Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Şahitliği Allah Katında Makbul Peygamber

26 Eylül 2009 Cumartesi Sonpeygamber.info / Yazarlar


 

Bu ümmet, “Vasat ümmet” olma vasfını elbette Peygamberinden, O’nun getirdiği Hakk dinin prensiplerine bağlılığından almaktadır. Ama bu sayede kazandığı “diğer ümmetler üzerine şahid olma” ve diğer ümmetler hakkında “şahidliğinin Allah katında makbul olması” vasfı, acaba bu ümmetin salih olsun olmasın, adil olsun olmasın bütün ferdleri hakkında geçerli midir?

"Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır ki insanlara/diğer ümmetlere karşı şahidler olasınız. Bu peygamber de sizin üzerinize şehîd= tam bir şahid olsun..." (Bakara Suresi, 143)

Müfessirler bu âyet-i kerimeyi, kıblenin Beytu'l-Makdis'den Ka'be'ye çevrilmesi hakkında nazil olan âyetler arasında sayarlar. Nitekim bu âyet-i kerimenin, mealini verdiğimiz bu kısmının devamında olduğu gibi öncesi ve sonrasındaki âyet-i kerimelerde de konu kıblenin tahvili (değişmesi) konusudur.

Bizim, bu âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde söyleyeceklerimiz, kıblenin tahvili mes'elesinden çok Hz. Peygamber'in sıfatı olarak âyette geçen "Şehîd" sıfatı hakkında olacaktır. Çünkü biz, buradaki yazılarımızda, Kur'ân-ı Kerim'in, Hz. Peygamber'i anlatan; O'nun vasıflarını veren âyet-i kerimelerinin tefsirlerini, açıklamalarını vermeye çalışmaktayız.

Bilindiği üzere "Şehîd" sıfatı Allah Tealâ ile kulu ve Rasûlü Hz. Muhammed (sav)  hakkında kullanılan müşterek sıfatlardan biridir. Ancak elbette Allah'ın Şehîd olması ile Hz. Muhammed (sav)'in şehîd olmasından kastedilenler farklıdır.

Bu sıfat Arap dilinde "şahid olmak, şahidlik/tanıklık etmek, şehadeti ifa etmek, yerine getirmek; hazır bulunmak, bir olayın bizzat içinde onu yaşıyanlardan olmak" anlamlarına kullanılan "şehadet ve şühûd" kökünden "şahid olan, şahidlik yapan, hazır bulunan" anlamlarında mübalâğalı bir sıfat olan sıfat-ı müşebbehedir.

Bu sıfattaki mübalâğa hem şahidliği yerine getirme fiilinin tümlecinde, yani çok şeye şahidlik etmede, çok şeye şahid olmada, şahidlik edilen konuların fazlalığında; hem fiilin öznesinde yani şahidliği yapan kimsenin şahidlik yapmaya düşkünlüğünde ve her zaman ve zeminde bu işi yapan biri olduğunda, hangi şart altında olursa olsun şahidliği ifadan çekinmemesinde, hem de fiilin kendisinde yani şehadeti çok yerine getirmede olmalıdır.

Allah Tealâ için düşünüldüğünde O'nun herşeye ve her zaman şahid olduğu; hiçbir şeyin O'nun şahidliği dışında olmadığı ve olmayacağı; yarattıklarının hayır olsun, şer olsun bütün yaptıklarına şahid olduğu; -onlara kendi şah damarlarından daha yakın (Kaaf Sûresi, âyet: 16) olacak şekilde- her an onlarla birlikte olduğu  anlamı açıktır.

