Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Hz. Peygamber ve Gül İmajı

26 Eylül 2009 Cumartesi Kültür Sanat / Edebiyat


İnsanın, insana ve maddeye karşı tavır alışını belirleyen bir bütün olarak kültür, toplumsal dokuyu inşa eden, ona maddi ve manevi alanda ruh veren ve onu diğer milletlerden ayıran temel özellikleri ifade eder. Kültür kavramına buradan bakınca, Hz. Peygamber'in, Müslüman topluluklarının kültürel ve toplumsal dokusunu besleyen temel faktörlerden biri olduğu görülür. Diğer bir ifadeyle Hz. Peygamber, doğrudan doğruya tarihsel hayatı, fiziki ve ruhi yapısı, sözleri, uygulamaları, aile reisi olarak eş ve çocuklarıyla ilişkileri, diğer insanlarla münasebetleri, siyasî ve idari kişiliği gibi hususiyetleriyle bir yandan bir kültürün inşacısı olmakla birlikte, öte yandan da bir seçilmiş insan ve bir beşer olarak ortaya koyduğu "örnek yaşam" dolayısıyla farklı Müslüman toplumlar içerisinde, o toplumun kültürel algı kalıplarına bağlı olarak, zengin ve makul imajlarla anıla gelmiştir.

Yüzük Taşı: Edebiyatımızda Hz. Peygamber

Bildiğimiz gibi, Türklerin İslamlaşma sonrası edebî hayatı, evrensel İslam kültürünün etkisi altında gelişmiştir. Bu kültürün en önemli parçası ve üreticisi olan Hz. Peygamber, diğer Müslüman milletlerin edebiyatında olduğu gibi, Türk-İslam edebiyatında da çeşitli yönleriyle ele alınarak pek çok eserin telif edilmesine kaynaklık teşkil etmiştir. Doğrudan doğruya O'nu konu edinmeyen eserlerde de, telmih, istiare ve iktibas gibi söz ve mana sanatlarıyla birinci derecede kendisine başvurulan kaynak olmuştur. Bu kadar çok eserin telif edilmesinin sebebi, sadece Müslüman milletlerin Hz. Peygamber'e duyulan sonsuz bir sevgi var; O'nu sevmek bir nevi ibadet olarak nitelendirilmektedir. Ancak bu kadar eserin telifinde sevgi tek başına yeterli sebep değildir. Bunu bir öğretici (mübelliğ), bir uyarıcı (münzir) ve bir örnek model (rehber) olarak, ortaya koyduğu başarıda da aramak gerekir. Nitekim Türk ahlak ve seciyesi, Hz. Peygamber'e muhabbet, bağlılık ve imanda sınır koymaz. Yine Hz. Peygambere duyulan derin sevgi, saygı, bağlılık ve imanın sanata olan tezahürü, sadece edebiyatla da sınırlı değildir. Musiki, mimari ve hat gibi diğer sanat dallarında da, yine bu sevgi ve saygının güçlü yansımalarını örnekleyen pek çok eser mevcuttur.
 
Hz. Peygamber'in Türk edebiyatına konu olması, İslamiyet'in kabulünden hemen sonra, XI. yüzyıl eserleriyle başlar. Bunların başında Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig'i, Edib Ahmed'in Atabetü'l-Hakayık'ı, Ahmet Yesevî'nin Divan-ı Hikmet'i, Danişmend Ahmet Gazi etrafında teşekkül eden Danişmendname gelir. Sadece Divan edebiyatında değil, Halk edebiyatında da bütün genişlik ve derinliği ile devam etmiştir. Öyle ki, sadece O'nu anlatma ve övmeye tahsis edilen başta naat olmak üzere esma-i nebî, gazavat-ı nebî, ahlaku'n nebî, hicretü'n-nebî, mevlid, mucizat, miraciye, hilye, şefaat-name, kırk hadis, bin bir hadis, gibi manzum-mensur pek çok tür teşekkül etmiştir. Keza destan, ninni, mani, bilmece, mesnevi, hikaye gibi pek çok türde de O'nu anlatan yüzlerce,binlerce eser kaleme alınmıştır.
 
