Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Tevhidin Eylem Boyutu: Kulluk

11 Temmuz 2016 Pazartesi Sonpeygamber.info / İslam


İnsan zihni tutarsızlıktan rahatsız olur. Ne zaman tutarsızlığa, çelişkiye düşse onu giderecek şekilde düşüncelerini yeniden organize eder. Bu konuda yapılan çalışmalar göstermiştir ki insanlar inançları doğrultusunda davranamadıkları zaman bu çelişkiden kurtulmak için inançlarını yeniden gözden geçirmişler ve kendilerince o davranışın haklı sebeplerini bularak zihinlerini yatıştırmayı seçmişlerdir. Aksi halde insan düşünce, duygu ve eylem bütünlüğünü kaybedip bunlar arasında mantıklı bir bağ kuramaz. Bu da psikolojik açıdan onu rahatsız etmekle kalmaz, zamanla sağlıklı düşünme yetisini bile kaybetmesine sebep olur. Zihinsel tutarsızlıktan kaçınma denilen bu eğilim sosyal psikolojide birçok araştırmanın konusu olmuş.

Konunun ilgililerini Festinger’in deneyini ve sonrasında yapılan çalışmaları incelemeye davet ederek biz bu tespitlerin “inandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız” prensibini kanıtladığını söylemekle yetinelim. İnanç sadece zihinde kalan ve görünen hayatı etkilemeyen soyut bir düşünce değildir. Allah’ın varlığına inanmak, O’nun bütün yetkinliğine inanmayı da zorunlu kılar. Bir kez böyle inanan sağlıklı bir zihin de artık O yokmuş gibi yaşayamaz.

Her dinin inanç sistemi temel bir prensip üzerine oturur. Bugünkü anlamda Yahudilik ırksal üstünlüğe, Hristiyanlık Tanrısal Mesih inancı üzerine kurulmuşken İslam Dini “Tevhid” inancını merkeze almıştır. Allah’tan başka tanrı olmadığını kabul etmek ve ibadeti yalnızca O’na hasredip O’ndan başkasına kulluk etmemek demek olan tevhid ilkesi bütün varoluşu Allah ile açıklamak demektir.

Allah inancının ve O’ndan gelen bilginin / vahyin davranışlarımıza yön verecek kuvvette olması öncelikle Allah’ı tanımakla ilişkilidir. Tanımayan bilmez, bilmeyen sevmez ve korkmaz. Oysa insanı bir davranışa sevk eden temel güdü sevgi ve korkudur. İnsan ya bir şeye ulaşmak ya da bir şeyden kaçınmak için çalışır. Tüm hedeflere ulaşma aynı merkeze bağlanabiliyorsa, yani kişi aynı doğrultuda çalıştığında hedeflerinin tümüne ulaşabiliyorsa çelişkilerden korunmuş demektir. Kâinatın sahibi olarak her şeyi elinde tutan Rabbü’l-âlemine iman ve kulluk, işte bu tevhide ulaşmayı sağlar. Böyle birinin yaşayacağı iç huzurunu, her biri diğerinden farklı kontrol merkezine sahip güçlere inanan birinin yaşaması imkânsızdır. Ulaşmaya çalıştığı şeylerle kaçındığı şeylerin birbirinden farklı merkezlerden kaynaklanması, insanı hedef dağınıklığına götüren bir parçalanmadır. Din dilinde biz buna şirk diyoruz.

Her dinin inanç sistemi temel bir prensip üzerine oturur. Bugünkü anlamda Yahudilik ırksal üstünlüğe, Hristiyanlık Tanrısal Mesih inancı üzerine kurulmuşken İslam Dini “Tevhid” inancını merkeze almıştır. Allah’tan başka tanrı olmadığını kabul etmek ve ibadeti yalnızca O’na hasredip O’ndan başkasına kulluk etmemek demek olan tevhid ilkesi bütün varoluşu Allah ile açıklamak demektir. Tevhid inancı bize Yaratıcı’nın mahiyetini ve melekler de içinde olmak üzere mahlûkatın Rableri ile nasıl bir bağlantı içinde olduğunu izah eder.

