ne gerek var bunca koşturmaya? Bu ateşli telaş nereden çıktı? Niye yırttın ki sessizliği? Yangın mı çıktı bir yerde? Zelzele mi yaklaşıyor yoksa? Fırtına mı var ufukta? Ölecek biri mi var yine?

Kıvılcımlar saça saça gelen [sözlere vur şu taş kalbini].

Bu telaşlı inişe gerek yok aslında. Bir sorun mu var? Göremiyorum. Boğazı yırtarcasına seslendirilen bu uyarı çığlığının sırası değil bence. Ortada bir felaket yok ki. Gerek yok melek kanatlarını bunca yormaya.  Şehir her zamanki mırıltısında. Caddeler yine kıpır kıpır. Durup dururken gökleri velveleye vermek de neyin nesi? Herkes halinden memnun. Rüzgâr sakin. Gök mavi. Deniz kıpırtısız.  Kendi halinde dönüp duran yerküreyi tutup omuzlarından sarsmanın ne âlemi var? Yerli yerinde duruyor her şey. Can kaybı yok! Hem sonra niye gözlerime bu kadar şiddetli ışık tutuluyor ki? Buradayım. Bir yere gitmedim. Nefes alıyorum işte…

Konuşsun sana sabah vakti [sükuneti]ni basan [bu çağrı].

Havalar hoş. Martılar süzülüyor gökte. Vapurlar zamanında kalkıyor. Kapalı değil hava. Meyveler taşıyor dal uçlarından. Güneş sessizce ufka kayıyor. Nehirler keyifle akıyor. Göller sakin. Borsadan kötü haber gelmiyor. Krizleri atlattık. Savaşlar geride kaldı. Bombalar uzakta patlıyor. Çıt yok. Yapraklar usulca salınıyor. Sakin görünüyor yeryüzü.

Konuşsun sana tozu dumana katan [bu heceler]

Ah, bozulmasa şu sessizlik. Ateş düşmese yüreklere. Alevli aşklar uyanmasa. Kaldırmasa başını dertler. Yolculuk kösü vurmasa. Ders zili çalmasa. Sızmasa kalbe sızılar. Unutsam beni bekleyen ateş çemberlerini. Ayağıma taş dolaşmasa. Değmese tenime uyuttuğum acılar. Pişmanlıklarım yakamı çekiştirmese. “Ah!”larım lâl kesilse. Sussa ayrılık türküleri. Telgrafın tellerine kuşlar konmasa. Boş çerçevelerin hüznü geri dönmese. Bölünmese huzurumun ekmeği. Dağılmasa şu neşe meclisi…

“Topluluğun ortasına dalarcasına [inen sözler]e kulak kesil…” 

Kabirlere gömdüğüm çelişkiler, tereddütler, korkular, hüzünler dirilip ortaya çıkıyor şimdi. Uzaklara attığım acılar gelip yakama yapışıyor. Unutuşlara terk ettiğim sorular alnıma çizgi çizgi kazınıyor. Aynaların yalanları bitti. Döküldü süründüğüm makyajlar, aslımı gördüm.

Kaçmamalıydı huzurum.  Avuçlarım kanamamalıydı. Bu ılık akış kesilmemeliydi. Şu hesap defteri açılmamalıydı. Önüme bu yokuş çıkmamalıydı. Uçurum kenarında işim ne ki! Niye sancılandı ki kalbim? Niye başladı bu titreme? Nasıl oldu da sonu geldi “daha sonra”ların? Bahaneler ne çabuk bitti! Kaçacağım mazeretler niye geçersiz şimdi? Önüme bu soru duvarı niye dikildi ki? “Bana ne!”ler kâr etmiyor artık.

“Ne var ki insan Rabbine pek aldırışsız...”

Kendime aldandım. Tenime acı dokunmayacak sandım. “Böyle gelmiş böyle gidecek” hesabındaydım. Güneşin hep doğacağına inandım. Hazır bulduğum sabahlara yaslandım. Ilık yazlara, kıpırtısız ikindilere, kahkahalı mutluluklara kandım.

“Şahittir bu [aldırışsızlığına] kendisi de…”

Aldırışsız kalabalıklarda, sağır uğultularda, sığ tebessümlerde kayboldum. Susturdum kalbimin ince çığlıklarını. Kestim ağrıyan yanlarımı. Yaralarımın üzerini kapattım. Ölüme uzak köşelerde oyalandım. Olağan akışların boynuna sarıldım. Sessizliklerin gölgesinde uyuyakaldım. Kıpırtısız geçişleri başıma yastık yaptım. Kendi başımayım sandım. Yıkılıp gidenleri, alıp başını gidenleri, eriyip solanları görmezden geldim. Kırılgan zeminlerde yürüdüğümü unuttum. Malımı çoğalttıkça, itibarımı yükselttikçe, sağlam basacağım sandım. Ellerim bile elimden kayarken, burada tutunacağıma inandım.

“Servete pek düşkündür insan...”

Kabirlere gömdüğüm çelişkiler, tereddütler, korkular, hüzünler dirilip ortaya çıkıyor şimdi. Uzaklara attığım acılar gelip yakama yapışıyor. Unutuşlara terk ettiğim sorular alnıma çizgi çizgi kazınıyor. Aynaların yalanları bitti. Döküldü süründüğüm makyajlar, aslımı gördüm. Ters yüz oldu hâlim. Perde arkasındakiler öne geldi. Altı üstüne geldi hayatın. Görünmezler görünür oldu. Göz önünde olanlar gizlendi. Öncelediklerim sona kaldı. Önemsiz bildiklerim önem kazandı. Susturduğum sızılar avaz avaz ses oldu. Yüksek sesle söylediklerim suskunluğa düştü. İçim dışıma döndü.

Vakit o vakittir şimdi. Bugün oldu yarınlarım. Şimdi oldu sonralarım. Geldi çattı akıbetim. Kılıçtan keskin, kıldan ince bir sırat üstünde kala kaldım.

“Elbet Rabbi[m] o gün [beni] bekleyen akıbetin iç yüzünden haberdar[sın Sen].”

İşte ateşli haberini aldım. Sen ne çok merhametlisin ki, kurtulayım diye ateşten Sözünün telaşlı kanatlarını indirirsin üzerime.