Burada bir hususa da işaret etmekte yarar vardır; Hz. Peygamber'i, sadece dinî ve tasavvufi alanda yazan şair ve yazarlar konu edinmemişlerdir. Nitekim O'nu, doğrudan doğruya dinî, tasavvufi konuları işleyen ediplerin yanında, daha çok profan dediğimiz din dışı konularda yazdığı şiirleriyle tanınan şair ve yazarlar da konu edinmişlerdir. Örneğin ünlü şairlerimizden Zatî, bakınız bir beytinde şöyle diyor:
 
Halka olup bir yire cem' olsa cümle enbiyâ
Cümlesi bir hâtem ü Sensin nigîn-i serverâ
 
Bugünkü dile aktarırsak şairin maksadını daha iyi anlamış oluruz; ''Bütün peygamberler halka olup bir araya gelseler, hepsi bir yüzük ve Sen de yüzüğün başı olursun.'' Yüzük başı, yani yüzük taşı, öyle alelade bir şey değildir; en değerli taştan yapılır. Hz. Peygamber, kültürümüzde paha biçilmez elmaslardan daha değerli ve daha yüce tutulmuştur. Öte yandan hatem ve nigîn kelimelerinin mühür anlamı da vardır. Şairin bu kelimeleri tevriyeli olarak bu anlamda kullandığını düşünürsek, ''Cümle peygamberler bir mühür, sen de o mührün başı / yazısısın'' anlamı da çıkar. Peygamberler, insanlığa Allah'ın düzenini anlatan, hayata ve dünyaya tevhit eksenli bir bakış geliştirmeyi öğreten seçilmiş kimselerdir. Bu bakımdan onlar ilahî düzenin mühürleridir. Bu seçkin zümrenin son temsilcisi olması bakımından Hz. Peygamber, insanlığa sunduğu Kur'ân itibariyle mühürlerin başı addediliyor. Zatî'nin teşbihi ve yakaladığı mananın benzerlerini, diğer şairlerimizde de tespit etmek mümkündür.
 
Hz. Peygamber'in Türk edebiyatına konu olması, İslamiyet'in kabulünden hemen sonra, XI. yüzyıl eserleriyle başlar. Bunların başında Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig'i, Edib Ahmed'in Atabetü'l-Hakayık'ı, Ahmet Yesevî'nin Divan-ı Hikmet'i, Danişmend Ahmet Gazi etrafında teşekkül eden Danişmendname gelir. 
 

Hz. Peygamber: Gülleri güldüren gül

Gül, her şeyden önce bütün güzellikleri kendisine yakıştırdığımız sevgilidir; goncası tevhîdi, açılmış hali kesreti temsil eder. Keza gonca halvet halini, Hak ile baş başa olma halini, açılmış gül ise can sırrını açığa vurmayı sembolize eder. Yine gül, ömrünün kısalığı dolayısıyla dünya hayatının faniliğine işaret eder; baki olan öte dünyaya hazırlanmayı tembih eder. Bütün bunlardan öte gül, ilahî güzelliğin ve bu güzelliğin işareti olan Hz. Peygamber'in simgesidir. Peygamber, gül olarak tasvir edilmiş, gül olarak anlatılmıştır.
 
Vasf idüp bâr-i Huda şanına "Levlak" okudu,
Hâk-i pâyini temennâ idüp eflâk okudu,
Geldi Mevlid-i Nebî cümleten eflâk okudu,
Güle geldi gülerek gülleri güldürdü o gül,
Gül güler miydi güle gelmese gülzara o gül
 
