“Hristiyan Siyonizm’ini gözden kaçırmak bizi başarısızlığa götürüyor”

22 Eylül 2025

İsrail’in 7 Ekim sonrası başlattığı ve iki yıldır hiç ara vermediği korkunç saldırılar, Gazze’de tarifsiz bir insanlık dramına yol açtı. İsrail yanlısı Batılıların bile “soykırım” olduğunu inkâr edemediği bu karanlık tablonun geçmişi oldukça eskiye dayanıyor. Doktorasını İstanbul Üniversitesi Felsefe ve Dinler Tarihi Anabilim Dalı’nda sürdüren, Kudüs/Filistin tarihine dair kıymetli çalışmaları ve çabalarıyla tanıdığımız Semiha Karahan ile bu kanlı geçmişin arkasındaki aktörleri konuştuk.


İsrail’in kuruluşundaki temel ideolojinin Siyonizm olduğu aşikâr. Sürekli duyduğumuz bu ifadeden ne anlamalıyız?

Siyonizm çatı bir ifadedir; bunu ikiye ayırmamız gerekiyor. Birincisi Hristiyan Siyonizm’i, ikincisi Yahudi Siyonizm’i. Hıristiyan Siyonizm’i, 17. yüzyılda ortaya çıkan bir ideoloji. İsmi o zaman “Yahudi restorasyonu” idi. 19. yüzyılın ortalarına doğru da Yahudi Siyonizm’i ortaya çıktı. Fakat Yahudi Siyonizm’inin de ismi farklıydı ilk ortaya çıktığında, 1890’da bu adı aldı. Siyonizm ifadesini ilk defa, bir Yahudi olan Nathan Birnbaum ortaya attı. 1897’de Theodor Herzl’in insanüstü çabalarıyla oluşturulan bir Siyonist kongreyle Yahudi Siyonizm’i kurumsallaştı, 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla da resmileşti. Burada ilginç olan, bu ideolojiye adını veren Nathan Birnbaum’un daha sonra en güçlü anti-Siyonistlerden biri haline gelmesidir. Onun Siyonizm’le kastettiği duruş toprak fetişi değildi çünkü. Biliyorsunuz Yahudiler Tanah’ı (Tevrat’ı da kapsayan kutsal Yahudi metinleri) kabul eder ve ona iman ederler. Birnbaum, Siyonist düşünce Tanah’a aykırı faaliyetlerde bulunduğu, Tanrıdan önce toprağı ve insanı öncelediği ve Filistin topraklarında Tanah’a aykırı davranışlarda bulunduğu için ömrünün sonuna kadar anti-Siyonist olarak yaşadı.

Yahudi Siyonizm’i nedir tam olarak?

Yahudi Siyonizmi, modern ulusal Yahudi bağımsızlık hareketidir. Diasporada yaşayan Yahudiler, 135 yılından itibaren tamamen vatansız ve topraksızdı, daha doğrusu zaten vatanları yoktu. Toprak olarak yaşadıkları Eretz İsrail’den, yani Filistin toprağından sökülüp atıldıkları 135 yılından itibaren göçebe ve birbirinden kopuk yaşayan bir halktı. Bazıları için sadece bir dini cemaat, bazıları içinse bir topluluk. Dinleri, birbirine ne kadar uzakta olursa olsun Yahudileri birbirine yapıştırır, birbirinden ayırmaz. Ama 135 yılından itibaren dünyanın her yanına dağılmış bir Yahudi diasporasından bahsediyoruz. Topraksız, vatansız, lidersiz, ordusuz olmak demek bu. 1800’lere kadar böyle devam ediyor ve sonra bir canlanma yaşanıyor. O da şu; Fransa’da başlayacak şekilde Avrupa’da “emansipasyon” (özgürleşme/eşit yurttaşlık) hakkı sunuluyor Yahudilere. Bunu da çıkartan Napolyon Bonapart. Napolyon, aslında Yahudileri asimile etmek düşüncesiyle sunuyor bu eşit yurttaşlık vaadini, onları sevdiği için değil. Hatta “Bu kan bozuk bir kandır” diyor bazı yazılarında. Yani sunulan bu “özgürlük” aslında çok antisemitik ve nefret dolu. 1799’da Mısır Seferine çıktığında, Yahudilere şöyle bir teklifte bulunuyor Napolyon: “Ben sizin için orayı fethedeceğim, kan dökeceğim ve siz de buradan oraya gideceksiniz.” Ama kimse 19. yüzyılın gelişmiş Fransa’sını (ya da Avrupa’sını) bırakıp gitmek istemiyor. Görünürdeki sosyal ve ekonomik sebep bu ama arkada büyük bir teolojik kural da var. O da şu: Davut Oğlu Mesih gelmeden kolektif olarak Kudüs’e dönmeleri -İslami literatürle belirtmek gerekirse- haram. Dönüş yasak, devlet kurmak yasak ve diğer ülkelere politik olarak üstünlük kurmak yasak. Bu, Talmut’ta geçen üç büyük yemindir ve bu yemin Osmanlı döneminin müreffeh ve barış dolu Kudüs’ünde dahi Yahudilerin Kudüs’e dönmeme ve yerleşmeme sebebidir. Kudüs’te kalmaları, oraya yerleşmeleri serbest olmasına rağmen Yahudilerin göç etmediğini ve yerleşmediği biliyoruz. Çünkü önlerinde bağlayıcı dini engeller var. Tabii ki sosyolojik ve ekonomik bağlayıcı engeller de var.

