Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Ramazan Hasbihali

8 Temmuz 2013 Pazartesi Sonpeygamber.info / Yazarlar


 

Aişe radıyallahu anhâ demiştir ki,  Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana hitaben şöyle buyurdu:

Ey Âişe! Günahları küçümsemekten sakın. Zira, Allah adına onların (her birinin) bir takipcisi vardır.[1]

* * *

Ramazan ayı gibi, büyük ölçüde toplumu olumlu yönde etkileyen zaman dilimlerinde herkesin kendisini, geçmişini derin ve etkin bir denetimden geçirmesi, gerek duygu ve düşünce, gerekse davranış olarak yapıp ettiklerine iyice bir dikkat etmesi, özeleştiri yapması öncelikli görevdir.

Günaha Bakış

İnsan olarak düşünce ve davranışlarımız “doğru”, “yanlış” veya “hata”, “savab” değerlendirmelerine tâbidir. Bu çerçeve, aslında insanoğlunu ister istemez uyanık olmaya zorlamaktadır. Buna rağmen, bildiğimiz ve yaşadığımız bir gerçek vardır ki, o da hayatımızın doğru ve yanlışlardan oluştuğudur.

Günahın, hatanın, yanlışın ve anormalin işlenip normal görülmesinde, her zaman öne çıkmasa da, aslında onu önemsiz, küçük, basit görme yanılgısı yatmaktadır. Hatayı önemsememek ya aynı hatanın tekrarına ya da yeni hataların işlenmesine zemin hazırlar. Bu yanıltıcı psikoloji giderek çok daha büyük yanlışların yapılmasına sebep olur. Bu konuda bireyler ve toplumlar aynıdır. Hatasını küçük gören, önemsemeyen birey ve toplum zamanla hatalar yığını altında kalmaktan, hatta bazen hataları doğru saymaktan kurtulamaz.

Ramazan ayı gibi, büyük ölçüde toplumu olumlu yönde etkileyen zaman dilimlerinde yaygınlık ve yoğunluk kazanan dînî havanın tesiriyle daha doğru ve tarafsız değerlendirme ve denetim yapma imkânı yakalanmış olur. Af ve bağışlanma ümidi artar. Böylesi ortam ve fırsatlarda herkesin kendisini, geçmişini derin ve etkin bir denetimden geçirmesi, gerek duygu ve düşünce, gerekse davranış olarak yapıp ettiklerine iyice bir dikkat etmesi, özeleştiri yapması öncelikli görev haline gelir. Bu sebeple gelin isterseniz, hata ve günahlarımıza nasıl baktığımızı, daha doğrusu onlara yaklaşımımızın nasıl olması gerektiğini birlikte bir hasbihal edelim.

İçimizde “Benim böyle bir derdim yok” diyebilecek bir kimsenin olacağını düşünemiyorum. Farz-ı muhal, böyle biri varsa, onun en büyük derdi, kusursuz olduğunu sanması ve buna inanmasıdır. Çünkü kul, kusursuz olmaz. Olursa, kul olmaz.

Öte yandan yaratılışın sebebi, yüce rabbimizin bildirdiğine göre, biz insanları cezalandırmak değil, kimin daha güzel işler yaptığını/ameller işlediğini denemektir.[2] Böyle olunca, güzel amelleri çoğaltmak, hataları ve yanlışları azaltmak için sorumluluk duygusuna ve bilinçli bir gayrete ihtiyaç var demektir. Bunun için de önce sağlam ve doğru ölçülere sahip olmak sonra da tam anlamıyla uyanık davranmak lazımdır.

İnsanların tabiatı ve dolayısıyla olaylara bakışı da az çok farklıdır. Kimileri küçük şeyleri büyütme, kimileri de ağır ve büyük şeyleri küçük ve önemsiz görme eğilimindedir. Oysa her iki yaklaşım da hem sahibini ve hem de şâhidini yanıltabilir. Her şeyi yerli yerine koyup değerlendirebilmek ise, tam anlamıyla âdil davranmak, olması gerekeni, gerektiği şekilde yapmak demektir.