Yaratıcıyı Tanımak

Rabbimizi bilmeye varoluşsal açıdan muhtacız. O’nu gösteren delillere bakarak varlığını bulsak bile nasıl bir Rab olduğunu bizatihi O söylemedikçe bilemeyiz. [1] Allah Teâlâ, zatını insanlara peygamberler vasıtasıyla anlatır. Tüm peygamberlerin getirdiği mesajın özü de kelime-i tevhid’de ifadesini bulan Allah’ın birliği ilkesidir. Allah kendi açıkladığı birtakım isim ve sıfatlara sahiptir ve bu vasıflar O’ndan başkası için kullanılamaz.

İnsanlar atletik bir vücuda sahip olan potansiyel bir sporcunun egzersiz yapmamasını, büyük bir sanat kabiliyetine sahip olduğu keşfedilmiş birinin o yönde çalışmamasını, zeki bir öğrencinin tembellik etmesini ilerlemeye engel görürler de din duygusunun ibadete dönüşmemesinin dindarlığa engel olacağını nasıl görmezler?

Kelime-i tevhid’de “İlah” ismi yerine O’nun isimlerinden herhangi biri konduğunda bu daha iyi anlaşılır: “Allah’tan başka her şeye gücü yeten yoktur! Allah’tan başka her şeyi bilen yoktur! Allah’tan başka her kapıyı açacak yoktur” gibi. Allah’ı anlamanın ilk adımı Kur’ân’ı anlamaktır. Çünkü Allah’ın Kur’ân’da söylediği her şey aslında kendisine ilişkin bir ifadedir. Kur’ân’da anlatıldığına göre evren bir bütün olarak Allah’a kulluk etmektedir. Her şey O’nu zikretmekte, [2] O’nun izni olmadan bir yaprak bile kımıldamamakta [3] ve isteyerek yahut istemeyerek her şey O’na boyun eğmektedir. [4] Bilinç ve irade sahibi tek varlık olan insanın Allah’a itaati ise onun istek ve çabasına bırakılmıştır. Allah Teâlâ, yaratılışından itibaren insanoğlunu hiç bilgisiz bırakmamış; kendini tanıtmış, [5] insanın yaratılış amacını göstermiş [6] ve bu hayatın nereye doğru gittiği hakkında bilgilendirmiştir.[7] Bizden istenen bu bilgiyi dikkate almak ve hayatı ona göre organize etmektir. Kur’ân, baştan sona insanın Rabbi ile ve O’nun yarattığı mahlûkat ile ilişkilerini anlatır. Allah-âlem ilişkisi için O’nun tenezzülü, bizim de tekâmülümüz gereklidir. Vahiy O’nun tenezzülü, kulluk da bizim tekâmülümüzdür.

Tevhid İnancının Davranışlara Tesiri

İnsanlar atletik bir vücuda sahip olan potansiyel bir sporcunun egzersiz yapmamasını, büyük bir sanat kabiliyetine sahip olduğu keşfedilmiş birinin o yönde çalışmamasını, zeki bir öğrencinin tembellik etmesini ilerlemeye engel görürler de din duygusunun ibadete dönüşmemesinin dindarlığa engel olacağını nasıl görmezler? Rabbimiz, Cuma Suresi beşinci ayette bilmekle yetinip bilginin gereğini yerine getirmemeyi bir merkebin sırtına kitaplar yüklemeye benzetmiş ve aynı ayetin sonunda da bu durumun inkârla ilişkisini ortaya koymuştur: “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini inkâr eden topluluğun hâli ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” [8] İnsan “Allah’tan başka tanrı olmadığı” bilgisiyle yaratılmıştır. Bu bakımdan başka şeyleri Allah’a ortak koşmak insan türünün en köklü içgüdülerine karşı çıkmak, insani varoluş alanını terk etmek demektir. Bizi insan kılan şeyi tepe taklak etmektir. Yaşantısını, hislerini ve düşüncelerini Allah inancıyla açıklayarak bütünleyemeyen kişi her gün yeni bir bunalımın içinde yuvarlanır. Akaid ve Kelam uleması bize tevhidin iki boyutu olduğunu söyler: Ulûhiyyet ve Rubûbiyyet. Ulûhiyyette tevhid Allah’ın zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde bir, yegâne ve benzersiz olduğunu benimsemektir.

