Modern İran düşüncesinin önemli isimlerinden olan Ali Şeriatî ve Cafer Şehidî bu eserde Hz. Peygamber'in hayatına dair daha önce sayısız kere tekrarlanmış vakaları ve bilgileri nakletmenin ötesinde, konuları modern bir tarih felsefesi ve metoduyla ele alma yolunu seçmişlerdir. |
İslam tarihi boyunca Hz. Peygamber'in yaşantısını konu alan sîret, siyer, meğâzi türünde pek çok kitap yazılagelmiştir. Bu kitaplarda öne çıkarılan veya anlatılan vakalar da genellikle herkesin malumu olan vakalardır. Fakat üslup, bakış açısı, konuyu ele alış tarzı gibi hususiyetler bu kitapların farklı yönlerini teşkil eder. Cafer Şehidî ve Ali Şeriatî'nin ortak kaleme aldıkları Sîret de hem modern dönemde yazılmış olması hem de farklı bir üslup geliştirebilmesiyle Hz. Peygamber'in hayatı hakkında yazılan bu tip kitaplar arasında farklı bir konum edinmiştir. Modern İran düşüncesinin önemli isimlerinden olan Ali Şeriatî ve Cafer Şehidî bu eserde Hz. Peygamber'in hayatına dair daha önce sayısız kere tekrarlanmış vakaları ve bilgileri nakletmenin ötesinde, konuları modern bir tarih felsefesi ve metoduyla ele alma yolunu seçmişlerdir.
Batılı Araştırmacıların Yanılgılarına Cevaplar ve Cahiliye Dönemi Arabistanı
Kitabın Hz. Peygamber'in, doğumundan Medine'ye hicretine kadarki hayatını genel çerçevede anlatan ilk kısmının yazarı Cafer Şehidî, yeri geldikçe Batı'da Hz. Peygamber üzerine yazılmış olan eserlerde bulunan algı çarpıklıklarını da tartışmaya açmıştır. Özellikle Hz. Peygamber'in gelişmemiş bir bedevi kavimde, anne-baba sevgisinden yoksun olarak ve çok ağır şartlarda çalışarak yetiştiği şeklindeki ifadeleri çeşitli açıklamalarla reddetmiştir. Bu noktada Batılı bakış açısının, çöl hayatına ve İslam kaynaklarına dair bilgilerinin eksik olduğunun ve bu tarihi şartları bugünün gözüyle değerlendirme yanlışlığına düştüğünün altı çizilmiştir. Öte yandan bu kaynaklarda bulunan, İslam'ı başka dinlerden (özellikle de Maniheizm'den) etkilenerek ortaya çıkmış bir din olarak gösterme çabalarına da dikkat çeken Şehidî, İslam tarihi kaynaklarının hiçbirinde -özellikle de Maniheizm'le ilgili- böyle bir vurgunun veya böyle anlaşılabilecek bir ibarenin bulunmadığını ifade etmektedir.
Eserin Cafer Şehidî tarafından yazılan ilk kısmında dikkat çeken bir başka taraf ise Cahiliye dönemi Araplarının âdetleri, yaşantıları, sosyal ve siyasî durumları gibi hususiyetlerinin çok belirgin bir şekilde tasvir edilişidir. Bu noktada Cahiliye dönemi Arabistanı'nın birbirleriyle çatışan kabilelerden ve birbirine zulmeden sosyal sınıflardan oluştuğunun altı çizilmektedir. İslam'a olan düşmanlığın da daha çok ekonomik sebeplere dayandığı, İslam düşmanlarının ticari ilişkilerini bozmamak ve ekonomik statülerini kaybetmemek için mücadele ettikleri ifade edilmektedir. Eserde bunun karşılığı olarak İslam, özgürlük dini olma vasfıyla öne çıkarılmaktadır. Kitaptaki bu vurguların, modern bir bakış açısının yansıması olduğu söylenebilir.
