Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

İSLAM ÖNCESİ DÖNEMDE ARABİSTAN -I-

25 Eylül 2009 Cuma Siyer / İslam Öncesi Arabistan


İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMUNDA SOSYAL DURUM

Toplumsal Yapı

Hac Kervanı

Arap yarımadası üzerindeki sosyal hayatın şekillenmesinde, hiç şüphe yok ki bölgenin içinde bulunduğu coğrafi ortamın ve iklim özelliklerinin önemli bir etkisi olmuştur. Nitekim vahalarda yaşayan yerleşiklerle (hadari), kırsal kesimde yaşayan göçebeler (bedevi), Cahiliye dönemi Arap toplumunun belli başlı iki temel unsurunu oluşturmuştur. Bölgedeki iki farklı hayat tarzını yansıtan bu tasnif, aynı zamanda yarımadanın birbirinden farklı coğrafi ve iklim özelliklerini de ön plana çıkarmaktadır. Zira bedevilik oldukça kısıtlı imkanlarla yaşayan ve coğrafi ve iklim özellikleri bakımından çok daha nasipsiz bir bölge olan Kuzey ve Orta Arabistan’ın hakim hayat biçimi iken, hadarilik, yaşam imkanlarının çok daha çeşitlendiği güneyin hayat tarzını temsil etmiştir. Hatta Arap toplumu içindeki bu ayrıma ilk defa Kur’ân-ı Kerim dikkat çekmiş ve yarımadanın köy ve şehirlerinde yaşayanlar “arab”, çölde göçebe olarak yaşayanlarsa “a’rab: bedevi” olarak anılmıştır.

Araplar her ne kadar hayat tarzı bakımından bedevi ve yerleşik olarak tasnif edilseler de mensup oldukları kol itibariyle de iki ana grupta ele alınırlar. "Arab-ı Baide" olarak isimlendirilen birinci kol, İslam'dan önceki asırlarda yaşamış olup, nesilleri tükenmiş ve diğer kabilelere karışarak isimleri unutulmuş olan Arap kabileleridir. "Arab-ı Bakıye" olarak isimlendirilen ve İslam'ın doğuşu sırasında hâlâ soyları devam eden ve yarımada halkını teşkil eden ikinci kol ise, kendi içinde iki ana gruba ayrılmıştır. Bunlardan ilki, "Arab-ı Âribe" denen Yemen asıllı Kahtani kabileleri olup, insanlığın ikinci babası sayılan Hz. Nuh'un oğlu Sam'ın soyundan gelmektedirler. Arim seli sonucu ülkelerini terk etmek zorunda kalan ve zorunlu bir göç gerçekleştiren bu kabilelerden Huzaa Mekke'ye, Evs ve Hazrec ise Medine'ye gitmiş ve oranın yerleşik halklarını oluşturmuşlardır. Yine bu kabilelerden Suriye'ye gidenler Gassaniler Devleti'ni, Irak'a gidenler ise Hireliler Devleti'ni kurmuşlardır. "Arab-ı Âribe'nin ikinci kolu olan Arab-ı Müstaribe'ye gelince, soy olarak Hz. İsmail'e ulaşmakta olup, Hicaz ve Necd halkı ile Arap yarımadası ortalarında yaşayan ve iki kıtaya da komşu olan yerlerin halkını tanımlamıştır. Babası İbrahim tarafından Mekke'ye getirilen ve Kahtaniler'den Cürhüm kabilesine mensup bir kadınla evlenen Hz. İsmail'in neslini kapsayan bu kol, Hz. Peygamber'in atası Adnan'a nispetle "Adnaniler" diye isimlendirildiği gibi, Mudariler, Meaddiler, Nizariler gibi adlarla da anılmıştır. En büyük kollarından biri Hz. Peygamber'in mensubu olduğu Kureyş kabilesi olan bu boya mensup kabilelerin çoğu, Mekke ve çevresinde yoğunlaşmış olup, bölgenin hakim toplumsal kesimini oluşturmuştur.

