Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Dinde Sahabenin Yeri

24 Şubat 2014 Pazartesi Sahabe / Sahabiler


Sahabiler, Kur'ân-ı Kerîm ayetlerinin Rasûlullah (sav) Efendimiz' e inişine şahit oldular; O’nun Allah'ın buyruklarını nasıl anlayıp yorumladığını ve bu ilahi emirleri nasıl yaşayıp uyguladığını bir bir izlediler; dinimizi bizzat Rasûlullah (sav) Efendimiz' den öğrendiler.

Sahabe, bu ümmetin ilk neslidir. Onlar, Rasûl-i Ekrem (sav)’i dünya gözüyle görüp O’na iman eden ve Müslüman olarak Rablerine kavuşan İslam büyükleridir.

Sahabiler, Kur'ân-ı Kerîm ayetlerinin Rasûlullah (sav) Efendimiz'e inişine şahit oldular; O’nun Allah'ın buyruklarını nasıl anlayıp yorumladığını ve bu ilahi emirleri nasıl yaşayıp uyguladığını bir bir izlediler; dinimizi bizzat Rasûlullah (sav) Efendimiz'den öğrendiler. O’nun alemlere rahmet olarak gönderilen mübarek vücuduna elleriyle dokundular; gösterdiği sayısız mucizeyi hayranlıkla izlediler.

İşte bu üstün meziyetleri dolayısıyla biz onlara "şerefli sahabiler" anlamında "ashab-ı kiram" diyoruz. "Seçkin sahabiler" anlamında "sahabe-i güzin" diyoruz.

Onları Allah Teâlâ'nın şerefli ve seçkin yaptığını Rasûlullah (sav) Efendimiz'in şu hadis-i şerifinden öğreniyoruz:

Allah Teâlâ; kulların kalplerine baktı, Muhammed'in kalbini kulların kalplerinin en hayırlısı buldu; onu Kendine ayırdı ve peygamber olarak gönderdi. Muhammed'in kalbinden sonra kullarının kalplerine bir daha baktı, onun ashabının kalplerini kulların kalplerinin en hayırlısı buldu, bunun üzerine onları Peygamber'inin vezirleri yaptı.” [1]

Peygamber'in arkadaşları ve yardımcıları olan ashab-ı kiram imanın zirvesinde idiler. İman ettikleri Peygamber onlara, "Şu dağın ardında cennet var" dese, ona hiç tereddüt etmeden inanırlardı. Nitekim Allah'ın Rasûlü (sav) "Ben bu gece Mekke’den Kudüs'e gittim; oradan da göklere çıktım" dediği zaman, O’nun Mirac'ına tereddüt etmeden inandılar ve bize imanın nasıl bir teslimiyet olduğunu gösterdiler.

Ashab-ı kiram Rasûl-i Ekrem (sav)'in Allah'ın Elçisi olduğunu öğrenince, atalarının kendilerine telkin edip öğrettiği manevi değerleri tamamen terk edip Allah'ın Rasûlü (sav)'ne ve O’nun getirdiği dine bütün gönülleriyle bağlandılar. Kurulu düzene karşı çıktıkları için kendilerini cezalandıran Mekke'nin ileri gelen müşriklerinin ağır işkencelerine, ateşle dağlamalarına, kırbaçla dövmelerine katlandılar.

Nübüvvetin 5. yılında (Miladi 615) bu işkenceler tahammül sınırını zorlayınca, Server-i Enbiya Efendimiz ashabına "Habeşistan'da adil bir kral bulunduğunu, orada herkesin zulüm görmeden yaşadığını" söyledi ve oraya hicret etmelerini tavsiye buyurdu.

Kızı Rukiyye (r.anha) ile damadı Hz. Osman (ra)'ın ve önde gelen sahabilerin de aralarında bulunduğu 17 kişiden oluşan ilk muhacir kafilesi, ardından 90 kişiden oluşan ikinci muhacir kafilesi o diyar-ı gurbette nasıl geçineceklerini bile düşünmeden yollara düştüler; dinleri uğrunda vatanlarını, ailelerini, mallarını, mülklerini terk ettiler.

Habeşistan'a hicret edemeyip Mekke'de kalan Müslümanlara yapılan zulümler artık dayanılmaz bir hal alınca, Nübüvvet'in 13. senesinde (Miladi 622) Allah Teâlâ Müslümanların Medine'ye hicret etmesini buyurdu. Onlar da tıpkı Habeşistan muhacirleri gibi, dünyalık neleri varsa hepsini geride bırakıp Medine'nin yolunu tuttular.