Bu perspektiften baktığımızda, İsrail’in yaptıkları din dışı mı oluyor? 

Evet. Bundan ötürü anti-Siyonist dindar Yahudileri görüyoruz zaten. Çünkü onlara göre vakit gelmedi. Yani Tanrı, henüz Mesih’i göndermedi, dolayısıyla Filistin’e kolektif bir şekilde geri dönmek ve orada bir devlet kurmak üstelik bunu savaş yoluyla yapmak Tanrının emirlerinin ve Tevrat’ın çiğnenmesi demek. Bu nedenle İsrail, anti-Siyonist Yahudiler tarafından “şeytanın en büyük başarısı” olarak kabul edilir. 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu zamanında pogromlardan kurtarılan, soykırımdan kurtarılan Yahudiler için mahalleler kuruldu. Kudüs ve civarındaki bu çok kalabalık mahallelerde yaşayan Yahudilerin hepsi hem çok dindar hem de fanatik anti-Siyonistti. Bu anti-Siyonist Yahudiler İsrail’in para birimi olan Şekel’i kullanmaz, Mısır Dinarı kullanırlar. İsrail bayrağını kabul etmezler, İsrail’de askerlik yapmazlar. Ve Filistinlilerin çalınmış, işgal edilmiş hak ve hürriyetlerini savunurlar. Bu nedenle de Filistinli Müslümanlar ve Hristiyanlar gibi İsrail kolluk kuvvetleri tarafından baskı altında tutulurlar ve çoğu zaman şiddet görürler. Bu mahallelerde yaşayan Yahudiler, İsrail devleti açısından tıpkı Filistinliler gibi sorun ve istenmeyen unsurdur.

Bahsettiğiniz bu anti-Siyonist topluluk Yahudilerin ne kadarını oluşturuyor?

Tüm dünyada 17-18 milyon Yahudi nüfus var. Bunun kabaca yarısı Siyonist’tir yarısı değildir. Dolayısıyla karşımızdaki aslında çok küçük bir nüfus ama nicelikten çok niteliğin önem kazandığını bir durum var. Ve şunu da belirtmek lazım, Siyonizm’in dalları var; işçi Siyonizm, dini Siyonizm, liberal Siyonizm, siyasi Siyonizm, kültürel Siyonizm gibi… Bu Siyonizmler içeresinde dini Siyonizm çok radikaldir. Tabii siyasi Siyonizm de öyle. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda, 3-4 milyon kişi kalıyor karşımızda. Ama işte o 3-4 milyonun elindeki güce bakmak lazım. Ayrıca onların elindeki gücün arkasında da en az 300-400 milyon Hristiyan Siyonist var. Kırılma noktası burası işte. Bunu gözden kaçırmak bizi başarısızlığa götürüyor. Karşımızdaki devasa düşmanın niteliğini ve niceliğini dünyadaki tüm insanların çok iyi keşfetmesi lazım.

Siyonizm kelimesinin türediği “Siyon” neresi tam olarak?