Bedevilik 

Image

Hayat tarzı bakımından hadari ve bedevi şeklinde tasnif ettiğimiz Arap toplumunun büyük çoğunluğunu, deve veya keçi kılından yapılmış çadırlarda göçebe olarak yaşayan bedeviler oluştururken, geriye kalan kısmını da hadariler dediğimiz köy, kasaba ve şehirlerde kerpiçten yapılmış evlerde yaşayan yerleşikler oluşturmaktaydı. İslamiyet’in ortaya çıktığı bölgenin Orta ve Kuzey Arabistan olduğu dikkate alındığında, çöl ikliminin hüküm sürdüğü bu bölgedeki hakim yaşam tarzını, “göçebe deve çobanlığına dayalı bedevilik” şeklinde tanımlamak uygun olur. Tarihin çok eski zamanlarında Araplar tarafından ehlileştirildiği bilinen ve açlık ve susuzluğa karşı gösterdiği dirençle çöl ikliminin vazgeçilmez vasıtası haline gelen develer, zamanla bu coğrafya insanının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Öyle ki 57 derece sıcaklıkta 17 gün hiç su almadan 200 kilo kadar yük taşıyabilen olağanüstü hayvanlardır develer. İklim şartlarına bağlı olarak daimî bir göçün yaşandığı bedevi yaşamında, dişi develerden oluşan bir sürü, çok büyük bir servet anlamına gelmektedir. "Bir hafta kendilerine yetecek yiyeceği saklamaya uygun karınları, yiyecek deposu olarak işlev gören yağ hörgüçleri; kum fırtınalarına karşı özel perdelerle donatılmış burunları, çift sıra kirpikli gözleri, içi tüylü kulakları; dikenli bitkileri yemeye uygun ağız yapıları ve bunları hazmedebilen sindirim sistemleri; aşırı sıcağa ve soğuğa dayanma kabiliyetleri ve bir defada 60 litre su içerek bu suyu vücutlarının her yerine hızlı bir şekilde dağıtabilmeleri" gibi özelliklerinin yanı sıra, "fırtınalarda yer değiştiren kum tepelerine rağmen yolunu şaşırmayan güçlü hafızaları" ile develerin, söz konusu coğrafya için yaratıldığından kimsenin şüphesi olamaz. Arapçada deve ile ilgili kelimelerin bir kitap hacmine ulaşacak kadar çok olması, keza Cahiliye şiirinin ana konularından birini develerin teşkil etmesi, onların Arap toplumunda edindiği yeri göstermektedir. Çölde haftalar süren uzun yolculuklarda vücutlarından su temin edilebilen bu hayvanlar, eski dünyada kıtalararası ticarette oynadıkları rolle, medeniyetin gelişmesine de önemli bir katkıda bulunmuşlardır.

Ani baskınlarda veya komşu kabilelerin çadırlarının ziyareti sırasında at tercih edilse de, develer hiç şüphesiz Cahiliye dönemi Arap toplumunun en yaygın binek hayvanları olmuştur. Develerin, yük ve binek hayvanı olarak kullanılmaları dışında, et, süt, deri, gübre, yün ve gölgelerinden de istifade edilmiştir.

İslam öncesi Arabistan’ını en iyi tanımlayabilecek 3 şey, çöl, deve ve bedevidir. Çölün kendine has ağır şartlarını, deve gibi mucizevi bir hayvanla kolaylaştırmış olan bedeviler, genellikle deve yününden yapılmış çadırlarda yaşamaktaydı. Taşınması kolay ve pratik olarak toplanabilen çadırları tercih eden bedeviler, çadırlarında ayrıca silahlarını, kendilerine ve hayvanlarına ait yiyecekleri, kaplarını ve koşum aletlerini de muhafaza etmekteydi. Çadırların kurulup toplanmaları ile tamir işleri kadınlar tarafından yapılmaktaydı.

Image

Yağmurların düşmeye başladığı ilkbahar mevsiminin gelmesiyle yeşillenmiş bölgelere hücum eden bedevi Araplar, hayvanları için uygun mera haline gelmiş bu alanları hemen yaşam alanına çevirirlerdi. Birkaç hafta içinde otları tükenecek olan bu geçici meralardan azami derecede istifade ederler; bir anlamda çok geçmeden gelecek kurak ve kıtlık dolu günler için depolama yaparlardı. Esasında bedeviler devamlı göç halinde olsalar da her kabilenin kendine ait bir merası mevcuttu. Fırtınaların ve yağmurun ne zaman gerçekleşeceğini bilmeye yarayan “ilmü’l-enva” sayesinde geçici meraların yerlerini tayin edebilen bedeviler, bu meralardaki otların tükenmesinden sonra asıl meralarına dönerlerdi.