Klasik kültürde gül kelimesinin Arap alfabe ile yazılışında yer alan kâf ve lâm harflerine bir kısım sembolik manalar da yüklenmiştir. Bu sembolik anlam ve tevilleri Derviş İbrahim el-Eşrefi el-Kadirî'nin "Risale-i Gül-âbâd" isimli eserinden öğrenebiliriz. Buna göre gül kelimesinin kâf'ı Zümer sûresinin 36. âyetine, lâm'ı ise Şura sûresinin 19. âyetine işarettir. Zümer sûresinin ilgili âyeti "Allah kuluna kâfi değil mi?" anlamına gelmektedir. Şura 19 ise, "Allah, kullarına çok lütufkardır, dilediğini hesapsız rızıklandırır."  Bunun anlamı şudur; kullarına çokça lütufkar olan Allah, onları, tevhit hakikatlerini öğretmek üzere gönderdiği Hz. Muhammed (sav) ile hesapsız rızıklandırmıştır. Bu bakımdan Allah kuluna kafi değil midir? Kulunu öyle bir öğretici ile onurlandırıyor ki, kendi isimlerinden rauf (çok şefkatli) ve rahim (pek merhametli) sıfatlarını bu yüce öğreticiye veriyor. Bu konu Kur'ân'da şöyle ele alınmaktadır: ''Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir." (Tevbe, 128)
 
Keza gülün Arapçası olan verd ise, on iki esmaya işaret eder. Yine verd kelimesinin "vâv"ı Peygamber'in veliliğine, " rı" O'nun rauf ve rahim oluşuna, "dâl" ise, davetçiliğine işaret eder. Sufilerin güle yaklaşımları sadece bu teville sınırlı değildir. Onlar Hz. Muhammed (sav)'e olan sevgi ve bağlılıklarını, sosyal hayatlarının içersisinde güle verdikleri ayrıcalıklı önemle de anlamlı kılmaya çalışırlar. Şöyle ki, tarikat kisvesi olan taçların tasarımı gül merkezli oluşturulmuştur. Bu noktadan olmak üzere bazı tarikatlarda tacın aldığı isim; Kadiri Gülü, Halveti Gülü, Gülşeni Gülü ve Eşrefi Gülü gibidir. Bununla derviş âdeta Hz. Peygamber'in hayat tarzını, öğütlerini ve öğretisini başının tacı ettiğini ihsas ettirmektedir. Rivayet edilir ki, Hz. Ali son nefesini vermeden önce Selman'dan bir deste gül istemiştir. Selman bir deste gül getirmiş, Hz. Ali bunu koklamış ve teslim-i rûh etmiştir. Bu sebepten Mevlevî ve Bektaşîler, üzerlerine giydikleri hırkayı, Deste Gül adıyla anarlar. Bununla onlar, giydikleri hırkayla yokluk ve ölümü simgelemişlerdir. Nasıl bir deste gül ile "ilmin kapısı" olarak gösterilen Hz. Ali ölmüş ise, üzerlerine attıkları hırkaya verdikleri adla, onun bu son anına telmihte bulunmuş oluyorlar: Böylece her anı, her demi,yokluk içinde varlıkla ve ölüm gerçeği ile yaşamış oluyorlar.
 
Keza gülün Arapçası olan verd ise, on iki esmaya işaret eder. Yine verd kelimesinin "vâv"ı Peygamber'in veliliğine, " rı" O'nun rauf ve rahim oluşuna, "dâl" ise, davetçiliğine işaret eder.

Gül: Ter-i Muhammed

Gül, gelenekte, ter-i Muhammed olarak zikredilir.
 
Terlese güller olurdu her teri
Hoş direrlerdi terinden gülleri
 
(Süleyman Çelebi)
 
Yunus Emre'nin sarı çiçekle konuşmasını pek çoğumuz biliriz. Aşık, bu konuşmayı gönül diliyle yapar. Gönül diliyle, ancak kalp gözü açıklar konuşur. Yunus sarı çiçeğe sorar; "Gül sizin nenüz olurş" Çiçek cevap verir; "Gül, Muhammed teridir." Yine sordum çiçeğe "gül sizin nenüz olur." "Çiçek eydür iy derviş gül Muhammed teridür." Böylece kokusuyla nam yapan gülün varlık sahnesinde yer alması güzel bir sebebe bağlanır. Güle hayat veren kaynağın Hz. Peygamber olarak görülmesi, gülün toplumumuzdaki değerini de artırmıştır. Nitekim "Gül koklamayı sevap" olarak görmüş, gül şerbeti içildiğinde salavat okumayı gelenek haline getirmiş, Mevlit törenlerinde en nadide ikram olarak gül suyunu öne çıkartmış ve bunun için gülabdanlar icat etmişiz. Öte yandan eskilerin nazarında hayat koku, renk, ışık ve sestir. Bütün bunlar da gül bahçesinde zaten var; koku gülde, renk gülde, ışığın kaynağı olan güneş burada bir başka yansır, güzel sesin sembolü olan bülbül burada sahne alır. Bu sebepten hayatın merkezinde daima gül bulunacaktır. Bununla birlikte gül, her dem neşrettiği o dillere destan kokusunu Hz. Peygamber'in yanağından alır. Esasen gül kokusunun harikulade olması da bundandır.
 