Bir de gerçekte “büyük” olmasına rağmen, zamanla insanlar tarafından önemsenmeyen, “küçük” görülen bazı fiiller olabilir. Bu durum “…Onu önemsiz bir iş sanıyorsunuz. Oysa o, Allah katında büyük (bir günah) tır…”[3] âyetinde açıklanmış bir gerçektir.

Diğer taraftan toplumsal bir gerçek de şudur: Bazı şeyleri özellikle de hata, günah ve yanlışları önemsememe veya küçük görmekte, o tür işlerin toplumda yaygınlaşmış olmasının payı büyüktür. “Herkes böyle, toplum böyle, el ile gelen düğün bayram” gibi yanıltıcı yargılar, kötülük ve kötülerin toplumda gerçekten yaygınlaşma ve benimsenme şansını arttırmaktadır. Yaygınlık ya da çoğunluğun şöyle veya böyle olması, aslında hiçbir yanlışı yanlış, hiçbir hata ve günahı da hata ve günah olmaktan çıkarmaz. Yani bu konularda çoğunluk ve yaygınlık mâzeret olmaz. Tahfif sebebi de sayılmaz. “Çoğunluğa uydum” demek, kimseyi sorumluluktan kurtaramaz.

Günahları küçümsemenin temelinde, Allah korku ve saygısının azlığı yatmaktadır. O halde hatayı küçümsemek kendi kendini aldatmak demektir. Zira zamanla altından kalkılamayacak bir günah ve hata yığını ile karşı karşıya kalınabilir.

Farklı İki Yaklaşım

Büyük sahâbi Abdullah İbn Mes’ud radıyallahu anh’ten mevkuf olarak nakledilen bir rivâyette, kişilerin kendi günahlarına karşı farklı iki yaklaşım içinde olduklarına dikkat çekilmektedir:

“Mümin, günahlarını içinde öylesine büyütür ki, sanki kendisi bir dağın eteğinde oturuyormuş da dağ üzerine çökecekmiş gibi görür. Günaha düşkün (fâcir) kişi ise, günahlarını, burnunun üstüne konan (hemen uçuverecek) bir sinek gibi görür.”[4]

Mümin ve fâcir/günah düşkünü kişilerin gözünde ve psikolojisinde günahın yeri böyle olunca, yeni günahlara dalma ve kaçınma tavırları da bu anlayışlarına göre farklı biçimde şekillenecektir. Toplum boyutunda böyle bir farklılığı, büyük sahâbî Enes İbni Mâlik radıyallahu anh, tâbiîlerden bir gruba yaptığı uyarıda açıkça dile getirmektedir: “Siz kıl kadar bile önemsemediğiniz birtakım işler yapıyorsunuz ki, biz onları, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında helâk edici büyük günahlardan sayardık.”[5]

Hadisimiz, Enes İbni Mâlik hazretlerinin kanaatine göre, tâbiîn neslinden kimilerinin gözünde pek küçük görülen bazı fiillerin Resûlullah zamanında sahâbîler tarafından helâk vesilesi kabul edildiğini, bu ilk iki nesil arasında bile bazı konularda bu derece yaklaşım ve değerlendirme farkı olduğunu bildirmektedir.

Hadis ilmi usûlü açısından, bir konuda “Resûlullah zamanında” kaydı konulursa bu, Hz. Peygamber’in de o bildirilen görüşte olduğu anlamına gelir. Enes b. Mâlik hazretlerinin “helak edici büyük hata sayardık” beyanı, Hz. Peygamber’in de aynı kabul ve tavır içinde olduğunu gösterir. Yani bu beyan “sarâhaten /açıkça merfu (Hz. Peygamber’e ait)” bir açıklamadır. Nitekim Hz. Peygamber’in konuya ait başka uyarıları da bulunmaktadır. Sehl b. Sa’d radıyallahu anh’ın rivâyet ettiğine göre Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Günahları küçümsemekten sakının! Küçümsenen günahlar, vadinin ortasına konaklamış bir topluluğun durumuna benzer ki o topluluktan her kişi, küçük birer çalı-çırpı getirir. Neticede bu getirilen çalılar, o topluluğun ihtiyacı olan yiyeceklerin pişirilmesine yetecek büyüklükte bir yığın oluşturur. Günahları küçümsemek, sorumlu tutulması halinde sahibini helak eder.”[6]

Konu aldığımız hadîs-i şerîf’te de Hz. Peygamber doğrudan Hz. Âişe vâlidemize hitaben;

Ey Âişe! Günahları küçümsemekten sakın. Zira, Allah adına onların (her birinin) bir takipcisi vardır”[7] buyurmaktadır.