Cafer Şehidî, yeri geldikçe Batı’da Hz. Peygamber üzerine yazılmış olan eserlerde bulunan algı çarpıklıklarını da tartışmaya açmıştır. Özellikle Hz. Peygamber’in gelişmemiş bir bedevi kavimde, anne-baba sevgisinden yoksun olarak ve çok ağır şartlarda çalışarak yetiştiği şeklindeki ifadeleri çeşitli açıklamalarla reddetmiştir. |
Ali Şeriatî'nin İslam'ın İlk Devrine Dair Dikkat Çekici Tespitleri
Kitabın, Hicret'ten Vefat'a kadarki ikinci kısmının yazarı olan Ali Şeriatî ise klasik sîret kitaplarından çok daha farklı bir tarzı oluşturmaya çalışmıştır. Bir yandan Hz. Peygamber'in hayatına dair vakaları felsefî altyapılarıyla ele alma yolunu seçen Şeriatî, diğer taraftan da objektif bir bakış açısını korumak gibi bir tutumu benimsemiştir. Özellikle Hicret bahsinin başındaki sosyolojik değerlendirmeler ve hicretin, kapalı toplum yapısından açık topluma (veya medeniyete) doğru bir yöneliş olduğu şeklindeki vurgu oldukça dikkat çekicidir ve hicret hadisesinin İslam tarihi açısından önemini göstermektedir. Öte yandan bu konu dahilinde kapalı toplumlarla açık toplumlar arasındaki farklar üzerine de önemli tespitlerde bulunan yazar, hicret hadisesini İslam'ın açık toplum yapısını tercih ettiğinin göstergesi olarak sunmaktadır. Bu vurguda Ali Şeriatî'nin İran'daki şahlık rejimi sırasında muhalif özgürlükçü cephenin önemli ideologlarından biri olmasının da payı bulunmaktadır.
Kitabın, Ali Şeriatî tarafından yazılan Medine dönemi kısmının dikkat çeken bir tarafı da daha ziyade siyasi vakalar ve savaşlar üzerinde durulmuş olmasıdır. Şeriatî'nin, Hz. Peygamber'in Medine'de kurduğu İslam devletinin dayanak noktalarını ve düşman güçlerle mücadelede seçtiği yöntemleri tespit etmeye çalıştığı ve anlatıyı da bu çerçevede yoğunlaştırdığı görülmektedir. Bu satırlarda Hz. Peygamber, liderlik vasıflarıyla öne çıkarılmaktadır. Yine bu noktada da Şeriatî'nin, Hz. Peygamber'in kurduğu İslami devlet rejiminin özgürlükçü ve demokratik temellere dayandığını vurgulaması önem arz etmektedir.
Eserin, Şeriatî'ye ait olan kısmında dikkat çeken diğer bir özellik ise objektif bir tutumun ve üslubun benimsenmiş olmasıdır. Özellikle Uhud ve Mute savaşları hakkında daha önceki siyer yazıcılarının dillendirmekten imtina ettikleri veya yumuşatarak söyledikleri yenilgi ve geri çekilme durumlarının Ali Şeriatî'nin kaleminde daha net bir şekilde ifade edildiği görülmektedir. Diğer taraftan Hz. Peygamber'in isminin geçtiği noktalarda -Peygamberimiz(s.a.v.) ibaresinde olduğu gibi- sahiplenme bildiren eklerin ve "Hz." gibi hitap ve saygı sözcüklerinin bulunmaması da bu noktada dikkat çekmektedir. Yazar, yazdığı kısmın önsözünde yalnızca Müslümanlara değil, tüm insanlara hitap eden bir sîret yazma amacında olduğunu bu tavra sebep olarak göstermektedir.