Sefil denebilecek kıt kanaat şartlarda yaşayan ve ancak zorunlu ihtiyaçlarını temin derdinde olan bedevilerin temel besin kaynakları hurma ve süt idi. Av hayvanları istisna edilecek olursa bedeviler eti, ancak özel misafirleri veya şenlikleri için hayvan kestikleri zamanlarda yiyebilirlerdi. Avlanmaya düşkünlükleri ile bilinen bedevilerin avladıkları hayvanlar arasında, dağ keçisi, yaban sığırı, ceylan, yaban eşeği, tavşan, keklik, deve kuşu ve kertenkele yer almaktaydı. Pişirilerek yenen veya hurma ile karıştırılmak suretiyle ezmesi yapılan çekirge de bedevi sofralarında yer almaktaydı.

Çöl hayatının neden olduğu olumsuz iktisadi ve sosyal şartlar, bedevi kabileler arasında genellikle su ve otlak yüzünden sık sık çatışmaların yaşanmasına neden olmaktaydı. Nitekim Orta Arabistan’ın İslam öncesi tarihinde, “Eyyamü’l-Arab” denen ve geleneklerle kurulmuş kanun ve kuralları bulunan kabile içi savaşlar önemli bir yer tutmuştur. Bazen yıllarca devam eden bu savaşların en meşhurları arasında Besûs, Dâhis ve Ficâr zikredilebilir. Karşılıklı olarak pusuların kurulup, sürülerin ve kadınların çalınıp gasp edildiği bu savaşlarda, cana kıymamak şartıyla baskın vermek ve mal almak meşru sayılıyordu. Düşman kabileye karşı yeterli gücün oluşturulamaması halinde, yandaş kabileler aranıyor ve sonuçta bir kabilenin tümüyle yok olması sağlanıyordu. Hızlı büyüyen ailelerin kısa zamanda büyük bir kabile haline gelmesi de o kabile ile komşu kabileler arasında çatışma nedeni olabiliyor; buna bağlı olarak da bölgede sık sık kabile göçleri yaşanıyordu.

Bedeviler her ne kadar Cahiliye dönemi Arap toplumunun belkemiğini oluştursa da, bölgeden geçen ticaret kervanlarının hareketlendirdiği muhtelif menziller üzerindeki vaha ve vadilere yerleşmiş yarı göçebe unsurla, Arap yarımadasının kıyı sakinlerine yerleşmiş yerleşik topluluklar da Arap yarımadasının toplumsal hayatının önemli halkalarını teşkil etmişlerdir. Ancak bütün bu kesimleri birbirinden kesin hatlarla ayırmamak gerekir. Zira yarı göçebe bir hayat tarzına sahip olup zaman içinde yerleşik hayata geçenler olduğu gibi, bir zamanlar bedevi olan bazı şehir sakinlerinin de göçebeliğe dönüş yaptıkları bilinmektedir.

Bu bakımdan bütün toplumlarda olduğu gibi İslam öncesi Arap toplumunda da nüfusun bütün unsurları, iç içe ve ortak paydalarda yaşamaktaydı. Zira bu kesimlerin birbirlerine ihtiyaçları vardı. Çölün ortasında tek başına kalmış vaha toplulukları himayelerini, binek hayvanlarının hızından kaynaklanan askerî bir üstünlükleri olan bedevilere teslim ederken, bedeviler de muhtelif ihtiyaçlarını bölgedeki yerleşiklerden sağlamaktaydı. Bir anlamda göçebeler yerleşiklerin hurmasını yerken, yerleşikler de bedevilerin deve sütünü içmekteydi.

Ancak Kuzey ve Orta Arabistan bölgelerine nispetle Güney Arabistan’ın çok daha gelişmiş ve şehirleşmiş bir yapı arz ettiğini söylemek mümkündür. Bunda bölgenin gerek tarım, gerekse ticaret imkanları bakımından taşıdığı avantajın önemli bir etkisi olmuştur. Her ne kadar İslâm’ın bölgede ortaya çıktığı ilk dönemlerde Hicaz vahaları, Güney Arabistan ile Akdeniz dünyası arasındaki ilişkileri düzenleyen kervan merkezleri olmaları nedeniyle faal bir ticaret ekonomisine sahip olmuşlarsa da, bu durum Güney Arabistan'ın bölgede oynadığı rolle kıyaslanamaz. Öyle ki Aden limanı ve Kızıldeniz’in Babülmendeb girişi sayesinde Güney Arabistan, söz konusu dönemde Akdeniz ile Uzakdoğu arasındaki ticaretin en önemli kavşak noktalarından biri olarak faaliyet göstermiştir. Göçebelere nispetle daha yüksek bir hayat seviyesine sahip olan sahil bölge halklarının başlıca geçim kaynaklarını da, ticaret, gemicilik, balıkçılık, inci ve sünger avcılığı ile sınırlı miktarda tarım oluşturmuştur.

