Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Tablolarına Mühr-ü Şerif Damgası Vuran Ressam: Uğur Mine Tamay

13 Nisan 2012 Cuma Sonpeygamber.info / Röportajlar


Geçtiğimiz yıl Kutlu Doğum Haftası’nda Mühr-ü Şerif (Hz. Peygamber'in Nübüvvet Mührü) temalı çalışmalarını sergileyen Ressam Uğur Mine Tamay’la sanatı ve Mühr-ü Şerif serisi üzerine samimi bir sohbet gerçekleştirdik. Mühr-ü Şerif’in manasını ve bu manayı insanlara taşımada estetiğin önemini vurgulayan Tamay büyük bir hizmet olarak değerlendirilebilecek çalışmalarını anlatırken sanatın insanlara mesaj taşıma rolüne dair önemli ipuçları da verdi.

Hat, minyatür ve ebrudan çokça izler barındıran çalışmalarınız var.

Bu bir sentez süreci; analiz, araştırma, sentez safhaları sonucunda ortaya bir kişisel sentez çıkıyor. Ben modern resim çalışıyorum; soyut mekânda gerçek çalışmaları yapıyorum. Ebrular da bir form olarak yer alıyor resimlerimde. Minyatür, hat ve ebrunun kişisel bir sentezi... Sonuç olarak, soyut mekânda geleneksel sanatların bulunduğu özgün çalışmalar oluşuyor. Sonuçta ben minyatür, ebru sanatçısı veya hattat değilim; ressamım ve bunları da resimsel bir dille aktarıyorum tuvale. Resimlerimdeki ebrular desen değil, gerçek ebru çalışmalarıdır. Tuval üzerine, hatta büyük tuvaller üzerine de ebru çalışmaları yaptım.

Resimlerinizdeki ışık-gölge de çok dikkat çekici…

Işık-gölge konusunu çok severim. Mühr-ü Şerif serisinde de çok fazla kullandım ışık-gölgeyi. Akademik eğitim aldığım için öncelikle resmin sanatsal yönünü önemsiyorum; konular hep ikinci planda kalıyor. Hatta ilk dönemlerde konunun hiçbir önemi yoktu, sadece sanat için sanat yapıyordum Fakat zaman içerisinde farklılaştı durum, konular da öne çıkmaya başladı. İşte Mühr-ü Şerif çalışmaları o dönemden sonraya rastlıyor.

“Resimlerimde korunma, yalnız olmama hissini vermeye çalışıyorum.”

 

Işık-gölge meselesi, resmin tekniğiyle alakalı bir konu. Ancak bizim bizim inancımızda bir de Nur-ı Muhammedî var. Mühr-ü Şerif resimlerinizdeki ışığı bu bağlamda bir metafor olarak da okuyabilir miyiz?

Tabii, bu şekilde de bakabiliriz. Zaten bunları mecazi biçimlerle ifade ediyoruz. Resme bakan herkes farklı şeyler hissediyor. Mesela Mühr-ü Şerif serisindeki resimlerden birini izleyen bir hanım o kadar çok şey söyledi ki resimle ilgili, ben kendisinden bunları yazmasını istedim. Çünkü anlattıkları, benim ifade edemeyeceğim, onun kendi içinde uyanan samimi hislerdi. İnsanın yalnız olmadığını hissettiğini, korunma duygusuna kapıldığı ifade etti. Bu, benim için çok önemli. Çünkü ben de o resimlerimde korunma, yalnız olmama hissini vermeye çalışıyorum. Ne mutlu bana, demek ki bunu aktarabiliyorum insanlara. Çünkü aynı hislerle yaptım Mühr-ü Şerif resimlerini. Onlar üzerinde çalışırken bir yandan sanatımı yapıyordum ama bir yandan da aklım hep uhrevî taraftaydı. Devamlı bir bağlantı vardı yani. Ancak bunu sonradan idrak edebiliyordum. “Mühr-ü Şerif’e yer vermeliyim resimlerimde” dedim ama bunun o anki sebebini tam olarak bilemiyordum.

