Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Sa’d’ın Köşkü Neden Yakıldı?

13 Aralık 2009 Pazar Sonpeygamber.info / Yazarlar


Bahreyn valisi Ebu Hureyre, zorlu bir yolculuktan sonra nihayet hilafet şehri Medine’ye yetişir ve akşam vakti ayağının tozuyla halifenin kapısında alır soluğu. Bir eliyle uzun yolculuğun meşakkatinin sindiği kirli entarisini halifenin gözlerinden kaçırırken, diğer eliyle de önündeki emanete işaret eder: “Ey müminlerin emiri! Buyrun, emanetiniz.”

Yolculuk boyunca üzerine titreyerek taşıdığı emanetin, yolculuktan daha çok yoran yükünden bir an önce kurtulmak istemektedir.

Halife, Bahreyn’den gelen bu ilk hâsılatı merak etmektedir, sorar: “Ne kadar?”

“Beş yüz bin dirhem.”

Rakamlar gayba uğrar halifenin zihninde. Gaybın karanlığını dağıtmak istercesine yeniden sorar: “Beş yüz bin dirhem ne kadar ki?”

Şaşkındır vali; halifeye basit hendese hesabı vermekten utanarak fısıldar adeta: “Beş tane yüz binin toplamı kadar.”

Halifenin fısıltıya inat, güçlü cevabı çarpar valinin yorgun yüzüne:

“Uykusuzsun galiba. Şimdi git, dinlen; sabah olunca gel!”

Vali bitkin bedenine ve halifenin heybetine karşı duramaz, emanetiyle uzaklaşır. Sabah yeniden halifenin huzurundadır. Yolculuk kirini atmış; ama emaneti bir gece daha taşımış olmanın yorgunluğunu atamamış bir halde.

Halife meblağı teyit eder. Cevap değişmez: “Beş yüz bin dirhem.”

Halife müjde üfler Medine sokaklarına: “Ey insanlar! Biliniz ki bize çok miktarda mal geldi. Ölçmemizi isterseniz, ölçeriz. Saymamızı isterseniz, sayarız. Tartmamızı isterseniz, tartarız.”

Hz. Ömer döneminde İslâm ordusunun yol aldığı İran ve Bizans topraklarından her gün gelen yeni zafer haberleri, beraberlerinde Medine’ye, bu toprakların servetini de taşımaktadır. Hiç şüphesiz İslâm davetinin bereketidir Medine’ye akan bu zenginlik. Ancak ne Medine alışkın ve hazırdır böyle yüklü bir mirası kaldırmaya, ne de halife ve müminler.

Müslümanların, efsanevi bir savaş gücüne sahip olduğunu düşündükleri Sasanî serveti yanında adı bile anılmayacaktır kısa bir süre sonra bu meblağın. Peygamber yâranı Ebu Bekir (ra)’den hilâfeti devraldığında, bir dinardan başka bir şey yoktur devletin hazinesi Beytülmal’de. Zira gelen mütevazı miktarlardaki ganimet dağıtılır; hür ya da köle, erkek ya da kadın ayrımı gözetilmeksizin bütün Müslümanlar eşit olarak hisse alırdı bu mallardan. Bu yüzden bekçisi dahi yoktu Beytülmâl’in.

Ganimeti eşit olarak dağıtmasına itiraz edenleri ve İslâm’a ilk girenlerle sonra girenler arasında bir fark olduğunu ileri sürerek fazilet sahiplerinin daha çok hisse alması gerektiğini savunanları hep şu sözlerle geri çevirmiştir Ebu Bekir (ra): “Fazilet ve İslam’a girmedeki öncelik meselesini hepinizden iyi ben bilirim. Bütün bunlar, sevabı Allah’a ait olan hasletlerdir ve karşılıkları ahirettedir. Dağıttığım şey, geçim vasıtasıdır. Geçimde eşitlik, tercih ve takdimden daha hayırlıdır.”

Buna mukabil, Hz. Ömer döneminde İslâm ordusunun yol aldığı İran ve Bizans topraklarından her gün gelen yeni zafer haberleri, beraberlerinde Medine’ye, bu toprakların servetini de taşımaktadır. Hiç şüphesiz İslâm davetinin bereketidir Medine’ye akan bu zenginlik. Ancak ne Medine alışkın ve hazırdır böyle yüklü bir mirası kaldırmaya, ne de halife ve müminler.

Haliyle ne devletin yapısı ne de insanların refah seviyeleri artık Ebu Bekir (ra) dönemine benzemektedir. Ordunun, binek, azık ve silahını kendi temin eden düzensiz kabile mensuplarından oluştuğu ilk dönemlerde fetihler, ancak makul bir geçimlilik seviyesi tesis edecek kadar ganimet geliri sağlarken; Arap yarımadasından taşan davet ruhu artık önemli bir zenginlik kaynağı olmaya başlamıştır.

