Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Evliya Çelebi'nin Medine'si

8 Aralık 2017 Cuma Kültür Sanat / Tarih


 

Her şehrin bir tarihi vardır. Bu tarih bazen kitaplarda, bazen de o şehrin sonraki nesillere ulaşmış tarihî mirasının içinde yer alır. Yeryüzünde bazı şehirler vardır ki, tarihsel geçmişleri yazılı kültür, abidevi eserlerin yanında insanların gönlünde de daima yaşar. Yazılı kültürün kaydettiği, tarihî mirasın tescil ettiği bu malumat, kuşaktan kuşağa büyük bir aşk ve hayranlıkla anlatılarak ortak bir bilgi hâline gelir. Evliya Çelebi’nin Türk kültür tarihinin en büyük hazinesi olan eserinin üç ana nokta etrafında yoğunlaştığı görülür. Bunlar Osmanlı başkenti İstanbul, Haremeyn şehirleri ve buraya hizmetleri ulaştırmak için en uygun yer olan ve Hz. Ömer zamanından itibaren Mekke ve Medine’nin siyasi ve sosyal hayatında en belirleyici olan Mısır eksenindeki Kahire’dir.

Evliya Çelebi Medine'yi coğrafi yapısı, fiziki durumu, tarihi, gündelik hayat ile bunun oluşumuyla doğrudan ilgili olan her türlü sosyal faaliyeti sistematik bir şekilde ele alırken, Yesrib'in Hz. Peygamber'in eliyle nasıl Medine'ye dönüştüğünü gözler önüne sermeye çalışır.

Şehirleri tarih, mekân ve halk olmak üzere üç katman ekseninde inceleyen Evliya Çelebi, bu şehirlerin başında gelen Medine söz konusu olunca anlatımına bir takım ilaveler yapar. Bu ilaveler Hz. Peygamber'in hicretinden itibaren, Müslümanların akıl, fikir ve gönül dünyalarında oluşan Medine algısının zamanına ve Türk kültürüne aksetmesi temellidir. Bu bakımdan Evliya Çelebi Medine'yi coğrafi yapısı, fiziki durumu, tarihi, gündelik hayat ile bunun oluşumuyla doğrudan ilgili olan her türlü sosyal faaliyeti sistematik bir şekilde ele alırken, Yesrib'in Hz. Peygamber'in eliyle nasıl Medine'ye dönüştüğünü gözler önüne sermeye çalışır. Bunu yaparken sosyal bilimlerle ilgili çeşitli kaynaklara başvurarak bir gezginin ötesinde donanıma sahip olduğunu da gösterir. Bu arada yeri geldikçe şehirdeki Osmanlı eserlerine değinerek kültürel anlamda İstanbul ile Medine arasında manevi bağ kurmaya çalışır. Evliya Çelebi'nin yaşadığı XVII. yüzyıl öncesi ve sonrasında Medine'yi çok sayıda gezgin ziyaret etmiştir. Ancak bunlardan hiç birisinden geriye Evliya Çelebi gibi bir seyyahın izlenimlerini aşan zenginlikte bir kültürel miras kalmamıştır.

Evliya Çelebi Medine'ye yaklaşırken farklı bir mekâna gelindiğini hissettirir. Sıradan bir şehre değil, Hz. Peygamber'in hicret yurduna gelinmiştir ve burada bulunmanın bir takım usul ve erkânı vardır. Medine'ye gelen kişi öncelikli olarak Hz. Peygamber'in huzuruna geldiğinin farkında olmalıdır.

Evliya Çelebi Medine'ye yaklaşırken farklı bir mekâna gelindiğini hissettirir. Sıradan bir şehre değil, Hz. Peygamber'in hicret yurduna gelinmiştir ve burada bulunmanın bir takım usul ve erkânı vardır. Medine'ye gelen kişi öncelikli olarak Hz. Peygamber'in huzuruna geldiğinin farkında olmalıdır. Bu farkındalık, Hz. Peygamber'in örnek alınmasının sadece dinî faktörlere bağlı olmayıp, O'nun hatırasına duyulan derin saygı ve O'na karşı beslenen vefa duygusundan kaynaklanmasıyla ilgilidir. Bir taraftan Mescid-i Nebevî'de namaz kılmanın heyecanını yaşarken, diğer taraftan da Kuran-ı Kerim'in Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirmekle ilgili tavsiyelerinden (el-Ahzâb 33/56) hareketle ziyaretinin daha feyizli olmasını sağlamaya çalışır. Hz. Peygamber’in şefaatini umarak büyük bir huşuyla dualarla Medine’ye doğru yönelir. Medine’ye kuzeyden Sel Dağı’nın doğu eteğinde bulunan yolcuların karşılanıp uğurlandığı Seniyyetülvedâ tepesinden girer; şehre giderken Delil adı verilen mihmandarının tanıtımını dikkatle dinlerse de salâtü selâm getirmeyi hiç ihmal etmez.