Rubûbiyyette tevhid ise Allah’tan başkasına tapmamak ve sığınmamak demektir. Buna ibadette tevhid veya amelî tevhid de denir. Amelî tevhid kişinin kalbindeki Allah sevgisini davranışlarıyla ispat etmesidir. Allah’ın varlığına inanan ve O’nu bütün isim ve sıfatlarıyla Rab olarak benimseyen bir kulun O’nunla ilişkisini önemsememesi ve âdeta bir yaratıcı yokmuş gibi yaşaması kabul edilebilir bir durum değildir. İslam, Allah’ın iradesine teslim olmak demektir. Amel de ete kemiğe bürünmüş teslimiyettir. Biraz düşünülecek olursa yaratılıştaki tevhid ilkesinin zorunlu sonucu olarak evrendeki her şeyin birbiri ile tam bir uyum ve etkileşim içinde olduğu görülür.

İslam dini, amelleri hiç önemsemeyen dinlerden de inananlarını bitip tükenmez amel ve ayinlerle meşgul eden inançlardan da farklı bir şekilde orta yolu tutmuştur. İnsanın günlük hayatındaki davranışlarıyla ilgilenmeyen bir din, pür idealizm olarak kalmaya mahkûmdur.

Elmalılı’nın belirttiği gibi, evrende öyle bir düzen vardır ki âdeta her şey bir şey için ve bir şey de her şey içindir. Bu nedenle İslamiyet ruha hitap ettiği kadar bedene de hitap eder; kalbin arınmasını istediği kadar bedenlerin de düşüşten korunması için düzenlemeler yapar. İnsan sadece ruhtan ibaret olsaydı elbette o zaman dinin bedenle ilgili emirleri olmazdı. Oysa bedenlerimizin insanî varoluşumuz için büyük bir önemi vardır. Bedenlerimiz kişiliğimizin tüm ayırt edici özelliklerinde belirleyici bir rol oynar. Üstelik bedenle ruh karşılıklı olarak birbirlerini etkiler. Biz çoğu zaman doğru düşüncenin doğru davranıştan önce geldiğini varsayarız. Oysa dünyada işleyiş böyle değildir. Çoğu insan için doğru inanç doğru ameli takip eder. Yukarıda değindiğimiz zihnin çelişmezliği prensibi de bunun bir sonucudur. Kur’ân’da hemen her yerde iman ve amel peş peşe zikredilmiştir. [9] Amel üstünde bu kadar çok durulmasının nedeni Kur’ân’a inanan bir Müslümanın hayatında Kur’ân’ın somut bir şekilde gözlemlenmesi gerektiği ilkesidir.

İslam dini, amelleri hiç önemsemeyen dinlerden de inananlarını bitip tükenmez amel ve ayinlerle meşgul eden inançlardan da farklı bir şekilde orta yolu tutmuştur. İnsanın günlük hayatındaki davranışlarıyla ilgilenmeyen bir din, pür idealizm olarak kalmaya mahkûmdur. Kur’ân bütün insanlığa hitap eder ve içerisinde en iptidai seviyedeki insanları irşad edip hayatlarını düzenleyecek ilkeleri barındırdığı gibi en ileri kafalı filozofları düşündürecek ve onlara yol gösterecek esasları da barındırır. Hiçbir seviyedeki insanı dışarıda bırakmaz. Hayatın en yüksek düşünce boyutlarından en sıradan hadiselerine varıncaya kadar her yönüne ait ilkeler koyar. Bunlar başkalarıyla ilişkilerimize dair prensipler olabileceği gibi insanın kişisel manevi gelişimine yönelik vazifeler de içerir. Zira beden ve zihin olarak gelişmiş insanın kalp ve ruh olarak geride kalması kendini bütünlemesine engeldir. Böyle bir insan hep yarımdır. İşte Kur’ân bu gayeyi gerçekleştirmek için üç esas prensipten bahseder ki bunlar namaz, oruç ve hacdır. İnsanın diğer insanlara karşı borçlarının başında ise zekât gelir ve bu dört esas İslam’ın dört ameli temelini oluşturur.

Tevhid-İbadet İlişkisi

Az önce de dile getirdiğimiz gibi tevhid öğretisi üç temel hususu içerir:

• İlah olarak yalnızca Allah’ı kabul etmek.

• O’na hiçbir şeyi hiçbir konuda ortak koşmamak.

