Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Mabeddeki Çocuklar

2 Eylül 2010 Perşembe Sonpeygamber.info / Yazarlar


Görkemli Dolmabahçe Sarayı’nın karşı kıyısında, mütevazı koyuna çekilmiş beş asırlık mabedin demir parmaklıklarla kafeslenmiş pencerelerinden dışarıya, rüşdüne ermemiş seslerden harmanlanmış nameler süzülüyor. 

Osmanlı Devleti’nin kudretli padişahının, hayatta kalmayı başarmış yegâne kızı için Mimar Sinan’a yaptırdığı mabedin inzivaya çekilmiş kubbesi altında, aydınlık çehreli çocuklar hakikate ürkek kapılar aralıyor. Tilavet ettikleri kitabın bereketinden, şatafatlı Osmanlı sarayının en nüfuzlu kadınları arasında yer alan banisini de nasiplendirerek.

 
Aklı doyururken ruhu olgunlaştıran, bilgi aktarırken (talim), erdemi zerk eden (terbiye) bir anlayışla İslâm’da eğitim, ferdin tüm hayatını kuşatmaktadır. Bu bakımdan İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren eğitim, esas itibariyle kul – Rab ilişkisini öncelemiş; çocuğun eğitimi, kulağına okunan ezan sesiyle başlatılmıştır.
 
Hayatın tüm renkleriyle taştığı dışarıda yaşıtları zamanı eritirken, onlar az sayıdaki penceresiyle dünyaya mesafe koymuş bu mabedin loş hariminde rahlelerinin üzerinden gözlerini aydınlığa açmış; kainat içinde ifade ettikleri kendi kişisel yer ve değerlerini keşfe hazırlanıyorlar. Gayretli hocalarının çabalarıyla, hem kitabı öğreniyor; hem de modern çağın içinde kaybolmuş erdemleri arıyorlar bir bir. Birarada olmak, bir yandan algılama güçlerini artırırken, bir yandan da iradelerine dinamizm katıyor ve öğrenme şevk ve aşklarını daha da derinleştiriyor. Duygu birliği içinde paylaşmayı, edebi, vefayı, vermeyi ve öğrenirken öğretmeyi öğreniyorlar.        

Son dinin sosyal anlamda yaptığı devrimin en çarpıcı yanlarından birini teşkil eden çocuk, İslam’da aileye ve topluma verilmiş kutsal bir emanettir. İslam çöle gömülen kız çocuklarına yaşam hakkı vermekle kalmamış; aynı zamanda ilahî ve manevi bir cevher olan çocuk ruhunun olgunlaşması ve ebedi olana hazırlanması için ebeveyn üzerine ağır sorumluluklar yüklemiştir. Fıtraten ahirete hazır bir ruhla donatılmış küçük bedenlerin, bu dünyada yapacakları yolculukta bozulmamaları için, ebeveynlerin yanı sıra İslam toplumuna da görevler verilmiştir. Günahsız ve masum olarak devralınmış bireylerin eğitimi, bahşedilmiş vasıfların olgunlaştırılması, çocuğun ebedi geleceğine hazırlanması meselesi, İslam’da eğitimin temel esaslarını oluşturmuştur. Eğitim, çocuğa doğuştan bahşedilmiş özelliklerin, yaratana yakınlaşmak amacıyla nasıl kullanılması gerektiğini öğretmeyi hedef edinmiştir. Eğitim, özde var olan mükemmelliği, insana okutabildiği ölçüde meşru sayılmıştır.

Aklı doyururken ruhu olgunlaştıran, bilgi aktarırken (talim), erdemi zerk eden (terbiye) bir anlayışla İslâm’da eğitim, ferdin tüm hayatını kuşatmaktadır. Bu bakımdan İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren eğitim, esas itibariyle kul – Rab ilişkisini öncelemiş; çocuğun eğitimi, kulağına okunan ezan sesiyle başlatılmıştır.

Son dinin sosyal anlamda yaptığı devrimin en çarpıcı yanlarından birini teşkil eden çocuk, İslam’da aileye ve topluma verilmiş kutsal bir emanettir. İslam çöle gömülen kız çocuklarına yaşam hakkı vermekle kalmamış; aynı zamanda ilahî ve manevi bir cevher olan çocuk ruhunun olgunlaşması ve ebedi olana hazırlanması için ebeveyn üzerine ağır sorumluluklar yüklemiştir.

Öte yandan bugün büyük bir hevesle çocuklara dayatılan Batı tarzı eğitimin mahiyeti, İslam’ın öngördüğünden oldukça farklı bir nitelik göstermektedir. Zira İslâm ilahi bir cevher olan fıtratı kutsarken, Batı’da insan, ilk haliyle tabiatın ilkelliğinde barınan bir hayvan olarak algılanır. Eğitimin gayesi, o ilkel varlıktan medeni bir adam üretmektir.