Yermük ve Kadisiye’den itibaren büyük fetihlerle bölgeye sağanak halinde akan ganimetler, önemli toplumsal dönüşümler başlatacak çaptadır. Zira miktarlar oldukça göz kamaştırıcıdır: Dicle ile Fırat arasındaki Sevad bölgesinden 80, Kabil'den 120, Mısır'dan 140 milyon dirhemin geldiğinden bahsedilirken, İran'ın başkenti Medain’den asker başına 12 bin dirhem geldiği zikredilmektedir. Asker sayısının 60 bin olduğu göz önüne alındığında hesap ortadadır.  

Hz. Ömer döneminin İslâm toplumu, Hz. Ebu Bekir döneminde dağılma geçiren Medine şehir devletinin dâhili yapısından çok uzaktır artık. On bir sancak dikilerek iman birliği tazelenen ve yeniden itaat altına alınan Arabistan, şimdi çok farklı bir sınavdan geçmektedir.

Zaferler sonrasında Müslümanların yaşamaları için elverişli olan bölgelerde yeni yerleşim bölgelerinin kurulması gündeme gelir. Bu ihtiyaçla önce Kufe, ardından Basra inşa edilir. Müslümanların ilk şehir kurma çabalarıdır bunlar.

Kufe’de kamıştan evler sıralanır önce. Ancak çıkan büyük yangının kül ettiği kamış evler, kerpiçten evlere bırakır yerini. Müminler belli bir ölçü ve düzen içinde sıraladıkları evleri muntazam sokak ve caddelerle buluşturur. İslâm ordusunun karargâhı da buraya taşınmıştır artık. Başlangıçta askerî bir merkez olarak teşekkül eden şehir, çok geçmeden Sa’d b. Ebî Vakkas’ın inşa ettirdiği ilk cami ve kamu binaları ile Müslümanların ilk şehir tecrübesi olur.

İslam toplumuna yüklü ganimetler kazandıran Sa’d b. Ebî Vakkas (ra)’ın kendisi için inşa ettiği köşk de yerini alır şehrin göbeğinde. Sa’d, Medâin’de Kisra’nın köşkünden söktürüp getirttiği kapıyı da kullanır görkemli köşkünde.

Halifeyi ürküten bizatihi servet değil, yoklukla pişmiş bir toplumda zenginlikle gelen dönüşümün yol açabileceği tehlikelerdir. İmana adanmış hayatlar, bir dönem böyle göz kamaştırıcı bir refah ve lüksle sınanırken, bir başka dönemde farklı bir toplumsal problemle yüz yüze kalacaktır hep.

Ancak bir gün, saray yavrusu yeni köşkünden yükselen dumanlar karşılar Sa’d (ra)’ı. Evi ateşe verilmiştir. Kundaklayan da halife Ömer b. Hattab (ra)’ın Medine’den gelen elçisi Muhammed b. Mesleme’dir. Zira Muhammed, halifeden talimat almıştır: “Kufe’ye git. Sa’d’ın köşkünün kapısına odun yığdır ve ateşe ver. O köşkü tamamen yak. Sonra da benim mesajımı Sa’d’a ver. Başka bir şey söyleme!”

Cennetle müjdelenmiş Sa’d (ra), merakını eline tutuşturulan kâğıdın satırlarında dindirirken, utanç kaplar yüzünü.

“Kisra’nın köşküne benzer bir köşk yaptırdığını haber aldım. Kisra’nın köşkünün kapısını da getirip köşkünde kullanmışsın. Kapına adamlar koyup ihtiyaç sahiplerini de geri çevirmek niyetinde misin? İşittim ki Hz. Peygamber’in yolunu bırakıp, kisraların yolunu tutmuşsun. Unutma ki Kisra’yı o köşkten mezara indirdiler. Köşk ona vefa etmedi. Ben Muhammed b. Mesleme’yi o köşkü yakması için gönderdim. Senden korkmayacak. Bu cihanda sana iki ev yeter. Birisinde sen otur. Diğerine de Müslümanların ortak malı Beytülmâl’i yerleştir.”

Dehşet verici bir uyarıdır bu. Sade bir eve göç eder Sa’d (ra). Kendisinden sonra da hiçbir vali kullanmaya cesaret edemez o köşkü. Ta ki Muaviye'nin hilafetinde Kufe’ye vali olan Ziyad’a kadar.

Halifeyi ürküten bizatihi servet değil, yoklukla pişmiş bir toplumda zenginlikle gelen dönüşümün yol açabileceği tehlikelerdir. İmana adanmış hayatlar, bir dönem böyle göz kamaştırıcı bir refah ve lüksle sınanırken, bir başka dönemde farklı bir toplumsal problemle yüz yüze kalacaktır hep. Peygamber’in nefesi bu problemleri aşmaya yetecektir hiç şüphesiz. Kimi zaman bedeli bir köşkü yaktırmak olsa da.