Hz. Peygamber'in hayatına dair vakaları felsefî altyapılarıyla ele alma yolunu seçen Şeriatî, diğer taraftan da objektif bir bakış açısını korumak gibi bir tutumu benimsemiştir. Özellikle Hicret bahsinin başındaki sosyolojik değerlendirmeler ve hicretin, kapalı toplum yapısından açık topluma (veya medeniyete) doğru bir yöneliş olduğu şeklindeki vurgu oldukça dikkat çekicidir ve hicret hadisesinin İslam tarihi açısından önemini göstermektedir. |
Ali Şeriatî ve Cafer Şehidî'nin ortak kaleme aldıkları Sîret'in dikkat çeken bir başka tarafı da birtakım konularda iki yazarda da Şiilik'ten kaynaklanan bazı tavır alışların söz konusu olmasıdır. Her ne kadar Ali Şeriatî kendi önsözünde Şii bir yazar olmasına rağmen Ehl-i Sünnet kaynaklarından faydalanarak eserini yazdığını ve bunun Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Şia arasında bir yakınlaşmaya hizmet etmesini umduğunu belirtse de eserin bazı kısımlarında Şii söylemin öne çıktığı görülmektedir. Özellikle ilk üç halifeye ve halife seçiminde görev alan hakem kuruluna dair eleştirilerin sıralandığı kısımda dozu artan bu söylemin, eserin geneline yayılmamış olması ise olumlu karşılanabilecek bir durumdur.
Son olarak Ali Şeriatî ve Cafer Şehidî'nin ortaklaşa kaleme aldıkları Sîret'in modern zamanlarda yazılmış ve modern bir bakış açısını yansıtan ve İslam'ın ilk dönemlerini sosyolojik planda ele alıp yeni bir tarih felsefesinin metotlarını kullanan özgün ve farklı bir çalışma olduğunun altını çizmek gerekmektedir.
OKUMA PARÇASI: HİCRET
Müslümanlar İslam tarihinin başlangıcı olarak ne Hz. Peygamber'in doğumunu, ne İslam tarihinde bir dönüm noktası olabilecek Mekke'nin fethini, ne de Kur'an-ı Kerim'in inmeye başladığı ilk günü takvim başlangıcı olarak kabul etmiştir.Hicretin takvim başlangıcı olması, şüphesiz tarihi şartlar çerçevesinde Müslümanların ve İslam'ın tarihinde önemli bir dönüm noktası olmasından kaynaklanır. İranlı Müslüman sosyolog, aktivist ve düşünür Ali Şeriatî'nin geniş perspektifinden bu konudaki yorumunu sizlerle paylaşıyoruz.
Hicret
Toplum ve dinlerin başlangıçtan günümüze değin kapalı veya açık olmasını belirleyen temel etken; insanın (birey-toplum olarak) toprakla olan ilişkisidir. Bu etken din, toplum ve dünya görüşünün kapalı olmasını sağladığı gibi donukluk ve statikliğin nedenlerini de belirleyen etkendir de.
Kendi dar kalıpları çerçevesine sıkışan bir toplum doğal olarak kapalı olur ve yükselme, gelişme ve değişimden yoksun kalır.
Buna bağlı olarak bir toplumun mazrufu olan; akıl, duygu, düşünce, bilim, teknik, kültür, din ve dünya görüşü ya donuk ve durağan kalır, ya çürür ya da yok olur. Batı, Ortaçağın kapalı kaleleri ardında dünyanın merkezi olarak Avrupa'yı ve dünya dini olarak da Katolikliği biliyordu. İnsanlığı ise salt, "beyaz derili, sarı saçlı ve mavi gözlü" olanlardan müteşekkil bildiğinden diğer insanları sürü gibi güdülmesi gereken kafirler olarak bilirdi. Cenova'nın doğusu karanlıklar içinde, tuhaf ve barbar insanların yaşadığı topraklardı. Lizbon'dan ötesi yani dünyanın batısı okyanuslarla kaplı, yani yok... Kendi kapalı kalelerinden bin yıl yaşamaları bundandı. Haçlı Seferleri ansızın kalelerin kapısını doğuya açtırdı. Kale doğuya açıldı. Kendinden başka hiçbir dini görmemiş olan Hıristiyanlığın gözleri İslâm'la açıldı. Batı'nın kapalı kalelerinden milyonlarca insan dışarı taştı. Alp dağlarının ötesinde başka insanlar, başka toplumlar ve başka bir dünyanın var olduğunu gördüler. Gözlerinin önüne yepyeni ufuklar açılırken dünya da belleklerinde iki kat daha büyüdü. "Biz"den başka "diğerlerini" ve "buradan" başka "diğer yerleri" de görüp tanıdılar. Ardı karanlık şatolar aydınlandı. Bakış açıları ve ufukları genişledi. Sağlam, tutucu bağlar dağıldı. Sayısız kalıplar parçalandı ve bir cümbüş başladı. Eğer sosyolojik terminolojiyle ifade etmek istersek M.S. 395 yılından itibaren bin yıldan fazladır durgunluk ve kapalılık evresinde yaşayan ya da takılı kalan "sosyal zaman" ibresi harekete geçti ve anbean ilerleme katetmeye başladı.