Siyon (Zion) Hz. Davut’un fethettiği şehrin antik dönemdeki ismidir. Ve burası da Kudüs’ün ta kendisidir. Yahudi literatüründe Yeruşalim, Siyon, İr David, Ariel gibi isimlerle anılır. Ariel aslında Kudüs’ün bir başka adıdır ve “Tanrının aslanı” manasına gelmektedir. Hz. Davud Siyon’u, yani Kudüs’ü fethettiğinde Yahudiler fikirsel ve inançsal olarak birbirinden çok uzaktı; kabileler arasında çatışmalar, birbirlerine düşmanlık vardı, bir türlü birleşmiyorlardı. Hz. Davud Siyon’u fethettiğinde, şehri bütün kabilelerin ortak değeri haline getirdi. Ahit Sandığı’nı da Siyon’a getirip şehre anlam kattı. Ayrıca Hz. Davud çok güçlü bir asker ve kral olduğu, krallığını Kudüs’ten mükemmel bir şekilde yönettiği için Kudüs Yahudiler açısından fevkalade bir siyasi önem kazandırdı. Böylece Kudüs’ün Yahudiler açısından hem kutsallaşma süreci başladı hem de bir varoluş ve egemenlik meselesine dönüştü. Sonrasında Hz. Süleyman Bet ha-mikdaş’ı (Süleyman Mabedi, bizim açımızdan Mescid-i Aksa) inşa edince Kudüs dini açıdan tamamen kutsallaştı.

Siyon aslında çok küçük bir yer ama geniş değerinden dolayı Kudüs’ün tamamını adlandırmıştır. Hatta bir noktada, Siyon tüm Filistin’in, tüm Yahudilerin adıdır; çok büyük bir fenomendir Yahudi dininde, tarihinde ve kimliğinde. Yahudi bireyin yaşantısında da çok önemli bir yer tutuyor. Mesela bir kadın gebe kaldığında karnındaki bebeği Kudüs’e adar. Her Yahudi, evlendiği zaman Kudüs’ün kaybedilişinin anısına bir bardak kırar ve “Yastayım” der, “Ben sevinçli bir günümdeyim ama hâlâ Kudüs’ün acısı benim içimde” der. Evinin bir duvarını boyamaz, diasporadaysa havrasının zeminine taş döşemez ki oraya bağlılık kazanmasın. Her masada boş bir tabak bırakır Kudüs’ün anısına. Kudüs’e doğru gömülür ya da Kudüs’e gömülmek ister. Tabii bu anlattıklarım Yahudi dininin ve tarihinin unsurlarıdır ve Siyonizm’le hiçbir ilgisi yoktur. 

Siyonizm’le ilgisi ne peki?

İlgisi şu: Siyonizm 19. yüzyılda bir milliyetçilik biçimi olarak ortaya çıkıyor. Her milliyetçilik biçiminin kadim bir toprağa ve kadim bir halka ihtiyacı vardır. Ben bir milliyetçilik uydursam bugün, bir toprağa ihtiyacım var. Ayrıca bir halk mitosu ve bir tarih mitosu yaratmam gerekiyor. Avrupa’nın çeşitli yerlerindeki Yahudilerin hemen hepsi Avrupa’ya entegre olmak isteyen insanlardı, orada yaşamak istiyorlardı. Mesela Thedor Herzl, bir Alman aşığıydı. Onlar Avrupa’ya entegre olmaya çalıştıkça Londra’daki, Paris’teki Avrupalıların tepkisi daha da arttı ve onları entegre etmediler toplumlarına. Bu insanlar da sen beni entegre etmiyorsan ben de senin gibi milliyetçilik yapacağım dedi. Çünkü o dönemde, Fransız devriminin de etkisiyle ırk, milliyetçilik, ulus devlet gibi kavramlar popüler kabuller haline gelmişti. Böylece entegre olmak isteyen ama bunu başaramayan Yahudiler, “Biz, sizin de kutsal kitabınızın bir parçası olan Tevrat’tan yola çıkarak diyoruz ki Yahudi’yiz ve Yahudiler Tanrı tarafından dünya da tek seçilmiş halktır” dediler, “Benim toprağım da Tanrının Hazreti İbrahim’e gitmesini söylediği ve orayı onun soyu İsrailoğullarına yani biz Yahudilere sonsuza kadar verdiği Siyon’dur” dediler. Dolayısıyla Siyonizm bir teo-politikadır. Milliyetçi, sömürgeci, yerleşimci/kolonyal bir harekettir ve bunlar politik kısmın içerikleridir. Bu teo-politika, göç edilmesi gereken yerin Filistin olduğuna karar verdi. En önemli amaç bağımsız bir Yahudi devleti kurmaktı ve bunun için de Yahudileri Filistin’e göç ettirmek, dil devrimi yapmak ve yeni bir İbrani kimliği yaratmak gerekiyordu. 1897’deki kongrede Siyonist planlama ve takvimler yapıldı, on binlerce Yahudi Filistin’e göç ettirildi. Bu göçler Siyonist milliyetçilik ile aşılandı; ırkçı ve saldırgan bir İbrani kimliği -daha doğrusu Siyonist kimlik- amacına böylece ulaşıldı. Sonuçta bu göçler ve yaratılan yeni kimlikle 1948’de İsrail Devleti kuruldu.