Hz. Peygamber için ise O'nun, "Hele bir de her ümmet içinde kendilerinden aleyhlerine bir şahid ba's edeceğimiz, seni de bütün onların aleyhine tam bir şahid getirdiğimiz gün (bir bak onların hali n'olacak!)..."(en-Nahl Suresi, âyet: 89) âyet-i kerimesinde vurgulandığı üzere bütün ümmetler hakkında şehadette bulunacağı, şahidliğine muhtaç olanların sayısının, şahidliğe konu olan hadise ve ihtilâfların çok fazla olacağı; şahidliğinin de hem Allah Tealâ katında, hem de insanlar nezdinde her zaman makbul olacağı şeklinde iki tür mübalâğa söz konusudur.

Allah Tealâ için değil de insanlar hakkında şahidlik söz konusu olduğunda bunun, şahidin adaletine, emanetine (emîn oluşuna) ve sadakatine/doğru sözlülüğüne delâlet ettiğini unutmamak gerekir. İşte bunun içindir ki âyet-i kerime, bu ümmet'in "Vasat" yani adaletli (Buhârî, Enbiyâ, 3), daima adalete riayet eden; her işi adalet üzere olan; dinleri ve imanları gereği hiç kimseye ve hiçbir şeye zulmetmeyen; her türlü aşırılıktan kaçınan bir ümmet olarak yaratıldığı müjdesiyle başlamaktadır.

Bu ümmet, "Vasat ümmet" olma vasfını elbette Peygamberinden, O'nun getirdiği Hakk dinin prensiplerine bağlılığından almaktadır. Ama bu sayede kazandığı "diğer ümmetler üzerine şahid olma" ve diğer ümmetler hakkında "şahidliğinin Allah katında makbul olması" vasfı, acaba bu ümmetin salih olsun olmasın, adil olsun olmasın bütün ferdleri hakkında geçerli midir?

"Bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahid olsun" cünlesi bu konuya ışık tutmakta ve bu ümmet içinde bu şehadeti edaya lâyık olmayanların da bulunabileceğini ima etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber'in, mahşerde ümmetinden bazılarının havzı kenarından sürüklenerek götürüldüğünü gördüğünde "Rabbım, ashabım, Rabbım ashabım!" yani ey Allahım, onlar benim ümmetimden diyerek niyazda bulunduğunda Allah Tealâ'nın: "Senden sonra onların neler ihdas ettiklerini bilmiyorsun" buyuracağı (Buhârî, Rikaak, 53) haberi de buna işaret etmektedir.

Bu ümmetin, adaletli, Allah’ın dinini herşeyden üstün tutan ve bu yolda malını ve canını hiçe sayacak kadar özverili çalışan bir ümmet olması, Hak dinin emirlerini tatbikte hiçbir engel tanımayacak şekilde güçlü ve üstün olması bu ümmete bu “şahidlik” hak ve görevini yüklemektedir.

O halde Hz. Peygamber'in kendi ümmeti hakkında şehadetinin mutlak olmadığı; onlardan salih olanlar yanında, günahkârlar da olacağı vâkıası yanında geçmiş ümmetler ve hattâ geçmiş peygamberler hakkındaki şehadetinin ise mutlak olduğu biraz önce verdiğimiz Nahl Sûresindeki âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber'in, diğer ümmetler aleyhinde şahidliğinin, özellikle o peygamberlerin, kendilerine yüklenen risalet görevini tam olarak yerine getirip getirmedikleri konusunda ümmetleriyle ihtilâfa düştüklerinde olacağı bir hadis-i şerifde açıkça belirtilmektedir. Bu hadis-i şerifte anlatıldığına göre âhirette Hz. Nûh ve kavmi hesaba çekilmek üzere getirildiklerinde Allah Tealâ Hz. Nûh'a soracak: "Bunlara risaletimi bihakkın tebliğ ettin mi? Risalet görevini ifa ettin mi?" Hz. Nûh: "Evet Rabbım, onlara Hakkı tebliğ ettim" diyecek. Kavmi ise: "Hayır, bize herhangi bir peygamber gelmedi" diye onun risaletini inkâr edecekler. Bunun üzerine Allah Tealâ, Nûh (as)'a: "Peki, senin, risaleti ifa ettiğine bir şahidin var mı?" diye sorduğunda O: "Bana (son peygamberin) Muhammed ve O'nun ümmeti şahidlik eder." diyerek Efendimiz'den şahidlik talebinde bulunur. Rasûl-i Ekrem (sav) şöyle devam eder: O zaman biz: "Evet Rabbım, o, Senin risaletini kavmine ulaştırıp tebliğ etmiştir." diye şehadette bulunacağız. İşte Allah Tealâ'nın: "Böylece sizi vasat bir ümmet yapmışızdır ki insanlara/diğer ümmetlere karşı şahidler olasınız. Bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahid olsun..." kavli budur. (Buhârî, Enbiyâ, 3).