Ne Hıristiyanlık, ne Aydınlanma, ne Sanayi Devrimi, ne de post-modernizm, Batı’nın yenidoğana karşı beslediği bu önyargıyı silememiştir. Batı’nın kâinata bakış açısından neşet eden bu yargı; ilerleme, gelişme, şimdiki zamanın geçmişe üstünlüğü tezlerine dayanmaktadır. İnsanoğlunun, ilkellikten ve vahşilikten, medeniliğe ve erdeme doğru devamlı bir gelişme halinde olduğu; tabiat içindeki ilk haliyle hayvandan pek de farklı olmadığı tezi genel kabul görmüştür Batı’da. Batı’nın dünya tarihi, zaman içinde tabiatı kullanmayı öğrenmiş ve bunu başardığı ölçüde medenileşmiş bir insanlığın hikâyesini anlatmaktadır. Bu anlayışa göre çocuk da gelişmiş insanın tatlı, ama ilkel halidir. Onun gelişmesi, medenileşme sürecinin bir parçası olmak durumundadır. Batı’nın erdem anlayışı budur.

Hıristiyanlıkta çocuk günahkâr doğar, üzerinde o ilk günahın izlerini taşır. Bu sebeple temizlenmesi, vaftiz edilmesi gerekir. Günaha meyillidir. Büyüdükçe Rabbini ancak kilise vasıtasıyla öğrenebilecektir. Kilise hâkimiyetinin egemen olduğu Ortaçağ ve ilk Rönesans sanatında İsa’dan başka çocuk bulunmaz tasvirlerde. Zira çocuk eksiktir.

Aydınlanmayla birlikte gelişen seküler dünya görüşü de bu konuda çok farklı bir bakış açısı sergilememiştir. İnsan, hayvani içgüdülerle hareket etmektedir ve normal şartlar altında kavga ve rekabete yatkındır. Ancak aklı sayesinde ve kendini korumak maksadıyla topluluklar kurabilmiş ve zamanla medenileşmiştir. Bir başka yaklaşıma göre ise insan aklı, doğuşta boş bir sayfadan ibarettir ve çocuğa verilen her tecrübe bu boş sayfaya yazılmaktadır. Bu sebeple çocuğun medeni ölçülerde eğitimi oldukça önemlidir. İlerleme fikrinin siyasal düşünceden tabii ilimlere kadar hemen her yere yayılmasının sonucunda, insanın ilk hali olan çocuğa bakış açısı daha da net bir şekilde belirginleşmiştir. Bu dönemin temel maksadı, çocuğa muazzam ölçülerde bilgi akıtmaktır.

Charles Dickens’ın romanlarında bu eğitim tarzı ince bir şekilde hicvedilmiştir. XIX. yüzyılda gelişme gösteren psikoloji ve sosyoloji sayesinde Batı’nın çocuk anlayışında bu hicivleri dikkate alan bir dönüşüm yaşanmışsa da, değişen sadece çocuğun tarifi olmuştur. O artık küçük ve ilkel bir adam değil; kendine has dünyası, hayalleri ve gerçekleri olan bir yabancıdır medeniyete. Eğitimin amacı, küçük adamı içine bilgi yükleyerek büyük yapmak değildir artık. Gaye, onun yeteneklerini keşfedip geliştirerek, onu çağın gereği olan yeni üretim tarzına hazırlamaktır. Onun dünyasının, çevresindeki yetişkinlerin ve bu yetişkinlerin kurduğu devletin istekleri doğrultusunda değişmesini ve “gelişmesini” sağlamaktır esas olan. Zira sanayi devriminin ihtiyacı olan yetişmiş emek arzı, ancak böyle karşılanacaktır. Eğitimin amacı, insan sermayesi oluşturmaktır.

Her ne kadar Batı’da egemen bu yaklaşımlara itirazlar olmuş ve eğitimin toplumsal sınıf yapısını pekiştirdiğini öne sürenler çıkmışsa da, bu isyan Batılı aydınlar tarafından fıtrattan gelen vahşiliğin medeniyete başkaldırısı olarak algılanmıştır.

Batıya kendi içinden en ciddi itiraz, Rousseau’dan gelmiş; o sadece okulsuz bir toplum istemekle kalmamış, bütün kurumlarıyla medeniyete karşı da bir tavır almıştır. Tabiatın bir parçası olan “ilkel” insanı, Rousseau hür ve fıtraten iyi saymıştır. Ona göre, tarih kötü bir seyir izlemiş ve insan, medeniyet denen yapı içinde kendi kaprislerinin ve suni ihtiyaçlarının kölesi olmuştur. Ancak insanların görevleri ve tabiatın ihtiyaçlarından bahsederken, insanı tabii ve mutlu bir hayvan yapmayı gaye edinen Rousseau da fıtrattaki bu iyiliğin kaynağını keşfedememiştir.

Oysa Batı’nın bir türlü keşfedemediği bu kaynak, ebede uzanan yolculuklarında mabeddeki çocukların en büyük azığıdır.