• Yalnızca Allah’a ibadet edip [10] yapılan ibadetlerin karşılığını sadece O’ndan beklemek. [11] (İmanında tevhide ulaşamayanın ibadetlerinde ihlası yakalayamayacağı açıktır. Başka hiçbir amaç gütmeden sırf Rabbin rızası için yapılmayan ibadetlerden ise bir sonuç alınamayacağı malumdur.)

İbadet, imanın uygulamasıdır. Kişi şehadet getirmekle İslam’ın geri kalan dört rüknünü de kendisine vecibe hâline getirir. İnsanın kul olduğunu bilmesi ve Allah’ın kendi üzerindeki hakkını itiraf etmesi ile bilinçli bir kulluk ilişkisi başlar. Bu kulluk iki alanda cereyan eder: Allah’ın kendisinden istediği belli şekil ve kurallara uyarak ifa edilen kulluğa ibadet; hayatın her alanında Allah’a karşı saygı ve itaat bilinci içinde yaşamaya ise ubûdiyyet denir. Efendimiz’in bildirdiğine göre kulların Allah’a kulluk ve ibadet etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaları, Allah’ın kullar üzerindeki hakkıdır. Allah’ın bu hakkı ifa eden bir kuluna azap etmeyip onu cennetine koyması da kulun Allah üzerindeki hakkıdır. [12] Eğer Allah ibadetlerin şekilleri konusunda bize yol göstermeseydi, insan aklı yaratıcısına ibadet etmenin gereğini kavrasa bile bunu nasıl yapacağını hiçbir zaman bulamayacaktı. Bu sebeple ibadetlerin şart ve şekilleri tevkîfîdir; sadece Allah’ın emrettiği ve Rasûlü (sav)’nün gösterdiği şekilde yapılır. Zira Allah kul ilişkisinde şekli belirleme yetkisi evrenin tüm sırlarının hâkimi olan Allah’a aittir.

Tevhidin hayatta bütünlük, çelişmezlik ve devamlılık anlamına geldiğini hatırlayacak olursak, İslam’ın bizlerden nafile ibadetlerimizde dahi süreklilik istemesinin nedenini daha iyi anlarız. Allah’a kulluğun son bulacağı bir nokta yoktur. Hz. Peygamber “Allah katında amellerin en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır” buyurarak ibadetlerde sürekliliğin önemine işaret etmiştir.

İslam’ın ibadet anlayışı Allah ile ilişkimizi günün veya haftanın belli zamanlarıyla sınırlayan bir anlayış değildir. Tevhid inancının doğal sonucu olarak İslam’da dinin ilgilenmediği, boş bıraktığı veya din dışı gördüğü hiçbir alan yoktur. Müslümanın vakti birbirine zıt merkezler arasında parçalanmış değildir. Aksine o günlük hayattaki her işini yaparken, ailesiyle ilgilenirken, kazanç peşinde koşarken de Rabbinin çizdiği sınırlara riayet ettiği sürece kulluk halindedir ve sevap kazanmaya devam eder. Bir ânı diğerini yok etmez. İşte bu bilinçle Müslümanlar günlük dilde bütün duygu ve temennilerini ifade ederlerken Allah’ın adını anarak O’nunla ilişkilerini ibadetlerle sınırlamadan yaygınlaştırmışlardır. Sübhanallah, elhamdülillah, Allahu ekber, bismillah, inşallah, hasbunallah, la ilahe illallah, estağfirullah, maşallah gibi kulluğumuzu dile getiren ifadeler İslam dünyasının neresine gitseniz günlük hayat içinde, evde ve sokakta kulağınıza çalınacak ifadelerdir. Müslümanlar böylece Allah’ı zikretmeyi günlük dilin bir parçası hâline getirmişlerdir. Zaten ezana ve namaza yerleştirilmiş bulunan 450’ye yakın tekbir ve tespihle tevhid ifadeleri gün içinde tekrarlanmış ve bu yolla Müslüman bilincinde Allah’tan başkasında tanrılık görmeme ve yalnızca Allah’ın önünde eğilme inancı pekiştirilmiştir.