Şebnem-i gül-zâr-i ruhsâr-i Rasûlullah'dır
Neşr-i ıtrıyla kılur her dem anı iş'âr gül
 
(Fuzûlî)
 
Vesiletü'n-Necat isimli eşsiz eseriyle edebiyat hayatımıza mevlid geleneğini kazandıran Süleyman Çelebi de Hz. Peygamber'in tesiri altında olan iklimi gül bahçesi olarak tavsif eder:
 
Hak gülşeninde ötdi girü vahy-i bülbülü
Rahmet güliyle toldı bu gülzâr-ı Mustafa
 
Gül ve gonca Gül gonca halinde iken âlem-i kitmanın, tevhidin ve aşk sırlarının sembolüdür. Ancak zamanı gelince güle, yani kesret alemine, gösteriş ve naz âlemine doğması gerekecektir. Bu konuyu Fuzulî Gül Kasidesi'nde çok güzel tasvir eder.
 
Goncalar, Fuzulî'nin ifadesiyle, yırtılarak açarlar; tıpkı Züleyha'nın elinden kurtulmaya çalışan Yusuf'un eteği gibi. Hz. Muhammed (sav)'in risaletle görevlendirilmesini de goncanın güle tebdili olarak düşünürsek, ki öyledir; O'nun bu misyonu ifasında, tevhit ilkelerini tebliğde ve Kur'ân'ı Mekke halkına sunması esnasında karşılaştığı sıkıntıları hatırlamış oluruz. Belki Yusuf gibi eteğini yırtarak kurtulmadı ama, gerek Taif yolculuğunda ve gerekse hicretle birlikte içinden geldiği toplumu, O'na heva ve heveslerine takılıp kalarak engel olan halkını, en önemlisi de doğup büyüdüğü toprakları terk etmek durumunda kaldı. Peki gonca neden yırtılarak, âdeta bağrını parça parça ederek güle tebdil etti. Bunu Fuzulî Gül Kasidesinde, gülün güzele aşık olmasına bağlıyor. Gül servi salınışlı güzele aşıktı, onu görmek ve ona görünmek için, bağrını parça parça etti. Şair, önce tomurcuğun açılışını trajik bir hadise olarak sunup, sonra bu trajik durumu aşık-maşuk ekseninde sevgi temelli yorumluyor. Bu yaklaşım biçimi geleneğin en önemli ifade özelliklerinden biridir. Nitekim gelenekte olayları iyiye yormak vardır; rüyayı hayırla tabir etmek. Buna biz hüsn-i ta'lil diyoruz. Demek ki gül sevgili için zuhur etti. Gül, Hz. Peygamber ise, uğruna parça parça olduğu güzel kimdir. Bu güzel, hayr-ı mutlak ve hüsn-i mutlak olan Allah'tır. Peygamber'in dünyayı şereflendirmesi bu Mutlak Güzelliği seyretme isteğine bağlandığı gibi, risalet görevi için seçildikten sonraki dönemde yaşadığı sıkıntıları da, sevgili uğrunda sabır ve metanetle karşılanması gereken haller olarak tasvir etmiş oluyor.
 
Hz. Muhammed (sav)'in risaletle görevlendirilmesini de goncanın güle tebdili olarak düşünürsek, ki öyledir; O'nun bu misyonu ifasında, tevhit ilkelerini tebliğde ve Kur'ân'ı Mekke halkına sunması esnasında karşılaştığı sıkıntıları hatırlamış oluruz.