Haçlı seferlerinden önce varolan gerici bağlar ile, gevşek temelleri dağıtan bu yeni kabullenişler, dünyayı, Batılılara çok geniş ve değişik boyutlarla tanıtarak onlarda dünyaya yöneliş tutkusunu uyandırdı. İnsanlar, aşırı bir merakla yeryüzünün yeni bölgelerini, ellerinin ulaşmadığı ufukları araştırmaya ve tanımaya yöneldi. Doğudan batıya kadar dünyayı dolaşmak için yeni yollar keşfedildi, İşte bu nedenle, 15 ve 16. yüzyıllarda, coğrafî keşifler, yeni ticari yollar, Dünya'nın etrafını dolaşma gibi çalışmalar doruk noktasına ulaştı. Doğudan Asya ve Afrika'dan sembol ve efsaneler taşımak, batıda Amerika gibi bir toprak parçasını keşfetmek türünden eylemler Avrupa için şunu zorunlu kılıyordu: Dünya görüşleri büyük ve değişmeye elverişli bir yapıya dönüşerek, bu dünya görüşü temeli üzerinde büyük Batı uygarlığı bina etmek.., Bu nedenle, tarihçiler ve sosyologlar; Haçlı seferlerini (Batılı yığınların doğuya hicreti) ve coğrafî keşifler ile Dünyanın etrafının dönülmesini (Amerika, Afrika ve Asya'ya hicret) Avrupa'nın uyanışının ilk nedeni olarak kabul ederler ki bu hicretler çağdaş Avrupa uygarlığının doğuşunun temel etkenidirler.
Benim kanıma göre, açık ve kapalı toplumlar ile uygarlıkları; insanlık tarihi boyunca etüd etmek, bu bilimsel gerçeğe, sosyolojik bir kanıt getirme niteliği taşıyacaktır. Çünkü hicret -toplum bağlarının topraktan kopması- insana, hareketli, değişken ve yaygın bir dünya görüşü kazandırır. Toplumsal, düşünsel, duygusal ve dinsel buzlaşmış kalıpları paramparça eder. Statik toplum, ivme ve dinamizm kazanır. Hicret bizzat büyük bir insanî dinamizm ve değişim etkenidir. Önce bakış açılarına, sonra topluma aktivite kazandırır. Toplumu kendi donuk çerçevesinden çıkararak, ileri noktalara ve kemal boyutlara ulaştırır.
Öyleyse her uygarlık çehresinin altında bir hicret etkeni yatmaktadır. Dinlediğimiz her büyük toplumun efsanesi veya tarihe malolmuş hikâyesi bir hicreti anlatmaktadır. İşte bu nedenle Kur'an'da, İslâm tarihinde, Peygamber'in hicreti için söylenenler, -çokça anlatıldığı gibi- salt soyut bir olay değil, büyük bir sosyal temeldir. Eğer İslâm'ın bu yapısına dikkatle bakarsak hicretin bu misyonunu kolayca farkedebileceğiz.