Geçim Kaynakları

Image

Arap yarımadasında ekonomik hayat, iklim şartları ve toplumsal yapıya bağlı olarak değişmekle birlikte, umumi olarak hayvancılık, tarım ve ticarete dayanmaktaydı. Hakim sınıfı oluşturan bedevîler, çiftçilik, sanat ve zanaat alanındaki faaliyetleri hakir görüp, geçimlerini büyük ölçüde hayvancılık, avcılık ve ticaret gibi yollardan temin ederlerken, yerleşikler daha ziyade tarım ve ticarete dayalı bir hayat sürdürmekteydi. Üç tarafından denizlerle kaplı olmasına rağmen, yarımadada balıkçılık oldukça sınırlı bir alanda yapılmaktaydı.

Ana geçim kaynağı hayvancılık olan bedeviler, zorlu hayat şartlarının bir sonucu olarak sık sık komşu şehir ve köylerle bölgeden geçen kervanlara düzenledikleri baskınları da bir geçim aracı olarak görüyorlardı. Tarihin oldukça erken dönemlerinden itibaren ticaret yollarının çölden geçmeye başlaması, bedevi Arapları kervan saldırıları ve onların mallarına el konulması konusunda oldukça ustalaştırmıştı. Yapılan baskınlarda deve ve yiyecek çalmanın yanı sıra çocuk ve kadınlar da kaçırılıyor ve serbest bırakılmaları karşılığında fidye talep ediliyordu.

Zorunlu ihtiyaçlarını mübadele yoluyla şehirlilerden temin eden bedeviler için ticaretin de önemli bir geçim kaynağı olduğunu vurgulamamız gerekir. Zira hububat, hurma, elbise ve kap-kacak gibi temel ihtiyaç maddelerini; yağ, yün, deve ve keçi kılından mamul kumaşlar, halı, deriden imal edilmiş kırba ve tulum, çuval, ip ve hasır gibi ürünleri satmak suretiyle temin ediyorlardı. Bedevîlerin Arap yarımadasının muhtelif yerlerinde kurulan panayırlara mal götürmek suretiyle girdikleri bu süreç, onları kervan ticaretinde mahir hale getirmiştir. Çok geçmeden bedeviler Hindistan ve Çin’den Yemen ve Kızıldeniz kanalıyla Mısır ve Akdeniz ülkelerine yapılan uluslararası ticarette, hem büyük ticaret kervanlarına deve temin etmişler, hem de kervanların yol güvenliğini sağlayarak onları muhtelif saldırılara karşı korumuşlardır. Mevzilendiği topraklardan geçen yolcu ve ticaret kafilelerine verdikleri kervan muhafızlığı ve kılavuzluğu hizmetlerinin bedevilere kazandırdığı bedel, iktisadi bir rahatlama olmuştur.

Bedevilerin dolaylı yoldan katıldığı bu ticarette, Mekke'nin yerleşik halkını oluşturan şehirli sınıfın aktif bir şekilde yer aldığını görürüz. En önemli ticaret gelirlerini hac için bölgeye gelen hacı adaylarından sağlayan Mekke halkı, her yıl haram aylarda Taif yakınında kurulan büyük panayırlara büyük rağbet gösterir; hurma ağaçlarının gölgesinde kurulan çadırlarda ticaretin yanı sıra birçok etkinlik gerçekleştirirdi. Diğer yandan her yıl ticaret maksadıyla kışın Yemen'e, yazın da Şam'a düzenlenen ticari seferlere katılarak, Yemen - Şam hattında önemli bir bağlantı noktası olan Mekke'nin ticari canlılığına katkıda bulunurlardı.