Gül ü Bülbül

Geleneğimizde gülden yola çıkılarak kurulan, hakiki aşkı konu edinen mesneviler de vardır. Bu mesnevilerin tek kahramanı gül değildir. Gülün o destansı güzelliğine meftun olan, her an daldan dala atlayarak durmadan öten, aşkı uğruna inleyip feryat eden bülbül de konuya dahil edilir. Böylesi mesneviler Gül ü Bülbül adıyla anılır. XVI. yüzyıl şairlerinden Kara Fazlı'nın bu konudaki mesnevisi en çok tanınanıdır. Bu mesnevilerde de gül, güzel kokusu, göz alıcı güzelliği ve ihtişamıyla Mutlak Güzelliği kemal derecesinde yansıtan Hz. Peygamber'in simgesidir. Bülbül ise, ona olan iştiyakını açığa vuran aşıktır; elbette aşk yolunda sabırlı olmak ve nadana sır vermemek gerek. Zaten aşık-ı sadık, sır saklamasını bilendir. Hani Fuzulî diyor ya;
 
Mende Mecnun'dan füzûn aşıklık isti'dâdı var
Aşık-ı sadık menem Mecnûnun ancak adı var
Ehl-i temkînem meni benzetme ey gül bülbüle
Derde yoh sabrı onun her lahza min feryadı var
 
Lakin sırrı ifşa eden aşıklar da var. Çağlar boyunca Yunus, Mevlana, Hacı Bayram-ı Velî, Sunullah-ı Gaybî gibi aşıklar bu sırrı ifşa etmişlerdir. Gül ü Bülbül istiaresinde bülbül, bıkıp usanmadan güle övgüler yağdırır, iştiyakını anlatır, gülün Kur'ân'ından (yaprakları) ilahiler okur ve dikenlerin batmasından yakınıp ıstırap çeker. Bu Muhammed İkbal'e göre, vuslat ve şevk felsefesidir. Şevk, can kuşuna terennüm etme yeteneği ve güzel ezgiler üretme ilhamı verir. Bu bakımdan nefsin erişebileceği en yüksek haldir. Çünkü yaratıcılığa yol açar; insanı miskinlikten kurtarır. Vuslat ise, sessizliğe ve fenaya götürür. Bu itibarla Mutlak Güzeli sevmek, O güzelliğin kemal derecede yansıdığı Peygamber'i sevmekten geçer. Peygamber'i seven, Allah'ı da sever. Zira Peygamber'e yönelen Allah'a yönelmiştir. Keza Peygamber'i sevmek üretmektir; topluma erdemli ilkeler çerçevesinde hizmet götürmek, ahlaken olgun ve kamil insan olmaktır. Bunu gerçekleştiren ise ilahî vuslata ve fenaya kavuşur; Allah ve Rasûlü'nün boyasına gark olur.

Verd-i Muhammedî / Gül-i Muhammedî

Gül şeklinde tasarlanmış levha hilyeler vardır. Bunlara Verd-i Muhammedî veya Gül-i Muhammedî denilir. Dal ve yapraklar ortasında açılmış tek gülün üzerinde "Muhammed" yazısı, yapraklarda da; Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin (âl-i âbâ) ve aşere-i mübeşşere adları okunur. Diğer yapraklarda ise, en uçtaki yaprakta Hz. Aişe'nin olmak üzere Hz. Peygamber'in pak zevcelerinin isimleri yazılır. Kalan kısımda ise Ashab-ı Kehf'in adları ve dört halifenin hususiyetleri kaydedilir. Gülün üzerinde altın hatla şunlar yazılır: "Kim Peygamber Efendimiz'i vasf etmek isterse şöyle desin: Ne aşırı uzun, ne de kısa idi, ne toplu, ne de zayıf idi. İnsanların en güzeliydi. Siyah iri gözlü idi."
 
Sözü, söz ustası Fuzulî'nin çokça tanınan naatından iki beyit okuyarak bitirmek istiyorum:
 
Suya versün bağban gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gülzare su
Ârızın yâdıyla nem-nâk olsa müjgânım n'ola
Zayi olmaz gül temennâsıyla vermek hâre su