Üç tarafı bahçeler ve bunları birbirinden ayıran çit ve alçak duvarlarla çevrili olan Medine'nin planı bir ibadethane işlevinin yanında birçok sosyal kurumu bünyesinde barındıran Mescidi Nebevî merkezlidir.

Evliya Çelebi Medine'nin kurulmuş olduğu geniş düzlüğün kuzeyinde Uhud, güneyinde Âir dağlarının yer aldığını söylerken, doğu ve ve batısında volkanik lav akıntılarının kapladığı Vâkım ve Vebere harrelerini ve bazı tepeleri halkın zaman zaman çıktığı küçük dağlar olarak nitelendirir. Üç tarafı bahçeler ve bunları birbirinden ayıran çit ve alçak duvarlarla çevrili olan Medine'nin planı bir ibadethane işlevinin yanında birçok sosyal kurumu bünyesinde barındıran Mescidi Nebevî merkezlidir. Medine'yi bedevî kabilelerin saldırılarından korumak için Kanûnî Sultan Süleyman tarafından yeniden yaptırılan (1539) surların Cennetü'l-baki, Uhud, Kubâ ve Akık’a çıkan dört adet demir kapısı vardır. Sur içindeki bazı mahallelerin sokakları ancak yüklü bir hayvanın geçebileceği kadar dar olup evler bitişik nizamda sıralanmıştır. Sur dışında kalan kısımda dağınık ve düzensiz evlerde daha çok bedevîler oturur. Şehir yeraltı kaynakları bakımından zengin olmasına rağmen özellikle Mescid-i Nebevî ve çevresi su tesisleri bakımından çok zengin değildir. Özellikle hac mevsimlerinde suya olan ihtiyaç artmaktadır.

Medine’nin yedi çeşit hurması vardır. Elması çok meşhur olup, şeftali, kayısı, kavun, karpuz, turunç, limon, zeytin ve incir bol miktarda yetişir. Hububatının tamamı Mısır ve Tâif’ten gelir.

Evliya Çelebi Medine’nin coğrafi yapılarından Mescid-i Nebevî özellikle de bölümlerinden Hücre-i Saadet ve Ravza-i Mutahhara üzerinde yoğunlaşır. Mescid-i Nebevî’nin, Memlükler zamanındaki faaliyetlerin ardından 9429 m2'ye ulaşan alanını adımlayarak belirlemeye çalışır. Mescid-i Nebevî'deki Osmanlı imar faaliyetlerini özellikle kaydeder. III. Murad tarafından gönderilen (1590) yaklaşık 7 m. yüksekliğindeki süsleme ve tezyinat bakımından bir şaheser olan minber Hz. Peygamber'in mihrabının sağın­da ve minberinin yerinde durmaktadır. Osmanlı selâtin camilerinde benzerleri görülen, üzerinde zarif altın tezyinatlı kubbenin yer aldığı bu minber Mescid-i Nebevî’de günümüze ulaşan birkaç örnekten biridir. Hz. Pey­gamber'in gece namazı kıldığı yerdeki ‘mihrâbü't-teheccüd’, bunun önünde ve Hücre-i Saa­det’in arkasında maksure içinde Hz. Fâtıma'nın mihrabı ile farklı mezhepler için ayrı ayrı konulan musanna mihraplar vardır. Bunların en güzeli Kanunî Sultan Süleyman tarafından beyaz ve si­yah mermerden yaptırılarak tezyin edi­len Hanefî mihrabıdır.

Hücre-i Saadet ve Ravza-i Mutahhara’nın uygun yerlerine celî tarzda âyet ve hadisler hakedilmiştir. Evliya Çelebi’nin bu hatları Osmanlı hattatlarının en ünlülerinden Ahmed Karahisârî’nin (ö. 1556) tarzına benzetmiş olması, bunların önemli bir kısmının Osmanlı hâkimiyetineden sonra yapıldığını göstermektedir.