Böylesi büyük bir organizasyonu nasıl hayata geçirebildiler?

Elbette ekonomik güçleri sayesinde. Bazen abartılıyor aslında, 19. yüzyılda Rusya’daki Yahudiler gerçekten çok fakirdi mesela. Balkanlardaki Yahudilerin de genel itibarıyla fakir olduğunu söyleyebiliriz. Ama dünyayı yönetecek güçte zenginliğe sahip Yahudi aileler vardı; Montefioreler, Rothschildler… Bu aileler -bugünkü rakamlarla- milyarlarca dolar bağışladılar. Yahudileri göç ettirme maksadıyla da bir propaganda geliştirdiler: “Halksız bir toprak için topraksız bir halk”. Belki de bunlardan daha da önemlisi bu organizasyonu hayata geçirebilmelerindeki en büyük faktör Hristiyan Siyonizm’idir. İngiltere ve diğer Hristiyan Siyonist devletler bu organizasyonun yapılabilmesi için muazzam büyüklükte yardım ve destekte bulundular.

Yahudi göçü başladığında Filistin halkının tavrı ne oldu?

Bu en acı tarafı işte. İlk göçlerle gelenler çok fakir ve mazlumdu. Antisemitizmden kaçıyorlardı. Araplar onları misafir olarak kabul ettiler. Zaten Kudüs çok dinli bir şehirdi ve dört mahalleden oluşmaktaydı. Müslüman, Yahudi, Hristiyan ve Ermeni mahallelerinden. Oradaki Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudiler beraber yaşamaya zaten asırlardır alışkındı. Birbirlerini seven, sayan ve kollayan bir halktı. Fakat Osmanlı’nın gidişiyle birlikte Kudüs’te işin rengi tamamen değişti. Birleşik Krallık Filistin’i işgal etti ve Siyonistlerin devlet kurması için tüm gereklilikleri yerine getirdi. Filistinlileri baskı altına alırken Yahudi Siyonistlere sınırsız özgürlük verdi, böylece bir dengesizlik oluştu. O dönemde göç eden Yahudilerin hepsi Siyonist’ti ve daha o günlerde saldırılara başladılar. 1917’den 1948’e uzanan bu süreçte Filistin’in çok büyük bir çığlığı, büyük bir mücadelesi oldu. Ama tıpkı bugün olduğu gibi, bir halk bir orduyla mücadele ediyordu. Bugün Gazze’dekiler nasıl korkunç bir Golyat’la savaşıyorsa onlar da aynı şekilde Birleşik Krallık’la mücadele ediyorlardı. Bir taraftan da Haganah, İrgun, Stern gibi Siyonist terör örgütleriyle mücadele ettiler. Büyük Arap ayaklanmaları, boykotları oldu fakat Birleşik Krallık bunların hepsini bastırdı.

Birleşik Krallık’ın (İngiltere’nin) bu süreçteki rolünü biraz daha açabilir miyiz?