İlk olarak nasıl karar verdiniz Mühr-ü Şerif çalışmalarına başlamaya?

Bir gün eşim, kâğıda basılı Mühr-ü Şerif’i göstererek resimlerimde kullanabileceğimi söyledi. Aynı gün başka bir arkadaş, Mühr-ü Şerif’le ilgili çalışmayı düşünüp düşünmediğimi sordu. Yine bunlara yakın bir zamanda elime geçen bir kitapta da Mühr-ü Şerif çıktı karşıma. Bunlar tesadüf olamazdı, mutlaka tevafuktu. Sonraki süreçte Mühr-ü Şerif çalışmaları ortaya çıktı.


“Kubbeyi her baktığımda farklı renklerde görüyorum.”

 

Ben, doğrusu, bir Kâbe veya Ravza fotoğrafını evimin duvarına asmam. Çünkü estetik çok önemli benim için. Gittim, gördüm oraları çok şükür. Fotografik bakamıyorsunuz orada, çok farklı bir bakış gelişiyor bende; parça parça görüyorum, kubbeyi her baktığımda farklı renklerde görüyorum mesela. Enteresan bir şey o. Ben ancak Kâbe’nin, Ravza’nın içinde yer aldığı bir sanat eserini asarım duvarıma. Zevkle asar, zevkle de izlerim. Benim gibi düşünen insanlar az değil. Birçok çevreye giriyorsunuz, birçok çevreden insan geliyor sergilerinize… Baktıkları zaman çok şaşırıp “bu ne kadar değişik, güzel bir resim” diyenler oluyor. Neden güzel? Çünkü sanat adına her şey yerli yerine oturmuş. Resim, izleyeni hiçbir şekilde rahatsız etmiyor.

İzleyen, resmi güzel görüyor ama kompozisyon içinde başka şeyler olduğunun da farkında. O yeşil kubbeyi, Ravza’yı bilmeyenler var; onu gösteriyorsunuz ve öğretiyorsunuz orada. Diyorsunuz ki “bu, Ravza; bu, Peygamber Efendimiz (sav)’in kubbesi, bak burada da Mühr-ü Şerif var, bu Mühr’e baktığın zaman korunuyorsun.”

“İnsanların, Mühr-ü Şerif’in manasını öğrenince çok mutlu olduklarını gözlemledim.”

 

İlk Mühr-ü Şerif sergimi Ankara’da, Valör Sanat Galerisi’nde açtım. -Sağolsun, Sare Davutoğlu Hanım yapmıştı açılışı. Diyanet İşleri Başkanlığı’na da davetiye göndermiştik ama maalesef hiçbir temsilci göndermediler sergiye.- Tabii sanat çevresinde dini iyi bilen de var, bilmeyen de... Bizler de derinini bilmiyorduk, sonra “iyi ki öğrenmişiz, ne kadar derinmiş” dedik. Ben bunu yaşadığım için, benim gibi olanları çok iyi anlıyorum. O yüzden eleştirmiyorum kimseyi. Bunları öğrenmenin ve öğretmenin ne kadar önemli olduğunu artık kavramış durumdayım. Çünkü insanların Mühr-ü Şerif’i öğrenince çok mutlu olduklarını gözlemledim. İzleyicilerin tepkisi, “bilmiyorduk biz, bu ne kadar önemliymiş” şeklindeydi.


İzleyici, resimdeki forma bir kubbe olarak değil, bir resim olarak bakıyor. Ve kubbe; izleyiciye farklı şeyler düşündürüyor, insanı ilahi olana götürüyor. Bunu sağlayan da estetik aslında.

“Sergiye gelenlerin yüzde doksanı Mühr-ü Şerif’in anlamını bilmiyordu.”

 

Sergide Mühr-ü Şerif’i tanıtan bir yazı asmayacaktık aslında. Fakat galeri sahibi,  “Mine Hanım, bunu bilen de var bilmeyen de. Ne olduğunu da soruyorlar. Biz bunun anlamını da asalım” dedi. Ben çok memnun oldum buna. Çok saygılı bir insan kendisi; hemen araştırdı, buldu; gitti, baskısını yaptırıp getirdi ve astı.

