Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Adiyat: Benliğin Terkisinde Sekiz Nala


Mukabele; Kitâb’ın içinde kastedilen hakiki anlama oranla -bizim bu güne kadar anlayabildiğimiz Kitâb’ı- karşılaştırarak bir yerde anlam sağlamasını yaparak okumak ve henüz anlayamadığımız hakiki Kitâb’a bakarak “kitapçıklarımızı” yenilemek gibidir. Gerçek bir mukabele hem bugüne kadar Kitap’tan anladıklarımızın doğru olup olmadığını, hem de buna bağlı olarak yaşadığımız hayatın gerçekten de Kitaplı olup olmadığını sorgulama imkânını verir.
 
Bu Ramazan,  hayatımız bir kez daha sakinleşecek ve bir kez daha durulacak az da olsa.
 
Baştan sona okumalarla hayatı yeniden daha doğru anlamanın ve yaşamanın zamanı olsun.
Manevi servetine; birikimine, makamına yaslanıp kalabalıklara yanlış manalarla çerçevelediğin, hurafe dini veya yaşam biçimini saçıp savurarak; kendin o ilkelerin hepsinden göz göre göre taviz veriyor ve nasılsa yaslandığın manevi servetine bir de maddi servet katarak kendini sorgulanamaz, eleştirilemez görüyorsun.

Hangi hırs seni bu kadar kendin olmaktan, insan olmaktan, kendinden alıyor. Yaslandığın “servetine” nasıl bu kadar güvendin?

Kalbinde gizlemeye çalıştığın o hırslar seninle mezara girecek. Seni mezarına taşıyacak.

Ve seni mezarından onlar kaldıracak. Şimdi kalbini mezar kılarak sakladıkların ve aslında -Allah bu satırlarında açığa çıkardığı için- müminlerin de iyi bildiği sırların mezar sonrası iyiden iyiye ortaya çıkacak.

Adiyat suresi öyle diyor.

Seni anlatıyor bana Adiyat suresi.

Neye yaslanıp da kendini kural üstü bir vahşilikte; sorumsuz, olgunlaşmakla yükümsüz bir insan, hatta hayvan bildinse onu gösteriyor bana.

Beni anlatıyor bana Adiyat suresi.

Neye yaslanıp da kendimi kural üstü bir vahşilikte, olgunlaşmakla yükümsüz bir insan, hatta hayvan bildimse onu gösteriyor bana.

Seni sana uyandırıyor.

Beni sana uyandırıyor. Yaslanıp “servetine” bana emirler dikte ediyorsan...

Bir güç olarak kural üstülüğünden bana sayısız kurallı bir zor bir hayat, kuralları katılmış hayatımı halsiz bırakan bir ilim, din dayatıyorsan beni sana uyandırıyor. Senin bencilliğine, önü alınmaz hırslarına, çıkarlarının ilahlığına tapınmış bu vahşiliğin benim hayatımı dörtnala toz duman etmesine izin vermemem gerektiğini bana tembihliyor.

Beni bana uyandırıyor.

İçimde terbiye edemediğim, “edep yahu” deyip de durduramadığım hangi vahşilik, hangi eşeklik varsa onun aynı zamanda eğitildiğinde bende göğe, değerli olmaya, yükselmeye şahlanacak bir güç, nefs olduğunu bana bildiriyor. İçimden dışıma insanlığım mı şahlanacak şu alçak bahçelerde, yoksa hayvanlığım mı, güdemediğim nefsim mi, nefs atım mı sorularıyla aklımı değerlerine çelip bana beni sorgulatıyor.

Adiyat suresi. Binek atları adını alan bu ilahi okumalar... Seni ve beni, insanı, kaybolmuşluğumuzu, insanlığımızı kendine getiriyor.

Maddi servetine mi bu denli güvenip ilkeli bir duruşu erteleyip serkeşliğe yöneldin? Diktiğin yer delenler, gelir gruplarının farkını iyice açığa çıkaran, toplumun birbirini ötekileştirmesine, yadsımasına, unutmasına, aynılaştırmasına, farklı olanı iyiden iyiye dışlamasına katkıda bulunarak yükselen inşa ve mimarine mi, halkın yararına açılması gerekirken sırf yaslandığın servetine servet katmak için hırsla el koyduğun güzelim kıyılar, yeşil alanları kuşatmalarına güvendiğin için mi böylesin?

Siyasi, askeri, bilimsel veya sanatsal  gücüne mi, isminin başına getirilen titrlere mi, adam sayına, omzundaki apoletlere, doğru mu eğri mi belli olmayan kitaplarına, ahlaki sınırları hiçe sayan yapıtlarına mı güvendiğin için böylesin?

Hiçbir kural tanımaz, kurallar üstü, sorgulanamaz, eleştirilemez, ne yapsa güzel yapmış diye alkışlanan, hep onaylanan, hiç itiraza maruz kalmayan bir vahşilikte olmanı bu özelliklerine mi bağlamalıyız?