Kur'ân-ı Kerîm'de, Cenab-ı Hakk'ın bu muhacirlerden ve onları bağırlarına bastıkları için yardım edenler anlamında Ensar diye anılan Medineli Müslümanlardan nasıl hoşnut olduğu şöyle dile getirilir:

"Muhacir ve Ensar'dan İslam'a ilk girenler ile bunların yolunu samimiyetle izleyenlerden Allah razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır ve Allah onlara içinde ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Orada ebediyen kalacaklardır. En büyük bahtiyarlık işte budur." [2]

Evet onlar, Allah Teâlâ'nın razı olduğu ve cennetini ikram ettiği yüce gönüllü insanlardır. Cenab-ı Hakk "İman edip hicret edenleri de, onlara kucak açıp yardım edenleri de gerçek mü'minler" [3] diye medhetmiştir.


Bu kutlu nesil Allah'ın Rasûlü (sav)'nü tanıyınca onun etrafında pervane olmuş, onu düşmanlarına karşı canla başla korumuş, bir emrini iki etmemiştir.

Ensar-ı kiram dediğimiz Medineli Müslümanları öven ayet-i kerimede onlar şu örnek özellikleriyle takdir edilmektedir:

"Daha önce Medine'yi kendilerine bir yurt edinmiş ve imanı benliklerine sindirmiş olanlar, kendi beldelerine hicret edenlere muhabbet beslerler; onlara verilen şeylerden dolayı gönüllerinde bir sıkıntı duymazlar; hatta kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler." [4]

Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'inde sahabeyi bize örnek olan yönleriyle tanıtmış ve onların özelliklerinden söz ederek şöyle buyurmuştur:

"Muhammed Allah'ın Rasûlü’dür. O’nun yanında olanlar kâfirlere karşı sert ve tavizsiz, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûda, secdede, hep Allah'ın lütuf ve hoşnutluğunu ararken görürsün. Yüzlerinde de secde izi vardır. Bu onların Tevrat'taki tasvirleridir. İncil'deki tasvirlerine gelince: Onlar filiz vermiş, gitgide güçlenmiş, kalınlaşmış, nihayet gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzer ki, üreticilerin pek hoşuna gider. Onlarla Allah kafirleri, mü'minleri böylesine güçlü ve dirençli kılarak, öfkelendirir. Onlardan iman eden ve salih ameller işleyenlere Allah bağışlanma ve büyük bir mükâfat vadetmiştir." [5]

Bu ayet-i kerimede görüldüğü gibi, Kainatın Rabbi, ashab-ı kiramı yaratmadan yüzlerce sene önce kendilerinden böyle övgüyle söz etmiştir.

Bu kutlu nesil Allah'ın Rasûlü (sav)'nü tanıyınca onun etrafında pervane olmuş, onu düşmanlarına karşı canla başla korumuş, bir emrini iki etmemiştir.

Peygamber Hicret'in 6. yılında (Miladi 628) 1400 sahabi ile birlikte umre yapmak için Mekke’ye gitmişti. Fakat Mekkeli müşrikler onları şehre sokmamış, hatta Rasûlullah (sav)'ın gönderdiği elçilere kötü davranmışlardı. Bunun üzerine Peygamber-i Zişan Efendimiz Hudeybiye mevkiinde bulunan bir ağacın altında Müslümanları toplamış, Mekkelilerden bunun hesabını sormak üzere onlardan söz (biat) almak istemişti. Bütün sahabiler ellerini Allah'ın Elçisi'ne uzatarak ne emrederse yapacaklarına dair ona söz vermişlerdi. Allah Teâlâ "Biatürrıdvân" (Rıdvan biatı) denen bu olaydaki tutumlarından dolayı da ashab-ı kiramdan memnun olmuş ve duyduğu bu memnuniyeti şöyle ifade buyurmuştu:

"O ağacın altında sana biat ettiklerinde. Allah mü'minlerden hoşnut oldu. Onların kalplerinde olanı bildiği için, üzerlerine güven ve huzur indirdi." [6]

Fahr-i Cihan Efendimiz, Biatürrıdvân'da bulunan sahabilerin cehenneme girmeyeceklerini müjdelemiştir. [7]