İngiltere her zaman başroldeydi. Daha doğrusu, yönetmendi. Bugün de böyle. Bu işin tarihçesini bilen biri olarak söylüyorum ki Birleşik Krallık’ın Filistin’de gelinen noktadaki payı, Yahudi Siyonizm’inden ve Amerika Birleşik Devletleri’nden çok daha fazla. Bu belanın kaynağı da İngiltere’deki korkunç ideolojik değişim. Reformdan sonra, yani 17. yüzyılın başlarında, İngiltere’de bir hareketlilik başladı. O zaman İngiltere dedi ki ben müthiş bir altın çağ istiyorum, hegemonya istiyorum, dünyaya hâkim olmak istiyorum. Bu hedefe uygun ideolojik bir teo-politika kurdu: Yahudi Restorasyonu. Bugünkü adıyla Hıristiyan Siyonizm’i. Kutsal Kitap’ta geleceğe dair bazı anlatımlar vardır, bunlar Hıristiyan gelenek tarafından kehanet olarak ele alınmaz ama İngiltere’de reform sonrasında Protestanlar bunları birer kehanet olarak algıladı ve dediler ki; Tanrı neler olacağını, dünyada ne gibi hadiseler yaşanacağını yazmış ve ben bu hadiseleri Tanrı’nın eli olup yaşatacağım. Yahudilerin Kudüs’e dönmesi, orada egemenlik kurması ve o egemenlik kurulduktan sonra da İsa Mesih’in ikinci defa dünyaya gelişi bu kehanetlerden bazıları. Bunları yapmaları için de dünyayı sömürmeleri, bir noktada ırkçı ve milliyetçi bir düzen kurmaları, bir kaos yaratmaları gerekiyordu. Bugün yaşanan her şeyin temelinde bu var.

Bu kaostan beklentisi ne İngilizlerin?

Dindar Hristiyan Siyonistler için iki versiyonu var bu beklentinin: İsa Mesih’in gelişini sağlamak ve onunla birlikte Kudüs’te kurulacak ve tüm dünyaya hâkim olacak bin yıllık altın çağı yaşamak. İkinci versiyonu ise onsuz bir şekilde Kudüs’te bir krallık kurarak bin yıllık altın bir çağ yaşatmak ve sonrasında İsa Mesih’i Kudüs’te tabiri caizse karşılamak. Bin yıllık bir altın çağ yaşatmak! Kimler için? Protestanlar, İngilizler, Amerikalılar, Anglo-Amerikanlar… yani “beyaz Hristiyanlara” diyelim. Dindar Yahudi Siyonistler ise diyor ki biz gidelim, devletimizi kuralım, tapınağı inşa edelim ve Davut Oğlu Mesih gelsin. Hristiyan Siyonistler de diyor ki Yahudiler oraya gitsin, devlet kursunlar, tapınağı inşa etsinler ki böylece İsa Mesih gelsin. Çünkü Hristiyan Siyonizm’i için bunların hepsi ahir zaman işaretleridir. Yahudiler Kudüs’e geri döndü -Hristiyan Siyonizm’i tarafından döndürüldü- Yahudiler devlet kurdu -Hristiyan Siyonizm’i tarafından kurduruldu- bu devlet Kudüs’ü işgal etti ve başkenti ilan etti. Geriye sadece tapınağın üçüncü defa inşa edilmesi kaldı. Hristiyan Siyonizm’i açısından üçüncü tapınağın inşa edilmesi, vaktin dolduğu anlamına gelecek. O vakitten sonra tüm Yahudilerin vaftiz olması gerekir, vaftiz olmayanların hepsi Armageddon savaşında öldürülecektir. Devletlerini kurmuş, oraya tamamen toplanmış, üçüncü kez tapınaklarını inşa etmiş olsalar dahi İsa Mesih gelmeden önce toplu bir şekilde vaftiz olmazlarsa -ki bir Yahudi’nin vaftiz olması çok düşük bir olasılıktır, hayalden öteye geçemeyecek kadar boş bir beklentidir- sonları ölümdür. Bunu Yahudi Siyonizm’i gayet iyi biliyor ve ona göre kendi manevralarını net bir şekilde yapıyor, Hristiyan Siyonistleri ekonomik açıdan ablukaya alabiliyor mesela ama anti-Siyonist olmayı bir türlü beceremeyen Müslümanların hiçbir şeyden haberi yok.

Yalnızca İngiltere mi var perde arkasında?