Siyasi ve İdari Yapı

Image

Mekke'nin yegâne hükümet teşkilatı, muhtelif oymakların başları ve ileri gelenleri tarafından oluşturulan ve "Mele" adıyla bilinen meclis olup, bu meclisin yürütme yetkisi yoktu. Meseleleri müzakere eden Mele'de oy birliği ile alınan kararlar etkili kabul edilir; onun dışında her oymağa bağımsız olma hakkı verilirdi. Basit bir siyasi teşkilatı olan bu yapıda otorite, şeyh, reis, emir, rab, seyyid gibi isimlerle anılan kabile reisinde toplanırdı. Kabilelerin eşit hak sahibi yaşlıları arasından kabile toplantısında seçilen ve zenginlik, şeref gibi özellikleri ile ön plana çıkan kabile reisinin görevi de, hükmetmekten çok hakemlik yapmaktı. Yaptırım gücü olmayan reisin belli başlı sorumlulukları arasında, kabile toplantılarının idaresi, diğer kabilelerle olan ilişkilerde kendi kabilesinin temsili, kabile içi ihtilafların halli, savaş ilanı, savaş sırasında kumandanlık, ganimetlerin taksimi, seyahat ve göç zaman ve vakitlerinin tespiti, kabile fakirlerine yardım edilmesi, anlaşmaların yapılması, misafirlerin ağırlanması, esirlerin kurtarılması, diyetlerin ödenmesi gibi işler yer almaktaydı. Adaletle ilgili durumların hakemlere havale edildiği bedevi sosyal hayatında hakem kararına uymayanlar kabileden atılmaktaydı. Kabilelerin işleri, kabile mensuplarının katıldığı meclislerde halledilmekte olup, bu meclis aynı zamanda reise de müşavirlik etmekteydi. Ceza ve mükafatın yalnızca söz konusu meclis tarafından verildiği bu yapıda, her ne kadar reis başta olmak üzere otorite kabul edilen kimselerin sözüne çok itibar ediliyorsa da herkesin söz hakkı bulunuyordu.

Söz konusu yapı, hiç şüphe yok ki, çölde hayat süren ve çadırlarda yaşayan bedevi Arapların idari geleneğini yansıtmaktadır. Yerleşik bir hayatın hüküm sürdüğü Mekke'deki yapıya gelince, burada çok daha organize olmuş bir yönetim geleneği ile karşılaşmaktayız. Şehrin varlık sebebi sayılan, halkın geçim yollarını oluşturan, bölgenin din anlayışı ile kültür yapısını şekillendiren Kâbe merkezli bir yönetimin tesis edildiği bu yapıda yöneticilik ve hükümet işleri, büyük ölçüde bu mabede yapılan hizmetlerin organize edilmesinden ibaretti. İslam'ın doğduğu yıllarda sayısı onlarla ifade edilen bu görevler, sidane (Kâbe'nin yöneticiliği, kapıcılığı ve perdedarlığı), sikaye (hacılara su bulma ve dağıtma), rifade (fakir hacılara yemek dağıtma), ukab (savaşta bayraktarlık), kıyade (kumandanlık), işnak (borçları ve para cezalarını tespit, ödeme ve ödettirme mercii), kubbe (savaş techizat ve mühimmatının konulduğu çadır), einne (savaş atlarının dizginlenip, sevk ve idaresi), sefaret (elçilik), isar (özellikle yolculuk ve savaş gibi önemli konularda alınacak kararlarda yardımcı olmak üzere şans ve kura yöntemi), hükümet (davalara bakma), mahcere malları (Kâbe'deki putlara bağışlanan para ve mücevheratın idaresi), imare (Kâbe çevresindeki sükûnet ve edebi tesisle görevli birim), nedve ve meşveret (danışma meclisi) gibi hizmet alanlarını içine almaktaydı. Kureyş kabilesinin muhtelif kolları arasında dağıtılan bu görevlerden bazısı çok önemli olmasa da, tüm Kureyş kollarını mutlu etmek ve aradaki rekabet ve kıskançlığı engellemek gayesi ile ihdas edilmişlerdi. Bununla birlikte Kureyş içinde gerçekleşen bu işbölümünün, düzenli bir hizmetin gerçekleşmesi yönünde katkı sağlayacağı ve bölgeye çok sayıda hacı adayını çekeceği de düşünülmüş olmalıdır.