Tevhidin hayatta bütünlük, çelişmezlik ve devamlılık anlamına geldiğini hatırlayacak olursak, İslam’ın bizlerden nafile ibadetlerimizde dahi süreklilik istemesinin nedenini daha iyi anlarız. Allah’a kulluğun son bulacağı bir nokta yoktur. [13] Hz. Peygamber “Allah katında amellerin en sevimlisi, az da olsa devamlı olanıdır” [14] buyurarak ibadetlerde sürekliliğin önemine işaret etmiştir.

Namaz, Zekât, Oruç, Hac

İslam dininde imandan sonra en önemli ibadet namazdır. Namaz, insanın Rabbiyle iletişimidir ve bu bütün iletişimlerimizin en önemlisidir. Namazı terk eden bir Müslüman kendini bu bağdan mahrum bırakmış demektir. Diğer bütün davranışlarımız içinde en çok namaz bizim Müslüman olduğumuzu açıkça ortaya koyar. Böylece o hem rabbimizle hem de insanlarla ilişkilerimizde ayırt edici merkezi bir rol oynar. Kur’ân, namazı diğer amellerin hepsinden daha fazla emretmektedir. Öyle ki namaz ibadeti bu dinin müntesiplerinin en önemli ortak paydası sayılmış ve “ehlü’s-salât” tabiri imana delalet etmek üzere bir ölçüt olarak kabul edilmiştir. Efendimiz de “Muhakkak ki kişi ile şirk ve küfür arasında namazın terki vardır” [15] buyurarak inancın korunmasında namazın ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

İnsanların büyük bir çoğunluğunun günlük beş vakit namazlarını kıldığı bir toplumun rengi, Tanrı’ya hiç vakit ayrılmamış, ya da dinin özel bir ilgi hâline geldiği veya haftada sadece bir güne tahsis edildiği bir toplumdan köklü bir biçimde farklıdır. Aşağıdaki hadis namazın insan karakteri ve ahlakı üzerindeki etkisini özlü bir biçimde ortaya koymaktadır: Allah’ın Rasûlü (sav) bir gün “Söyleyin bana” dedi “Sizden birinizin kapısının önünde günde beş kez yıkandığı bir nehir aksa, onda kirlilikten eser kalır mı?” Sahabe “Kirliliğinden hiç iz kalmaz” dediler. O “Beş vakit salât da buna benzer. Allah bunlarla günahları siler” dedi. [16] Kur’ân’da salât kelimesinin sıkça zekât ve infak kelimesiyle birlikte kullanılması [17] namaz ibadetinin ruhu arındırma işleviyle zekât ibadetinin malı arındırma özelliği arasındaki paralelliği vurgular. Zekât ancak bir toplum içinde yaşıyorsanız yerine getirebileceğiniz bir ibadettir. Bu borcu ödemek için, insanın diğer insanlarla ilgilenmesi ve kimlerin ihtiyaç içinde olduğunu keşfetmesi gerekir. Toplumda birlik ve dayanışma duygusunun kurulması ve yaşatılmasında çok büyük öneme sahip olan zekât ibadeti ancak Allah’a saygı duyan birinin başarabileceği ciddi bir yükümlülüktür. Tevhid inancının kuvvetinden güç alır; o güçle toplumsal vahdeti inşa eder. İbadetlerin çeşitliliği ve sürekliliği insanı bütün yönlerinden yakalayarak düşmekten korur; hatta bununla kalmayıp yükseklere çıkarır.

Malumdur ki ahlaki gelişim bir defa varılınca sonsuza kadar kendiliğinden korunan bir durum değildir. Sürekli dikkat ve özen gerektirir. Oruç bir terbiye, tezkiye ve tasfiyedir. İnsanın Allah’a iman ve teslimiyetini göstermesi bakımından oruç en büyük sınavlardan biridir. Önünde yiyecek ve içecek dolu bir sofranın başında vaktin girmesini beklemek kişinin Allah’a teslimiyetini ve nefsine hâkimiyetini göstermesi bakımından çok etkileyicidir. Orucun toplumsal boyutu olsa da bir kimsenin oruç tutup tutmadığını yalnız Allah görür. Ancak Allah’ın her şeyi bildiğine ve gördüğüne iman eden birisi orucunu hakkıyla ifa eder. Bu bakımdan Ramazan orucu, rükûnların en kişisel ve ruhani olanı olarak mülahaza edilir.