Büyük sahâbî Ebû Eyyûb el-Ensârî radıye anhü’l-Bârî de şöyle demiştir:

Kişi iyilik yapar ve ona güvenir, küçük hatalarını unutur. Bu durumda Allah’a kavuşur, bir de bakar ki o küçük hatalar onu kuşatıvermiş. Yine kişi de vardır; günah işler fakat Allah’ın azabından kurtulmuş olarak Allah’a kavuşuncaya kadar sürekli o günahını affettirme gayreti içinde yaşar.”[8]

Esasen olgun mü’min, günah ve hatalarını değil, güzel amellerini azımsar. Gerçekten küçük de olsa, kötü iş ve amellerinin korku ve pişmanlığıyla yaşar. Hatta o kadar ki o, ağzından çıkacak herhangi bir kelimeyi de dilin ameli olarak algılar ve asla küçük, basit görmez, önemser. Çünkü bazen dikkatsizlik ya da küçük görülerek söylenen öyle sözcükler olur ki, -Allah korusun- insanı imandan eder.

O halde bazı işleri, sözleri, hataları ve yasakları küçük görmek, önemsememek; birçoğumuzun asıl yanılgısını oluşturur. Bu durumu dikkate alarak, daha bilinçli ve sorumlu müslüman olmaya çalışmak, bizleri ilerideki faydasız pişmanlıklardan kurtaracak tek yoldur. Bu mübarek ayda böylesi bir uyanıklığı kazanmaya çalışmak, fert ve toplum olarak, yaşadığımız dinî ve ahlâki karmaşadan ve kirlilikten biraz olsun uzak kalmamıza yardımcı olacaktır.

Yukarıdan beri söylediklerimizi özetleyecek olursak;

a. Günahları küçümsemenin temelinde, Allah korku ve saygısının azlığı yatmaktadır. O halde hatayı küçümsemek kendi kendini aldatmak demektir. Zira zamanla altından kalkılamayacak bir günah ve hata yığını ile karşı karşıya kalınabilir.

b. Kemal ve kurtuluş, -küçük de olsa- hatayı büyük görüp affettirmek için; iyiliği –büyük de olsa- küçük görüp arttırmak için çalışmakla elde edilir.

c. Ashâb-ı kirâm, Allah’a karşı duydukları derin saygıdan dolayı, küçük-büyük hata ve günahlardan uzak kalmaya gayret ederlerdi. Çünkü onlar hatanın küçüklüğünü değil, emrine karşı gelinen Allah’ın büyüklüğünü dikkate alırlardı. Olgun müminler de mümkün olduğunca böyle düşünüp aynı şekilde davranmaya çalışmalıdırlar.

Rahmet, mağfiret ve kurtuluş mevsimi olan Ramazan’dan bu yönde yararlanmaya çalışmak herhalde Ramazan günlerinin en isabetli işi olacaktır. Aksi halde soru ortadadır?

İnsanın Ramazan ayında da bağışlanmazsa ne zaman bağışlanacağı sorusu sevinç yumağının içine, tam orta yerine kuşku özünü bir atom çekirdeği gibi yerleştiren bir sorudur.

Ramazanda Değilse, Ne Zaman?

Dün gece notlarımı karıştırırken bir kayıt buldum onlar içinde. Bu bir hadis-i şerifti. Enes b. Mâlik radıyallahu anh, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmekteydi:

“Hâza Ramazan kad câe.

Tüftahu fîhi ebvâbu’l-cenne

ve tuğlegu fîhi ebvâbü’n-nâr

ve tüğallu fîhi’ş- şeyâtîn.

Bu’den li men edreke ramazane felem yuğfer lehu.

İzâ lem yuğfer lehu fîhi, femetâ?”[9]

Önce sevindim, sonra düşündüm ve takıldım bir kelimeye. Bu bir kelimeden duyduğum dehşeti paylaşmak istedim sizinle.