Müslümanların Habeşistan'a her iki hicreti de Peygamber'in emriyle gerçekleşmişti. Yerleşik Arap halkı ilk defa vadilerle kuşatılmış Mekke'den, bir denizi aşarak, bir başka yere, dış bir ülkeye hicret ediyordu. Yeni bir ulus, yeni bir din, yeni bir sosyal yaşantı ve yeni bir toprak parçasıyla tanışıyorlardı. Bundan sonra büyük hicret Medine'ye yapıldı. Medine'nin kapalı kapıları dışa açılırken, Mekkeli muhacirler de yeni bir çevre ve yeni toplumsal şartlarla tanışıyorlardı. Medine'de Peygamber'in izlediği politika... Çevre kabilelerle sürekli ilişki... Nüfuz çemberinin genişletilmesi... İmkânların elverdiği en uzak noktalara kadar uzanabilme... Her taraftan insanların Medine'ye akın akın gelmesi... Tebliğci ve elçilerin yarımadanın her tarafına, hatta en uzak noktalarına kadar uzanması... İran, Doğu Roma, Mısır ve Yemen ile ilişki... İşte uzak yakın o günün dünyasının her noktasına uzanmak, ulaşmak isteği. Peygamber'in Arap toplumunu salt açık bir topluma dönüştürmek isteğinin bir delili değildir. Aynı zamanda Peygamber'in sözlerinde ve Kur'an âyetlerinde hicretin, özellikle de hicret türlerinin en üstünü olan itikadî ve düşünsel hicretin büyük ve kutsal bir temel olarak, hatta insanî bir yükümlülük olarak telakki edilmesinin en açık göstergesidir de.
"Kuşkusuz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Bakara, 218)
Kur'an'da hicret kelimesi, genel ve mutlak anlamıyla kullanılmaktadır. Sosyal dilbilim literatüründe ise hicret kavramı, (bir noktadan diğer bir noktaya hicret) anlam derecesi itibariyle;63 yeryüzünden çok yükseklere, ruhun yüce mertebelerine, manevî ve ahlakî çatının zirvesine, düşünsel devrimlerin doruğuna oturmuştur. İşte bu nedenle biz, "hicret" adındaki çok derin anlamlar ve büyük Özler taşıyan bir kelimeyle karşı karşıyayız. Kavramanın ulaşabildiği ve ulaşabileceği her noktada, hicretin enginliğini ve derinliğini bir başka boyutuyla kavramak mümkündür. Kur'anî bir müslüman (mevcut rnüslüman türlerinden farklı bir müslümandır.) İmandan hemen sonra, cihaddan da önce, kendini, büyük bir asılla ve kesin bir emirle karşı karşıya buluverir: içerde hicret, dışarda hicret... Yeryüzünde hicret... Ruhun derinliklerine hicret... Artık kalınılacak yer olmaktan çıkan yerden dışarı çıkmak... Artık lâyık olmayan ve değersiz olan halden uzaklaşmak... Hicret, salt doğum yeri olan topraktan ayrılmak değildir, aynı zamanda insanın kendi özünden uzaklaşmasıdır da... İşte bu nedenle İslâm, hem toplumu bir daha statikleşmemek üzere harekete geçirir, hem de bireyi... İnsanı dıştan bir devinime içten bir devrime çağırır. Ancak böyle olunca insanı, durgunluk, çöküntü ve donukluktan kurtarıp, hareket, yücelme ve sürekli bir devrime koşturabilir ve bunu da hicretin bilimsel mucizesiyle gerçekleştirir. Afak'a hicret... Enfüs'e hicret...
Kitabın Künyesi
Adı: Sîret
Yazar: Ali Şeriatî - Cafer Şehidî
Çeviren: Kerim Güney
Yayınevi: Ayışığı Kitapları (Kitabevi Yayınları)
Yayın Yılı: 2000
Sayfa: 180