Şu ayet-i kerime de sahabe efendilerimizin Allah'ın ve Rasûlullah (sav)'ın emirlerine kayıtsız şartsız boyun eğdiklerini, bu tutumları sebebiyle büyük mükafat kazandıklarını göstermektedir:

Şüphesiz Allah, mü'minlerden cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler, Bu, Allah'ın Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da bildirdiği gerçek vaadidir. Vaadine Allah'tan daha vefalı kim vardır? O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. En büyük bahtiyarlık işte budur.” [8]

Peygamber Efendimiz birçok hadis-i şerifinde ashab-ı kiramın öneminden, değerinden söz etmiş ve "İnsanların en hayırlısı benim çağdaşlarımdır" [9] diyerek onların bütün insanlık aleminde en üst mertebede bulunduğunu göstermiştir.

Sadece sahabe neslinin değil, onları gören tabiîn neslinin, hatta tabiîleri gören tebe-i tabiîn neslinin bile faziletli, hayırlı bir nesil olduğunu yine Rasûl-i Ekrem (sav)' den öğreniyoruz. Hem Sahih-i Buhari'de hem de Sahih-i Müslim'de yer alan bir hadis-i şerife göre Allah'ın Elçisi ileriki zamanlarda Allah için savaşan bir gruba "İçinizde Peygamberi gören kişi var mı" diye sorulacağını, var diye cevap verilmesi üzerine onlara sırf o sahabinin hürmetine zafer nasip edileceğini bildirmiş, daha sonraları yine savaşa giden bir grup Müslümana "İçinizde Rasûlullah’ın ashabını gören kimse var mı" diye sorulacağını, müspet cevap alınması üzerine o Müslümanlara da, ashab-ı kiramı gören o kişinin hürmetine zafer nasip edileceğini müjdelemiştir. Hadis-i şerifin devamında “ashab-ı kiramı görmüş bir tabiîye erişenlerin bile Cenab-ı Hakk'ın bu lütfuna nail olarak zafer kazanacakları" haber verilmiştir." [10]

Rasûlullah (sav) Efendimiz ümmetine ashab-ı kiramı sevip saymayı ve onları incitmemeyi tavsiye etmiş, onları incitenlerin öncelikle kendisini ve dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ı inciteceklerini hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur:

"Asla ashabım aleyhinde konuşmayınız. Benden sonra onlara kesinlikle laf dokundurmayınız. Onları seven, bana olan sevgisi dolayısıyla sever. Onlara düşmanlık eden, bana olan nefreti yüzünden düşmanlık eder. Onlara eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden ise Allah'a eziyet etmiş olur. Allah'a eziyet edenin ise, çok geçmeden Allah belasını verir." [11]

Alemlere rahmet olan Efendimiz’in  yeminle belirttiğine göre, "Peygamber-i Zişan Efendimiz'i görme şerefine nail olmayan birinin, Allah rızası için Uhud Dağı kadar altın verse bile, sahabeden birinin verdiği iki avuç, hatta yarım avuç sadakasına yetişemeyeceğini söylemiştir." [12] Çünkü onlar İslam'ın en sıkıntılı zamanında, Rasûlullah (sav)'ın zorda kaldığı günlerde, ellerinde olanı O’nun emrettiği yere harcamışlardır.

Fahr-i Cihan Efendimiz ashab-ı kirama söven ve hakaret eden kimseye beddua etmiş, "Kim ashabıma söverse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun" buyurmuş, Allah Teâlâ'nın böylesi kimselerin tövbesini de, ibadetini de kabul etmeyeceğini bildirmiştir. [13]

Allah'ın Rasûlü (sav); sahabe-i güzine hürmet edip onları seven Müslümanlardan bir şey istemiş, ashab-ı kirama ve kendisinin yakınlarına, sırf "kendisinin hatırı için saygı göstermelerini" emretmiş, bu tavsiyesine uyanları Cenab-ı Hakk'ın dünya ve ahirette her türlü kötülükten koruyup gözetmesi için dua etmiştir. [14]

Hz. Ömer (ra)'in, Peygamber aşığı olan oğlu ünlü sahabi Abdullah ibni Ömer (v. 73/692), ashab-ı kirama dil uzatanları şiddetle uyarmış ve "sahabe-i güzinin bir saat süreyle Server-i Enbiya Efendimiz'in yanında bulunmalarının, başkalarının bir ömür boyu yapacağı ibadetten daha değerli olduğunu" söylemiştir. [15]

Sahabe de elbette insandır; onlar da zaman zaman hata eder, günah işler, fakat onlar hiç- bir zaman Rasûlullah (sav)’ın söylemediği bir sözü ona isnat etmemişlerdir. Hatta o devirdeki münafıklar bile, yalanlarının ortaya çıkacağı korku ve yılgınlığı ile Sultan-ı Enbiya Efendimiz'in söylemediği bir hadisi O’nun söylediğini ileri sürmemişlerdir.