Aile

Image

Kabilenin temelini ailenin teşkil ettiği Arap toplumunda aile yapısı, erkeğin hakimiyeti üzerine oturmakta olup, aile içi akrabalık ilişkileri erkekler yoluyla tesis edilmiştir. Bu bakımdan hem ailenin güçlendirilmesi, hem de kabilenin itibarının artırılması bakımından Arap toplumunda çok sayıda erkek çocuğa sahip olmak oldukça önemli addedilmiştir. Erkekler, fiziki gücün büyük önem taşıdığı zorlu çöl şartlarında, kabilenin en önemli savaşçı unsuru sayılırken ve kadınlar üzerinde mutlak bir üstünlüklerinin olduğu kabul edilirken, kadınlar, toplumsal bir yük olarak görülmüşlerdir. Sosyal itibarı olmayan, miras hakkından mahrum bırakılan, kocasının ölümü halinde dahi çocuğunun velayet hakkını alamayan kadınlar, ancak çocuk dünyaya getirmeleri halinde aileye katılabilme hakkı kazanan ikinci sınıf bireyler olarak algılanmışlardır. Bu bakımdan yeni doğan her kız çocuğu, ailenin değersiz ve yüz kızartıcı bir üyesi olarak muamele görmüş; ölüme mahkum edilmesinde de bir beis görülmemiştir. Kız çocuklarının öldürülmesinde zorlu çöl şartlarının yol açtığı geçim sıkıntısının da etkili olduğu üzerinde durulsa da, kadının hakir görüldüğü ortadadır. Küçümsenen bu rolüne rağmen Arap toplumunda kadının oldukça önemli görevler yüklenmiş olduğu görülecektir. Bedevi erkeklerin savaş ve yağma dışındaki vakitlerinin büyük kısmını, işsiz güçsüz oturarak kadın, aşk ve kahramanlık temalarında konuşarak ya da yakıcı sıcak nedeniyle çadırlarında uyuyarak geçirdikleri bir düzende, bedevi kadınlar bütün bir güne yayılan birçok iş yükü altındaydılar. Çocuğun dünyaya getirilip yetiştirilmesi gibi uzun vadeli rolleri dışında, bedevi kadınların yemek hazırlamak, süt sağmak, yağ yapmak, çamaşır yıkamak, örtü, çadır ve elbise için kumaş dokumak, yün eğirmek, çadır kurmak ve toplamak gibi birçok mükellefiyetleri vardı. Ancak aileyi büyütmenin yolunun, erkek çocuk sayısını artırmaktan geçtiği bu düzende bedevi kadının ana görevi, erkek çocuk dünyaya getirmekti. Cahiliye dönemi Arap toplumunda, kabilenin bir parçası olduğu sürece anlam ifade eden aile yapısının bağımsızlığından bahsetmek mümkün değildi.

Arap toplumunda nikah, kadını ve aile hayatını güvence altına alan bir kurum olmaktan uzaktı. Her ne kadar yaygın evlilik biçimi, bir erkeğin belli bir mehir karşılığında kendisine denk bir soy ve nesebe mensup bir kadınla nikah akdetmesi şeklinde gerçekleşiyorsa da, çok farklı evlilik ve birliktelik biçimlerine rastlanmaktaydı. Bir kadının kocasının uygun göreceği bir kişiyle çocuk sahibi olmak amacıyla bir araya gelmesi, iki erkeğin karşılıklı olarak eşlerini değiştirmeleri, hür olması nedeniyle zina yapamayan bir kadının bir erkekle metres hayatı yaşaması, bir kadının on kişiden fazla olmamak kaydıyla aynı anda farklı erkeklerle evlenmesi, kadın ve erkeğin süreli bir evlilik akdi yapması, üvey oğlun annesi ile evlenebilmesi, iki kız kardeşin aynı anda bir erkeğin eşi olması gibi farklı birliktelik ve evlilik çeşitlerinden bahsedilebilir.

Toplumsal Değerler

Image

Aynı atadan geldikleri kabul edilen ve aralarında nesep irtibatı bulunan insan topluluklarının oluşturduğu kabile sistemi üzerine kurulmuş olan İslam öncesi Arap toplumunda, toplumsal değerleri ve kuralları belirleyen yegâne şey, kabilenin büyükleri tarafından tespit edilen kabile örfü idi. Kendine has kuralları olan ve kendi içinde tutarlılık gösteren koruyucu bir nizam özelliği gösteren bu yapı, can ve mal güvenlikleri başta olmak üzere fertlerin bütün haklarını düzenlemekteydi. Kabile düzeninin dışına çıkmak veya herkes tarafından bilinen bu kuralları çiğnemek, çölün güvenlik sistemi sayılan himayenin dışında kalmak demekti ki, bu da o ferdin intiharı anlamına gelmekteydi. Kabileye mensubiyet, ferde birçok haklar sunmakla kalmıyor; aynı zamanda kabile mensupları arasında kolektif bir sorumluluk anlayışının da oluşmasına imkan sağlıyordu.