Rabbimiz Bakara Suresi 183. ayette “Ey iman edenler, oruç size farz kılındı ki bu sayede takvaya erişesiniz” buyurarak orucun ahlakî gelişime katkısını vurgular. İslam’ın öngördüğü ibadetler içinde nispeten mahalli bir uygulama olarak kalan cemaatle namazı saymazsak evrensel birlik ve bütünlüğün, insan kardeşliğinin ve hepimizin bir olduğunun pratikte en etkili şekilde gerçekleştiği tek ibadet hacdır. İnsanlar bu ibadetin daha en başında kendilerini diğerlerinden ayıran ve farklılıklarını vurgulayan kıyafetlerini terk ederek “ben” aşamasından “biz” aşamasına yükselirler. İhramın kuralları bir hacı adayının sadece insan kardeşlerine değil, hayvanlara ve bitkilere karşı da barış içinde olması, âdeta bütün varlık âlemiyle Allah’ın mahlûku sıfatıyla bütünleşmeyi öğretir. Tavaf eden, sa’y yapan, vakfeye duran insan kalabalığının gerçek bir parçası olmak için de kendinden ayrılarak bu hayat ırmağına katılmak gerekir. Buraya kadar saydığımız şekliyle ibadetlerin tevhid inancının zorunlu sonucu olarak anlatılmış olması zihinlerde ibadetlerin eksikliği durumunda imanın da ortadan kalkacağı şüphesini doğurmuş olabilir.

Efendimizin (sav) meşhur Cibril hadisinde dinin üç boyutunu “iman, İslam ve ihsan” olarak saymış olması [18] imanın ibadet ve ahlakla yakın ilişkisini gösterse bile ibadetlerin inancın bir parçası ve zorunlu sonucu olarak görülmediğini ortaya koyar. Kelam tarihinde imanın artıp artmayacağına yönelik tartışmalarda da iman ile amel ayrı kategoriler olarak ele alınmış ve Hariciler dışında hiçbir kelam ekolü imanla ameli birinin yokluğunda diğerini de yok sayan bir anlayışı kabul etmemişlerdir. Ehl-i sünnet, ameli imanın bir parçası değil, kemali olarak görmüştür. Çünkü selef, kalbinde imanı bulunan ve imanını diliyle söyleyen veya kıbleye yönelen her şahsı İslam dairesi içinde görmüş, işlediği bir günahtan dolayı kişiden mümin sıfatını çıkarıp atmamış, fakat günahkâr saymıştır.

Son Söz

Mümin bir zihnin bütün düşüncelerinin temelinde Allah inancı vardır. Bu temelden yola çıkan düşünceler, fikirler, kanaatler nihayetinde Allah rızasında son bulur. Yani bir düşünce Allah’ın varlığını, birliğini ve kâinatın eşsiz, mutlak sahibi oluşunu hesaba katmıyor, son erek olarak da Allah’ın hoşnutluğunu hedeflemiyorsa o zihin tevhide ulaşmış bir zihin değildir. Elmalılı merhumun da ifade ettiği gibi dinde tekâmül edebilmek, inançların ilim ve marifetle birleşerek kâinatın ve insanın yaratılış gayesine uygun davranışlara dönüşmesine bağlıdır. İç dünyası temiz olmayanlardan güzel davranışlar beklenmeyeceği gibi davranışa dönüşmeyen bir iç temizliği ve iman kapasitesi de insanı meziyet sahibi yapmaz. İnsani tekâmül inanç, irade ve amelin aynı hedefte birleşmesiyle mümkündür.


Dipnotlar:

1. Zümer, 67.
2. İsrâ, 44.
3. Enfâl, 17.
4. Âl-i İmran, 83.
5. En’am, 3, 17, 59, 73, 95-96.
6. Zariyat, 51/56.
7. Hac, 7; Mü’min, 59.
8. Cuma, 5.
9 Bakara, 62; Sebe’, 37; Tegabün, 9.
10. Fatiha, 4; Âl-i İmran, 64; Zuhruf, 45.
11. Yunus, 72; Şuara, 109, 127, 145.
12. Müslim, İman, 48; Buhari, Cihad, 46.
13. Hicr, 98-99.
14. Ebû Davud, Tatavvu’, 27.
15. Müslim, Îmân, 134.
16 Buhari, Mevakıt, 6.
17. Bakara, 83; Tevbe, 18; Nur, 56.
18. Buhari, İman, 1.