Yukarıdan beri naklettiğimiz ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, sahabe neslinin dindeki üstün yerini göstermektedir. Özellikle "Sizi ölçülü ve dengeli bir ümmet yaptık" [16] ayet-i kerimesi ashabın adaletine, onların yalan söylemeyen bir nesil olduğuna işaret etmektedir. Bu ilahi ve nebevi buyrukları dikkate alan ve onların Müslüman olduktan sonra kesinlikle yalan söylemediklerini bilen muhaddisler ve ehl-i sünnet alimleri ashab-ı kiramı "udûl" kabul etmişlerdir. Yani onların asla yalan söylemediğini, bu sebeple de ashab-ı kiramın rivayet ettiği hadislerin araştırılmadan kabul edilmesi gerektiğini vurgulamışlardır. Dört mezhebin imamı bu görüştedir. Kütüb-i Sitte alimlerinin önde gelenleri ile "cumhur" dediğimiz ulemanın büyük çoğunluğu bu görüştedir. Bu konuda farklı düşünenler, bidatçı dediğimiz ehl-i sünnet dışındaki bazı fırkalardır.

Sahabe de elbette insandır; onlar da zaman zaman hata eder, günah işler, fakat onlar hiçbir zaman Rasûlullah (sav)’ın söylemediği bir sözü ona isnat etmemişlerdir. Hatta o devirdeki münafıklar bile, yalanlarının ortaya çıkacağı korku ve yılgınlığı ile Sultan-ı Enbiya Efendimiz'in söylemediği bir hadisi O’nun söylediğini ileri sürmemişlerdir.

Konuyu bitirmeden önce, ashab-ı kiramı bizim için vazgeçilmez kılan en önemli hususu bir daha vurgulayalım:

Sahabe Efendilerimiz Allah'ın Elçisi'ni can kulağıyla dinlediler; O’nun getirdiği ayet-i kerimeleri hem yazdılar hem ezberlediler; tebliğ ettiği dini hadis-i şerifleriyle nasıl açıkladığını ve bu dini nasıl yaşadığını bütün dikkatleriyle takip ettiler ve ondan öğrendiklerini kendilerinden sonraki nesle kusursuz bir şekilde aktardılar.

Biz sahip olduğumuz bütün değerleri İslam'ın bu ilk nesline borçluyuz.

Allah hepsinden razı olsun.

 


[1] Ahmed inbi Hanbel, Müsned, I, 379; Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebir (selefi), IX, 112-13, nr. 7582-83; Heysemi, Mecma'u'z-zevaid, I, 177-178, VII, 252-253.

[2] Tevbe, 100.

[3] Enfal, 74.

[4] Haşr, 9.

[5] Fetih, 29.

[6] Fetih, 18.

[7] Müslim, Fezailü's-sahabe 163, nr. 2496.

[8] Tevbe, 111.

[9] Buhari, Fezailü ashabi'n-nebi 1, nr. 3650; Müslim, Fezailü's-sahabe 214, nr. 2535.

[10] Buhari, Cihad 76, nr. 2897, Menakıb 25 nr. 3594; Müslim, Fezailü's-sahabe 208, nr. 2532.

[11] Tirmizi, Menakıb 58, nr. 3862.

[12] Buhari, Fezailü ashabi'n nebi 5, nr. 3673; Müslim Fezailü's-sahabe 221-222, nr. 2540-2541.

[13] İbnü Ebi Asım, es-Sünne (Elbani), s. 469, nr. 1000, 1001; Taberani, el-Mu'cemü'l-kebir (Selefi), XII, 142, nr. 12709; Elbani, Silsiletü'l-ehadisi2s-sahiha, V, 446-448, nr. 2340.

[14] Taberani, el-Mu'cemü'l-kebir (Selefi), XVII, 369i nr. 1012; İbni Hacer el-Askalani, el-Metalibü'l-aliye (A'zami), IV, 151, nr. 4210.

[15] İbni Mace, Mukaddime 11, nr. 162.

[16] Bakara, 143.