Sanırım öyle.

Manevi servetine; birikimine, makamına yaslanıp kalabalıklara yanlış manalarla çerçevelediğin, hurafe dini veya yaşam biçimini saçıp savurarak; kendin o ilkelerin hepsinden göz göre göre taviz veriyor ve nasılsa yaslandığın manevi servetine bir de maddi servet katarak kendini sorgulanamaz, eleştirilemez görüyorsun.

Geniş halk kitlelerine, camiana emrettiğin kuralların üstünde olmanı, kurallardan ve anlattığın yaşam biçiminden/ dinden bağımsız bir “üst” konumda olmanı; bu mağrur, bu seçilmiş, bu övülmüş kisveni, imajını manevi ilmine, ilminin derinliklerine, erişilemez birikimlerine mi bağlamalıyız?

Sanırım  öyle.


Tıpkı hayatı “ateşler saçarak, toz bulutlarını kaldıran, ansızın, beklenmedik bir şekilde tutkudan tutkuya nefes nefese koşan binek atları” gibi yaşıyor bu yüzden.

Seninle, senin gibilerin vahşiliğiyle dünya toz duman. Senin hesaplar üstü hesapsız yaşamaların; sayısız hayatı ve dünya bahçemizi ateş içinde, toz duman içinde, karmakarışık, düzensiz, göz gözü, öz özü görmeyecek duruma getirdi. Savaş alanı oldu bahçemiz.

Yoruldum senden ve senin gibilerden. Çekilebilirsin!

Şimdi sureyi kendim için okuyacağım.

Surenin bana, benim benliğime, benim hayatıma inmesine çabalayacağım.

Hırslıdır insan.

Ben de hırslıyım, sen kadar ve sen gibi olmasa da.

Sonu gelmeyen isteklerim var benim de kendi çapımda. İhtiyaç tadında bırakmıyorum hiçbir şeyi. İsteklerimin sayısını ve ölçüsünü yitiriyorum. Sonu gelmeyen bir ihtiyaç listesiyle dolaşıyorum. Listemi tamamlayıp doygunluğa ve dinginliğe geçemiyorum. Listemi tamamlayacak kadar maddi gücüm olsa bile bu defa da listedekilerin oranı, ölçüsünü kaybetmiş oluyorum. Her bir maddeden sınırsızca istiyorum. Hep bir daha diyorum. Hep dahasını; daha çok, daha büyük, daha güzel, daha kaliteli, daha pahalı olsun istiyorum. Bendeki kimselerde olmasın istiyorum. Bir tek benim olsun diyorum. Elimdeki avcumdaki, gönlümdeki, cebimdeki elime geçtiği an eskimiş, birden bire cazibesini yitirivermiş oluyor. Başkasının elindeki avcundaki, gönlündeki, cebindeki ise her zaman daha cazip görünüyor bana. Vitrinlerin ışıkları hiç sönmüyor. Emlakçıları gezmek hoşuma gidiyor. Malım çoğalınca kendimi neden hep daha iyi hissettiğimi açıklayamıyorum. Ben de sen gibi oturduk yerden, daha kolay kazanmak, daha çok kazanmak, daha çok harcamak, çarşılarda hesapsız dolaşmak, dünyayı gezmek, güzel yemekleri bitirmeye kalmadan mızmızlanmak filan  istiyorum. Ekranlardan sürekli seni izliyorum oturduğumuz semtlerde ayrı düşsek de. Bazen iyi kötü ürettiklerimle övüne övüne kendimi nasıl yerle bir ediyorum. Bereketimi hep uzağa kaçırıyorum. Gittikçe paylaşmak ağır gelmeye başladı. Birikim ve yatırım kelimelerinden hoşlanmaya başladım. İyi değilim ben de.

“Ah zaaflarım... Ne zaman ‘edep ya hu!’ dememe gerek duymadığım, edebi kendinden erdemlerim olacaksınız?” deyip duruyorum kendi kendime.

İçimde koşturan bu at sürüsünden sükûnet nedir; bir çay içiminde yaşanan ömrün demi nedir, has muhabbet nedir, nedir gerçekten sevmek, bağımsızca bağlılık nedir, nedir emek vermek hayata... Bilmiyorum. Atlarımı çaktığım erdem ağaçlarından gizlice çözüp bütün düzenimin, kalbimin züccaciyesinin üstüne üstüne salan kasıtlar var.

Yazarken bile yorucu bu hırs. Tıpkı hayatı “ateşler saçarak, toz bulutlarını kaldıran, ansızın, beklenmedik bir şekilde tutkudan tutkuya nefes nefese koşan binek atları” gibi yaşıyor bu yüzden.  Bedensel istek ve ihtiyaçlarına bir ölçü getirememiş, varlığının bir yanını diğer yanına tercih etmiş, tek bir yanını, yönünü şımartıp, diğer yanını yönünü tamamen ihmal etmiş aksak ve dengesiz bir hayat…tayım. Biliyorum.