Mensup oldukları kabilenin bir parçası olarak bu kolektif bilinçle yaşayan Cahiliye dönemi Arapları, çölün amansız şartları içinde kendilerine özgü bir ahlak ve erdem anlayışı geliştirmişlerdi. Kabile içi dayanışmanın güçlendirilmesinde önemli rolü olan ve mürüvvet ve cömertlik değerleri olarak yüceltilen bu değerler, savaşta cesaret ve dayanıklılığı, yoksullukta kanaatkarlık ve misafirperverliği, toplumuna ve görevlerine karşı sadakati, felaket sırasında sabrı, intikam almada ısrarlı olmayı ve hayatın pahasına dahi olsa her zaman doğruluğu ön plana çıkartmaktaydı. Zayıfın himaye edilmesi, kuvvetliye karşı konulması, önemli meziyetler olarak görülüyordu.

Bütün bunlar kabileyi kenetleyici unsurlar olsa da, kabile mensuplarını birbirine bağlayan asıl unsur, kabile ruhu asabiyetti. Asabiyet, nesepleri bir olsun veya olmasın, kabile üyelerinin bir asılda birleştiklerine inanmaları sonucunda, birbirlerine sağladıkları manevi güç ve desteği ifade eden dayanışma duygusu anlamına gelmekteydi. Zira hem zorlu tabiat şartlarına, hem de rakip kabilelere karşı verilen mücadele, kabile içi dayanışmayı zorunlu kılmaktaydı. Bu bakımdan birlikte yaşamak, birlikte hareket etmek ve haksızlıklara karşı birlikte mücadele etmek durumunda olan bedeviler, çadır ve develeri dışında ortak bir mülkiyete sahipti. Toprak, av, ot, ateş ve su, kabile mensuplarının ortak malı sayılıyordu.

Kabilenin bireyin aidiyet duygusunda edindiği sarsılmaz konum, onlara kutsal addedilen görev ve sorumluluklar yüklemekle kalmıyor; aynı zamanda toplumdaki siyasi ve iktisadi alandaki otorite boşluğunu da dolduruyordu. Kabile fertlerinden birine gelen herhangi bir zararın tazmini konusunda bütün bir kabile seferber oluyor; keza kabile mensuplarından birinin öldürülmesi halinde maktulün intikamını almak için bütün kabile ayağa kalkıyordu. Zira geleneklerin koruma altına aldığı insan canına kıymanın bedeli çok ağırdı. “Kana kan, cana can” şeklinde tanımlanan bu bedel, katile maktulün yakınları tarafından ödettiriliyordu. Aksi takdirde öç almakla mükellef kişi, ömür boyu duyacağı bir şerefsizliğe gömülmüş kabul ediliyordu. Bu bakımdan bazen çok uzun ve kanlı savaşların ortaya çıkmasına neden olabilen adam öldürme konusunda azami bir gayret gösteriliyordu.

Bireylerin hem canını, hem malını koruma altına alan kabile asabiyetinin öngördüğü değerler, buna karşılık bireylerin kabile nizamı ve örfü ile başka kabileler ile yapılmış anlaşmalara itaat etmelerini zorunlu kılıyordu. Hiçbir otoriteye boyun eğmeyen bedevîlerin, kabile örfü karşısında kayıtsız bir teslimiyet gösterdikleri görülmektedir.

Zaten çok güçlü olan kabile bağı, kabileler arasında kurulan akrabalıklarla daha da güçlendiriliyordu. Bu akrabalıklar, hilf, câr ve velâ denen yollarla tesis ediliyor, bu sayede kabilelere katılmalar gerçekleşiyordu. Bunlardan hilf ve câr, kabilesini terk eden veya kabilesinden kovulan bir kimsenin başka bir kabile mensubunun himayesine (câr) girmesi veya müttefiki (halîf) olması anlamına gelirken; velâ savaş veya baskın sonucunda ele geçen veya satın alınan kölenin âzad edilmesi şeklinde gerçekleşiyordu.