“Yine Ramazan geldi

Tüm mağfiret imkanlarıyla.

Cennet kapıları ardına kadar açık.

Cehennem kapıları sonuna kadar kapalı.

Şeytanlar bağlı, kısıtlı.

Böyle bir aya erişip da bağışlanmamış olana yazık!

Ramazanda da bağışlanmazsa insan,

Peki başka ne zaman?”

“Yine hazan mevsimi geldi” diye hayıflananlara, benim gibi ömrünün son baharını yaşayanlara herkesten daha anlamlı, acı ve belki de etkili bir uyarı, bir soru, bir hatırlatma. “Ramazanda değilse, peki ne zaman?

Sizi bilemem ama ben, bu “peki ne zaman, femetâ!” sorusu kadar bana etki eden, düşündüren, yüreğimi hoplatan, beynimi zonklatan bir başka “ne zaman” sorusu hatırlamıyorum.

Sevinç yumağının içine, tam orta yerine kuşku özünü bir atom çekirdeği gibi yerleştiren bu soru…Karalanmış, kirlenmiş ömür defterini temizleme ümidinin doğduğu mevsime yönelik en acı sonu hatırlatan bu soru… Ne yapıp edip aklanmak gereğini vurgulayan, bu iş için “başka zaman yok” diyen ah bu soru…

Sarstı beni, yüreğimi, ümitlerimi tâ derinden…

Yalnızlık kötü be dostlar böyle dehşet anlarında. Yaklaşın biraz hisleriniz, duygularınızla… Siz de etkilenmediniz mi? Siz de korkmuyor musunuz? Siz de kendiniz için “acaba” demiyor musunuz?

Yoksa hazırlığınız tamam, niyetiniz sağlam, yüreğiniz ayakta, mağfiret sağnağında tepeden tırnağa aklanmaya paklanmaya hazır mısınız? Sonuçtan emin misiniz?

Böyle bir itminan haline gıbta edilmez mi?

Ama ben hâlâ o “peki ne zaman?” sorusunun hatırlattığı talihsizlik ihtimaline uğramaktan, aklanamamaktan, rahmet mevsiminde susuz kalmaktan, yıkanamamaktan korkuyorum. Aşamadım bu korkuyu… Umudum kıpırdıyor içimin derinliklerinde… Hissediyorum onu… Ama korkum gözümün önünde, beynimin içinde baskın bir konumda, dimdik ayakta duruyor…

Korkuyorum işte be dostlar, korkuyorum. “Peki ne zaman?”

“Bu ramazan, evet bu ramazan!” diyebilsem, bu cevabı şöyle bütün gücümle avazımın çıktığı kadar yürekten bir bağırabilsem, buna bir niyet, bir ahd edebilsem rahatlayacağım. Evet rahatlayacağım.

Niyetlerinizle, dualarımızla destek olur musunuz bana dostlar?

Ben size, sizin için geçerli olmasın bu “peki ne zaman?” sorusu diye dua ediyorum. Bu ramazan, mağfiretinizin adı, aklanmanızın tadı olsun” diyorum.

Ve soruyorum bir kere daha kendi kendime;

Aklanmak, “Ramazanda değilse peki, ne zaman?”



[1]     Dârimî, Rikak 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 70, 151. Ayrıca bk. İbn Mâce, Zühd 29

[2]     Bk. Mülk sûresi (67), 2

[3]     Nûr sûresi (24), 15

[4]    Bk. Buhâri, Daavat, 4.

[5]    Buhârî, Rikak 32

[6]    Ahmed b Hanbel, Müsned, V, 331

[7]     Dârimî, Rikak 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 70, 151. Ayrıca bk. İbn Mâce, Zühd 29

[8]     Bk. İbn Hacer, Fethü’l-Bârî, XI, 337 (Esed b. Mus’a’nın Kitabü’-zühd’ünden naklen)

[9]     İbn Ebî Şeybe, Musannef, II, 270; Taberâni, el-Mu’cemü’l-evsat, VII, 323; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, III, 143; Münzirî, et-Tergîb ve’t-terhîb, II, 99.