Mescid-i Nebevî'nin üç minaresi vardır. Bunlardan Memlük sanatının en önemli örneklerinden biri olan güneydo­ğu köşesinde baş müezzin ezan okuduğu için Reîsiyye adını alan ve Evliya Çelebi tarafından diğerlerinden farklı olduğu vurgulanan minare günümüze ulaşmıştır. Hücre-i Saadet ve Ravza-i Mutahhara’nın uygun yerlerine celî tarzda âyet ve hadisler hakedilmiştir. Evliya Çelebi’nin bu hatları Osmanlı hattatlarının en ünlülerinden Ahmed Karahisârî’nin (ö. 1556) tarzına benzetmiş olması, bunların önemli bir kısmının Osmanlı hâkimiyetineden sonra yapıldığını göstermektedir. Hücre-i saadette bu hatların arasında Sultan Kayıtbay ile I. Osman’dan I. Ahmed’e kadar bütün Osmanlı padişahlarının adlarının yer aldığı iki kitâbe vardır.   

Evliya Çelebi Medine’deki medreselerin sayısını yüz on sekiz olarak verir ve bunların bir kısmının bilginler ve mücâvirlerin ikâmetine ayrıldığını tasrih eder. Burada sadece medreseler değil, Medine’deki sıbyan mektepleri, dârülkurra, dârülhadis, ribat, tekke ve zaviyelerin tümünün kastedildiği anlaşılmaktadır. Davut Paşa ve Sokullu Mehmed Paşa adına iki adet hamam ile Osmanlı sultanları ve valide sultanlar adına dört adet imaret vardır.

 Evliya Çelebi Medine'nin güneydoğusunda Mescid-i Nebevî'nin yakınındaki Cennetü’l-Baki mezarlığıyla ilgili çok kıymetli bilgiler verir. O dönemde surun Baki kapısından geçilen kabristanla Mescid-i Nebevî ile arasında bugün her hangi bir yapı yoktur. Evliya Çelebi Baki’de türbesi bulunanların adlarını bazen hayat hikâyeleriyle birlikte zikreder; sandukalarının altın işlemeli ve yeşil atlasla örtülü olduğunu kaydeder. Hz. Âişe'nin türbesinin Kanûnî tarafından 1543'te yenilendiğini, Hz. Peygamber'in annesi Âmine'yi Ebvâ'dan buraya sütannesi Halime'nin yanına Hicret’in 6. yılında (627-628) nakletmiş olduğunu haber verir. Ehl-i Beyt-i Resûlullâh, aşere-i mübeşşere, Haşimîlerin ayrı ayrı bölümlerde üzerlerinde kubbeli türbeler ve türbedarları bulunduğunu kaydeder. Baki’nin bir köşesinde İstanbul ve Anadolu’dan gelen âlim ve devlet adamları medfundur.

Mescid-i Nebevî’ye bir saatlik uzaklıkta olan Uhud Şehitliği’nin etrafında bedevîler yoğun olduğundan, buraya kafileler halinde ve güvenlik tedbiri alındıktan sonra gidilir. Bir camisi olan şehitlikte altı merdiven yüksekliteki Hz. Hamza’nın kabri kubbelidir ve sandukası atlasla örtülüdür. Şehit oldukları yere defnedilen diğer ashabın kabirlerinin üzerinde kubbeleri yoktur. Her yıl hacdan sonra Muharrem ayında Şam hacıları buraya gelerek Hz. Hamza’yı ve diğer şehitleri ziyaret ederler ve aşure pişirerek halka dağıtırlar.

Bunların dışında Medine’de Sel Dağı’nın kuzeybatısında bulunan, günümüzde Mesâcid-i Seb’a adıyla anılan yedi mescitten Mescid-i Selmânı Fârisî, Mescid-i Ali b. Ebû Tâlib, Mescid-i Osman b. Affân ve Mescid-i Feth olmak üzere dördünün adını sayar. Kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Kâbe’ye çevrilmesi sırasında Hz. Peygamber’in içinde namaz kıldırmakta olduğu daha sonra Mescid-i Kıbleteyn adıyla meşhur olan caminin mamur olduğunu söyler. Mescid-i Kuba hakkında ayrıntılı bilgi verir. Mescdi-i Kubâ’nın yakınındaki, Hz. Peygamber'in mührünün kaybolduğu kuyu Bi'rierîs'ten tulumbalarla su çekilerek yanındaki bahçenin sulandığını kaydeder.