Kültürel Ortam

Image

Çetin şartların yaşandığı uçsuz bucaksız çöl hayatında, Arap toplumu kendini şiir ve güzel söz söyleme sanatı gibi çok farklı bir alanda bulmuştur. Hayatın zorluklarına karşı da önemli bir direncin üretilmesini sağlayan bu alan, devamlı hareket halinde olan bir toplum için çok önemli bir birleştirici unsur olmuştur. Malzemesini, aşk, şarap, savaş, zafer, kahramanlık, düşmana duyulan kin, avcılık, tabiat, kabile değerleri gibi konulardan alan Arap şiiri, bir anlamda bedevî hayatının aynası olmuştur. Öyle ki bedevinin hayatına giren her şey, şiire akıtılmıştır. İslam öncesi Arap yarımadasının ana toplumsal zeminini oluşturan çok sayıda eş ve çocuk, sürüler, deve ve atlar, ticaret, yağma ve baskınlar, akınlar, şarap ve kadın merkezli eğlenceler, Arap şiiri ve güzel söz söyleme sanatının ele alıp övdüğü başlıca temalardı. Ülkede büyük saygı uyandıran şiir sanatının ustaları olan şairler, mensubu oldukları cemiyetin sözcüsü, rehberi, bilgini, hatibi, hatta tarihçisi sayılırlardı. Onların alelâde bir insanın elde etmesi imkansız olan tanrısal bir güç tarafından desteklendikleri düşünülür, özel bir ilimle donatıldıklarına inanılırdı. Şairlerin kendi kabilelerini göklere çıkaran, düşman kabileleri ise yeren şiirler söylemesi oldukça yaygın bir tarzdı. Hücumun ve cevabın aynı vezinde olmasının ve aynı uyak ile yapılmasının şart olduğu bu şiirlerden hiciv ile övgü tarzında yazılanlar, en sevilen türlerdi. Ancak hiciv çoğu zaman sövgüye kayarken, övgü de kolaylıkla dalkavukluğa dönüşebiliyordu.

İslam öncesi Arabistan’ında, gerek Güney Arabistan ile Mezopotamya bölgesi, gerekse Akdeniz ülkeleri ile Uzakdoğu arasında gerçekleşen iki yönlü ticaret sayesinde bir takım pazar ve panayırlar açılmıştır. Bu panayırların, gerek Arap toplumsal yapısının canlanmasında, gerekse bölgede belli bir kültür ortamının şekillenmesinde mühim bir etkisi olmuştur. Putperestliğin merkezi oluşu nedeniyle dinî açıdan önemli bir imtiyaza sahip olan Mekke halkı bu imtiyazlarını ticari yönde değerlendirmeyi başarmış ve komşu ülkelerle yaptıkları ticari anlaşmalarla Arap yarımadasındaki ticari ve kültürel hayatın canlanmasına katkıda bulunmuştur. Zira İran dirhemi ve Bizans dinarının kullanıldığı ve Arabistan’da yaşayan bütün kabilelerin katıldığı panayırlar, ticari olduğu kadar kültürel bir alışverişe de kaynaklık etmiştir. Birçok bölgeden hac maksadıyla Mekke’ye gelen ve hac mevsiminde kurulan Mina, Mecenne, Zülmecaz ve Ukaz gibi büyük panayırları ziyaret eden insanlar, bu sayede şiir ve hitabet yarışmalarının düzenlendiği ve birinci gelen eserlerin altın suyu ile yazılıp Kâbe duvarına asılarak ödüllendirildiği Arap kültür muhitini teneffüs imkanı bulmuşlardır.

Okuma yazma oranının çok düşük olduğu Arabistan'da, şiirin yazıya geçirilmesi oldukça geç bir dönemde gerçekleşmiştir. Uzun süre hafızalarda muhafaza edilmiş olan ve kulaktan kulağa nakledilerek İslami dönemlere taşınmış olan şiirin böylesine canlı olarak yaşama imkanı bulduğu Hicaz'ın en büyük kültür merkezi Mekke'de dahi okuma yazma bilenlerin sayısı, rivayete göre yirmiye ulaşmıyordu. Göçebe Araplar arasında okur-yazar bulmak hiç mümkün olmazken, diğer merkezlerde de bu rakam daha aşağılara inmekteydi. Yazmayı öğrenenler, yalnızca buna ihtiyaç duyanlardı.

Okuma yazma oranı düşük olsa da Arapların bilgi ve tecrübelerini aktardıkları belli alanlarda güçlü bir sözlü birikim oluşturdukları söylenebilir. Soy ilmi, efsanelerle karıştırılmış bir tarih geleneği, su ve hava durumları ile kendileri ve hayvanlarının sağlıkları ile ilgili kehanetler, iz sürme mahareti, "Cahiliye ilimleri" arasında sayılabilir.