İlk önce onlar gelmeli aklımıza. Hollanda’da yine devlet politikasının bir parçasıdır.  Almanya’da çok güçlü bir damar var. Baltık ülkelerinde de aynı şekilde. Fransa, yeri geldiğinde Hristiyan Siyonist’tir Napolyon etkisiyle. Ve elbette ABD. Hristiyan Siyonizm’inin kurumsal yüzü ve temsilcisi 1948’e kadar İngiltere’dir, 1948’den sonrasında ABD’dir. 1960-70’li yıllardan sonra ise müthiş bir Siyonist misyoner hareketi başladı dünya çapında ve Katolik ülkelerde de Hristiyan Siyonist damarı görmeye başladık maalesef. En dikkat çekici olanları Arjantin ve Brezilya. Seçimleri etkileyecek kadar güçlü bir damar var mesela Brezilya’da. Daha sonra Çin, Japonya ve Güney Kore’de de Hristiyan Siyonist akım ortaya çıkmaya başladı. Hindistan’da da İslamofobi karşıtlığı üzerinden bir Hristiyan Siyonist taraf ortaya çıktı. Dolayısıyla Hristiyan Siyonizm’i aslında genelde bir Protestan ideolojisi ama özellikle son kırk yıldır Katoliklerde de bir yayılım görünüyor ve Güney Amerika’da çok kuvvetli bir aksiyon var. Bu da tedirgin edici ve düşündürücü.

Bu mesele tarihin geneline bu kadar yayılmış durumdayken saldırıların 7 Ekim’den itibaren zirveye ulaşmasını ve dur durak bilmemesini ne ile açıklamak gerekir?

Ekonomi, jeopolitik, gaz, petrol ve hatta su… Tüm bunların ilgisi var yaşananlarla, bunu reddetmiyorum. Ama teo-politikaya baktığımız zaman, vakit kalmadı. Çünkü Yahudilere göre dünyanın ömrü 6 bin yıl. Bugün 5785. yıldayız. Üstelik literatürde din adamları şunu da der: Aslında dünyanın ömrü 6 bin değil, 5850 yıl. Geriye yalnızca 65 yıllık bir zaman kalıyor yani.

Hep söylenen “Tanrıyı kıyamete zorlamak” fikri buradan mı çıktı?

Evet. Bu “Tanrıyı kıyamete zorlamak” bir motto aslında ama yanlış algılanıyor, bizim inancımızdaki gibi bir kıyamet değil bahsedilen. O kıyamet bize kıyamet, onlar içinse altın çağ.

Batı halklarında, daha önce hiç olmadığı kadar yoğun bir bilinçlenme ve tepki görülüyor Filistin özelinde. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Hristiyan Siyonist devletlerin halklarının sokağa çıkmasını Filistinli kardeşlerime bir acıma olarak görüyorum ve bir Müslüman olarak, Fatih Sultan Mehmet’in torunu olarak bunu biz iki milyar Müslümana, en azından kendime layık görmüyorum. Fatih Sultan Mehmet biliyorsunuz Kudüs patriğine bir mektup yazar ve der ki canınız, malınız bize emanettir. Bu her Türk’ün, her Müslüman’ın vazifesidir. O yüzden ben şöyle demek istiyorum: Ey Müslümanlar, ilk hedefiniz Kudüs olsun! Ama tabii diğer taraftan Batı’daki gösterilerin bir anlam ve değeri var. En azından Filistin’in çığlığının artık duyulduğunu bilmek çok değerli. Ama bunun abartılması ve konunun merkezine konması çok tehlikeli. Bu gösterilerin sürekli abartılması, Hristiyan Siyonizm’ini görmezden gelmemize neden oluyor. Devlet politikaları Siyonist olduğu müddetçe değişen bir durum yok. Ayrıca özellikle İngiltere ve ABD’de Filistin yanlısı gösteriler kadar İsrail yanlısı gösteriler de sıklıkla yapılıyor. İsrail yanlısı Hristiyanlar bu organizasyonlarda milyonlarca dolar bağışladılar İsrail’e 7 Ekim’den bu yana. İsrail bunlarla silah aldı Gazze’yi katletti. Sanırım önemli olan samimi olmak ve Gazze’yi sosyalleşme objesi olmaktan çıkarıp gerçekten yardım etmek. Bu da paradan geçiyor. Bugün Gazze’deki Filistinlilere yardım etmek para vermekten, fedakârlık yapmaktan, Filistin’i soframıza evimize hayatımıza ortak etmekten, gerçekten anti-Siyonist olmaktan geçiyor. Yoksa bir Gazzeli tanıdığımın da dediği gibi, “Yürüyüşler bizi bombalardan korumuyor, karnımızı doyurmuyor, biz açlıktan ölüyoruz…” Bu arada, Gazze’ye yardım 23 aydır her zaman yapılabildi, bazı günler çok zor, bazı günler daha kolay ulaştı; Gazze’ye ulaşmak isteyen herkes bunu bir şekilde başardı. Fakat Gazze’ye ulaşmak isteyen kişi sayısı çok az maalesef.