Sergiye gelenlerin yüzde doksanı Mühr-ü Şerif’in anlamını bilmiyordu. Dini yaşayanlar içinde de bunun anlamını bilmeyenler olduğunu görünce çok üzüldüm doğrusu. O zaman anladım ki çok önemli bir iş yapıyorum.

Mühr-ü Şerif’i bilmeyenlerin bunu estetik bir sunumla öğrenmesi de çok önemli galiba…

Evet. Öyle veriyorum çünkü. Daha önceki resimlerimde insanların soyut resmi sevmeleri için çaba gösteriyordum. Soyut mekânda gerçek vardı resimlerimde. Soyut resmin içinde herhangi bir figür olmadığı için “ben anlamıyorum, o yüzden soyut resmi sevmiyorum” tepkisini veriyor insanlar. Fakat benim resimlerimde objeler, gerçek olan şeyler var. İzleyici resimde birkaç zaman ve birkaç mekânı bir arada görüyor. İstanbul’u ve Osmanlı’yı anlatan resimlerim vardır benim. İstanbul’un erguvanlı zamanlarından manzaralar, Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı, Topkapı Müzesi’nde sergilenen ve üzerinde Fetih Suresi’nden ayetler yazılı olan bir miğfer parçası, bir çini kabın içinde meyveler... “Bizden” olan şeyler bir aradaydı ve sunum da özgündü; güzel bir sentez ortaya çıktı orada. Böyle bir sunum insanlara çekici geliyor şüphesiz.

Aynı şekilde izleyici, resimdeki kubbeyi bir kubbe olarak değil form olarak görüyor. Ve kubbe; izleyiciye farklı şeyler düşündürüyor, insanı ilahi olana götürüyor. Bunu sağlayan şey estetik aslında.

“Mühr-ü Şerif’in manasını öğrendikten sonra izleyici başka başka hisler taşımaya başlıyor.”

 

Soyut, modern bir resim; sezgi ve bilinçle, akademik bakış açısıyla kurgulanıp doğru bir kompozisyonla sunulduğunda insanlar resme “ne kadar güzel” diye yaklaşıp daha sonra soyut resmi sevme aşamasına geçiyor. Mühr-ü Şerif resimlerine de izleyici sanat adına bakıyor, doğru bir yerleşim görüyor. Ama orada dinsel bir şey de var. O, daha sonra kavranıyor. Ben oraya Ravza’yı koydum aslında, o ruhu vermeye çalıştım ve Mühr-ü Şerif’i koydum. Mühr-ü Şerif; bilmeyen için hat sanatı olarak var orada. Ama manasını öğrendikten sonra izleyici başka başka hisler taşımaya başlıyor.


İzleyen, resmi güzel görüyor ama orada başka şeyler olduğunun da farkında. O yeşil kubbeyi, Ravza’yı bilmeyenler var; onu gösteriyorsunuz ve öğretiyorsunuz orada.

İnsanlar Mühr-ü Şerif tablolarına bakınca hiçbir şekilde bir yadırgama durumu ortaya çıkmadı. Sergiyi izleyenler, sanatımda son noktayı koyduğumu ifade ettiler. Bu, sanatım açısından mükemmel bir şey çünkü sanattan gerçekten anlayanlar yaptılar bu yorumu. Tabii ben de ne yaptığımın farkındayım çok şükür. Mütevazı olmak ayrı ama farkındalık durumu da önemli.

Sanatçının tevazu gösterme hakkı var mı böyle bir durumda?

İnsani yönde mütevazılık olur ama yaptığınız işe rağmen, “yok efendim, büyütmeyin” diyemezsiniz çünkü ortada olan bir eser var. Zaten o eseri ben yaptım gibi gelmiyor, “ben” yok burada. Eser ortaya çıktıktan sonra şaşırıp “ben ne yapmışım” diye soruyorsunuz kendi kendinize. Sezgi ve bilinç bunları bir araya getiriyor.