Bu ümmetin, adaletli, Allah'ın dinini herşeyden üstün tutan ve bu yolda malını ve canını hiçe sayacak kadar özverili çalışan bir ümmet olması, Hak dinin emirlerini tatbikte hiçbir engel tanımayacak şekilde güçlü ve üstün olması bu ümmete bu "şahidlik" hak ve görevini yüklemektedir.

Şahidlik, bir yönüyle bu ümmet için bir meziyet, bir üstünlük vesilesi olarak takdim edilirken bunun bu ümmete yüklediği bir sorumluluğa da Hacc Suresinin son âyetinde işaret edilmektedir. "Ve Allah yolunda gereği gibi cihad edin. O, sizi seçmiş, seçkinler kılmış ve size dinde herhangi bir zorluk kılmamıştır. O din, babanız İbrahim'in dinidir ki Bu Kur'an'da da, daha önce de sizi müslümanlar olarak adlandıran O (babanız İbrahim)dir. Bunu yapmıştır ki Bu Rasûl (Muhammed) sizin üzerinize şahid olsun, siz de (diğer bütün) insanlar üzerine şahidler olasınız. (Bunun için de) namazı ikaame edin, zekâtı verin, Allah'a güvenip sığının. Ki O, sizin tek ve gerçek Mevlânız/Sahibiniz ve Efendiniz'dir. Gerçekten O, ne güzel Mevlâ ve ne güzel Yardımcı'dır." (Hacc Suresi, âyet: 78).

Dikkat edilirse Hz. Peygamber özellikle bu ümmetin Hakk üzere olduğuna şehadet ederken O'na ümmet olma vasfını taşıyanlar da peygamberlerinin bir şerefi olarak diğer insanlar hakkında şehadet etme ve şehadetlerinin kabulü ile şereflendirilmiş olmaktadır ki bu son âyet-i kerimede bu vasfı kazanabilmek için:

1.Allah yolunda cihad etme,

2.Ataları Hz. İbrahim'in adlandırdığı üzere gerçekten Allah'ı birleyen /muvahhid, mü'min olup müslüman adını taşıma ve bu ada lâyık olma,

3.Namaz kılma,

4.Zekât verme,

5.Sadece Allah'a dayanıp güvenme ve her zorlukta O'na sığınma,

6.Sadece O'nun efendiliğini kabul ile sadece O'ndan yardım isteyip başka hiçbir yardım ve yardımcıya ihtiyaç hissetmeme

gibi nitelikleri olanların bu şerefli peygamber'in şerefli ümmeti olacakları ve bu sayede diğer ümmetler hakkında şehadetlerinin Allah katında makbul olacağı haber verilmektedir.

Bu ümmetin "Şuhedâ'=Şahidler olması, onların diğer ümmetler hakkında/aleyhinde veya lehinde şehadetleri olarak anlaşılırken Hz. Peygamber'in "Şehîd=hakkıyla ve tam bir şahid" olmasının bu "Allah katında şahidlik ve şehadetinin makbul olması" anlamı yanında "Şuhûd" masdarındaki ikinci anlamdan hareketle daha önemli bir manâsı vardır ki o da Hz. Peygamber'in, sadece asr-ı saâdette değil, "Kıyamete kadar bu ümmet ile birlikte olması, onlarla beraber, onların içinde, onları koruyup kollamaya devam ediyor ve devam edecek olması" anlamıdır. Bunu biraz açalım:

Diğer peygamberler, dünyada hayatta oldukları sürece ümmetlerini hatadan korur, onları görüp gözetir ve kollar iken -meselâ Hz. İsa'nın, kıyamet gününde Allah Tealâ'nın: "Ey İsa, beni ve anamı birer ilâh edinin diye bunlara sen mi emir verdin?" sorusuna: "Ey Rabbım, Ben onlara ancak Senin bana emrettiğini emrettim; benim de Rabbım, sizin de Rabbınız olan Allah'a kulluk edin, dedim. Rabbım, ben, hayatta olduğum sürece onlara şahid idim. Ama sen beni öldürdükten sonra onları ancak sen Gözeten oldun. Hiç kuşkusuz Sensin her şeye hakkıyla, tam olarak Şâhid olan Sen."  (Mâide Suresi, âyet: 117) diyeceği haber verilmekte- Hâtemu'l-Enbiya olan Hz. Muhammed (sav)'in, "Bu ümmet üzerine Şehîd olması"nda yani ümmetini görüp gözetmesinde, ümmetini koruması ve kollamasında; bunun tabîî bir sonucu olarak ümmetine şefaatinde herhangi bir sınır konulmamıştır.

O, hayatında ümmetini/ashabını her türlü hatadan koruma görevini fiilen ve bihakkın ifa ettiği gibi vefatından sonra da ümmeti içinde yüzbinler, milyonlar ve milyarlar tarafından mütevatir olarak nesilden nesile aktarılan sünneti ile, O'nun ahlâkı olan ve Rabbından alıp getirdiği en büyük mucizesi Kur'an ile yaşamaya devam etmiştir ve kıyamete kadar da yaşamaya devam edecektir. O, her devirde, her asırda, her mekânda "Sünnetine uygun olarak yaşayan ümmeti ile birlikte, onlarla beraber, onların yanında hâzır ve nâzır, onları hatalardan, yanlışlardan korumak üzere görüp gözeten kollayan"dır ki "O'nun bu ümmet üzerine Şehîd olması"nın bir anlamı da budur.

Gelelim günümüze;

Hz. Peygamber'in varisleri olan âlimlerin, O'nun "İdareci ve İmam" vasıflarına sahip olan idarecilerin vazifesi aynen O'na Rabbı tarafından yüklenen vazifelerdir ki:

-Adil olmaları ve idaresi altındakilere her ne suretle olursa olsun zulmetmemeleri. Bu arada idaresi altındaki memurların da millete zulmetmesini engelleyecek tedbirleri almaları,

-İdaresi altındakiler hakkında hayırhah olmaları,

-İdaresi altındakilere merhametli olmaları,

-Onları hatalardan, yanlışlardan korumaları,

-Onların yanlışa düşmelerini engellemek üzere gerekli tedbirleri almaları

-Ve hepsinden önemlisi kendilerini, idare ettiklerinden ayrı, ayrıcalıklı ve üstün görmeyip idare ettikleri içinde, onlarla birlikte, onlarla içiçe ve onlardan birisi olarak yaşamaları gerekir.

Bu ümmet, işte böyle idarecilere güvenir, onların idaresini gönülden kabullenir, itaat eder; onların emirlerini Allah'ın ve Rasûlü'nün emirleri gibi telakki eder de bu sayede kalkınır, ilerler, zenginleşir, güçlenir ve kıyamete kadar payidar olur.

Değilse idarecisine güvenmeyen millet, idare ettiğini görüp gözetmeyen, koruyup kollamayan, onları idare edilmeye lâyık bir sürü gibi gören, kendini sırça bir köşke hapsedip idare ettklerinin gerçeklerinden habersiz olan idarecilerden oluşan bir toplumun da huzurlu bir toplum olması ve payidar olması bir hayalden ibaret olur.