Evliya Çelebi'nin Medine'nin coğrafi yapıları hakkındaki gözlemleri, şehrin Vehhâbîler tarafından işgalinden (Haziran 1805) önceki durumuna dair günümüze ulaşan en önemli bilgilerdir. Her ne kadar Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa, Medine'ye gelerek (Ekim 1816) İstanbul'dan gönderilen usta ve işcilerin yardımıyla yapılan tahribatı gidermeye çalışılmışsa da, şehir XVII. yüzyıldaki özgün yapısına bir daha kavuşamamıştır. 

Evliya Çelebi kendisinden önceki tarih ve siyer âlimlerinin yaptığı gibi, Hz. Peygamber’in hayatını münferit bir olay gibi telakki etmez, dünya ve insanlık tarihinin bir parçası, Hz. Âdem’den itibaren gönderilen peygamberlerin devamı ve son halkası olarak ele alır.

 Evliya Çelebi bir taraftan Medine’yi anlatırken, diğer taraftan Hz. Peygamber ve ashabının hatıralarını takip etmeye önem verir; siyer ve meğazîyle ilgili olayların cereyan ettiği yerlere giderek gözlemlerde bulunur; izlenimlerini sözlü ve yazılı kaynaklarla zenginleştirir. Evliya Çelebi kendisinden önceki tarih ve siyer âlimlerinin yaptığı gibi, Hz. Peygamber’in hayatını münferit bir olay gibi telakki etmez, dünya ve insanlık tarihinin bir parçası, Hz. Âdem’den itibaren gönderilen peygamberlerin devamı ve son halkası olarak ele alır. Bazen Yazıcıoğlu Mehmed’in (ö. 1451) Muhammediye'sinin sade ve samimi ifadesi ve akıcı üslûbundan yola çıkarak Hz. Peygamber'in hayatından bahseder. Bazen de Semhûdî’nin (ö. 1506) Vefâ’ü’l-vefâ bi-ahbâri dâri’l-Mustafa gibi yetiştiği kültür muhitinde pek tanınmayan bir eserden alıntılar yapar. Evliya Çelebi çoğu defa sözlü kültüre dayanarak Medine’nin yakın ve uzak geçmişine ait bilgiler de verir. Buna en güzel örnek, Nureddin Mahmud Zengî’nin, yeraltından kazdıkları bir dehlizle Hz. Peygamber’in naaşını çalmak isteyenleri yakalayıp cezalandırması ve olayın bir daha tekerrür etmemesi için tedbirler almasıdır (1162). Nureddin Zengî’nin 1162 yılında hacca gitmiş olması ve adına Haremeyn’de hutbe okunması böyle bir olayın meydana geldiğinin delili olmalıdır.


İslâm dünyasının dört bir yanından gelen ve homojen olmayan Medine halkı, Hz. Peygamber’in civarında bulunma bahtiyarlığına eriştiği için her türlü övgüye layıktır. Bundan dolayı yeri geldikçe onları farklı kılan özellikleri dile getirir.

Halifeliği Abbasîlerin mirası değil, İslâmiyet’i ve kutsal yerleri koruma, onlara hizmet etme olarak algılayan Osmanlı düşüncesini metnine aynen yansıtır. İstanbul’a bağlı şehirdeki en yüksek görevliler, şeyhülharem ile kadı ve ordu kumandanı hakkında ayrıntılı bilgi verir. Haremeyn mevleviyetine dâhil olan kadılıkların itibar ve önem bakımından en yüksek statüde tutulduğunu özellikle vurgular. İslâm dünyasının dört bir yanından gelen ve homojen olmayan Medine halkı, Hz. Peygamber’in civarında bulunma bahtiyarlığına eriştiği için her türlü övgüye layıktır. Bundan dolayı yeri geldikçe onları farklı kılan özellikleri dile getirir.  Evliya Çelebi ekonomik açıdan fazla geliri olmayan Medine’nin, Şam kervanının şehre uğradığı zamanki ve hac mevsimindeki canlılığını bütün yıl görülüyormuş gibi anlatır. Ancak tek geçim yolunun dinî statüsünden ve Osmanlı Devleti’nin buraya gösterdiği ilgiden kaynaklandığını vurgulayarak halkın büyük ölçüde vakıflarla, her yıl düzenli biçimde İstanbul ve Mısır’dan gönderi­len surre, cevâlî ve cerâye gibi bağışlardan beslendiğine işaret eder.