Bu aşamada, Müslümanlar olarak neler yapmamız gerektiğini düşünüyorsunuz?

Filistin tarihini çok iyi bilmemiz gerekiyor her şeyden önce. Biz ne yazık ki meseleye ırkçı bakıyoruz. Yıllardır hep böyle mitoslarla yaşıyoruz. Toprak sattılar, terk ettiler, Osmanlı’ya ihanet ettiler gibi. Kendi tarihimizi çok iyi bilmemiz lazım. Biz kimiz, ne olmaya doğru gidiyoruz. Bunla birlikte Orta Doğu’daki diğer devletlerin tarihini -ki zaten önemli bir kısmı Osmanlı tarihidir- iyi bilmemiz gerekiyor. Filistin’in ne olduğunu, teolojik, politik, sosyolojik ve psikolojik açıdan Kudüs’ün ne olduğunu iyi öğrenmemiz gerekiyor. Adaletten şaşmamamız lazım ki bunun yolu da anti-Siyonist olmaktan geçiyor. Filistin, toprağı elinden alınan, 107 yıldır öldürülen bir halktır; Filistinlilerin kim olduğunu ve orada neden durduğunu iyi bilmemiz gerekiyor. Buna illaki Müslümanca bakmak zorunda değiliz, illaki Türk tarafından bakmak zorunda da değiliz, yalnızca insan olarak bakmak yeterlidir anti-Siyonist olmak için. Biz anti-Siyonist olmayı beceremiyoruz maalesef. Anti-Siyonist olmak demek, Filistin’de Filistinlinin kendi kaderini tayin etme hakkını onlara iade etmek için çabalamak demek. Bu çabada da tarihi bilinç, milli bilinç kadar fedakârlık gerekiyor ve bu fedakârlık ekonomiye dayanıyor.

Boykot bu noktada etkili bir silah değil mi?

Boykot konusunu yanlış anladığımızı düşünüyorum. Bizde boykot şu demek oldu: Buradan içmiyorum, şuradan içiyorum. İstediğiniz yerden için beni ilgilendirmiyor. Ama bundan değil ötekinden alıyorum anlayışı Gazze’ye umut olmuyor, ilaç olmuyor, hayat olmuyor. Eğer boykot edeceksek ki etmeliyiz, örneğin Ürdün halkı gibi yapmalıyız. Ürdün halkı en güçlü anti-Siyonist haklardan biridir. Bu da Türkiye’de hep yanlış bilinir mesela, Ürdün halkının yaklaşık %60’ı Filistinli mültecilerden oluşur. Yöneticileri kastetmiyorum, halkından söz ediyorum. Ne yapıyor Ürdün halkı? Malum kahve markasını boykot ediyor. Bunun neticesinde markanın ülkedeki şubelerinin yüzde sekseni kapanıyor. Ama bu marka ekonomik olarak çökerken bir başka marka zenginleşmiyor. Çünkü amaç Gazze’yi yaşatmak ve bu nedenle boykot eden Ürdünlüler o markaya harcayacakları parayı bir fona bağışlıyorlar. Neticede Ürdün halkı bu boykotla Gazze’de sahra hastanelerinin, su kuyularının, fırınların açılmasını sağlıyor. Hem de şov yapmadan başarıyorlar bunu. Boykot, bir zalimin gücünü kırmak ve onu cezalandırmak, mazlumu yaşatmak ve durumunu ihya etmek demek olmalıdır. Yani x markayı bırakıp y markayı alıyorum demek en azından bugünkü şartlarda Gazze’nin bir işine yaramıyor. Gazze’nin kursağından lokma geçmiyor. Boykot ve bağışı birlikte yapmamız gerekiyor.