Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Ebedî Sabahlarda O'nu Karşılamak

13 Aralık 2009 Pazar Sonpeygamber.info / Yazarlar


Kâbe'de...

Atası İbrahim peygamberin yerde ve gökte arayıp da kendine şahdamarından yakın yerde bulduğu Rabbi için inşa ettiği Kâbe'de...

Duaya kilitlenmiş yaşlı bir adam...

Güneş altında yaşayanlar tedirgin bir gecenin altına sığınmış; gece avlananlar yaklaşan haberin yükü altında pusup kalmış.

Dakikalar saat ağırlığında...

Kâinatın ve mahlûkâtın ezelden beridir beklediği an yaklaşmış; ama o son an sanki ebed uzunluğunda.

Zamanı sessizlik esir almış; sadece bir yakarış yükseliyor Kâbe'den.

Kâbe'de duaya kilitlenmiş yaşlı bir adamdan...

Zamanın donduğu anda, gür bir ses kaplıyor arşı:

"Müjde ey Abdülmuttalib! Âmine'den bir çocuk doğdu, vücudu âlemlere rahmet!..."

Fısıltıların kanatlandırdığı bu sual, Ebû Bekir'in kulağına konuyor. Bahtlı adam ayağa kalkıp gömleğiyle insanlığın efendisine gölge yapıyor. Kâinatın varlık sebebine susamış dudaklar hep bir ağızdan haykırıyor : "İşte O! Allah'ın Peygamberi!"

Yaşlı adam Abdülmuttalib'in dudaklarından dökülürken şükür sözcükleri, Mekke ebedî bir sabaha uyanıyor. Dağlarla çevrili şehir kasvetini üzerinden atıyor. Haber, yağmur olup bereket yağdırıyor çöl dudaklara. Putlara hiç teslim olmamış hanifler aydınlığı kucaklarken, yaradana şirk koşanların bilinçsiz tanrıları bir bir yıkılıyor. 

 Kureyş'in bereketi oluyor yeni doğan. Kıtlık yıllarında onun duaları zerkediyor toprağa yağmurları. Mekke, onun büyüdüğü dönemde yarımadadaki gücünü ve konumunu perçinliyor.

Çocuk Muhammed büyüyor. Etrafındaki herkesi kendisine bahşedilen bereketten nasiplendirerek. Yetişkinliğe çok zorlu sınavlardan geçerek giriyor. Babasını göremeden doğan Allah sevgilisi, altı yaşında annesini, sekiz yaşında da himayesine girdiği Kureyş'in lideri dedesini kaybediyor. Sevdikleri bir bir elinden alınan Muhammed, ailesinden koparılarak, insanlığa sunulmak üzere Rabbinin terbiyesine alınıyor. Arap yarımadasının Kâbe merkezli kaynayan fırtınalı atmosferinde, hiç bir kötülüğe, dünyevî ihtirasa ve çekişmeye bulaşmadan yüce bir ahlak ile sivriliyor. Dünyadan el etek çekerek değil, hayatın içinde hazırlanıyor ulvî makama. Ve nihayet, kıyamete kadar insanlığa örnek olma vasfını haiz tüm sıfatlarını olgunlaştırarak arzın zirvesinde iskân ediyor.

Önce Kureyş çağrılıyor, Allah ve meleklerin kendisine salât ettiği Nebî'ye itaate. Ancak içlerinden çıkan Peygamber'in davetine, halkının cevabı çok sert oluyor. Peygamber ve inananlar, fiilî bir savaşın muhatabı kılınıyor. Sözünden emin oldukları Peygamber'in davetini inandırıcı bulmadıkları için değil. Haksızlık ve güç üzerine kurdukları düzenin bozulmasına tahammül edemedikleri için zulüm (karanlık) ve küfür (gerçeği örtmek) üzere anlaşıyorlar.

Tüm eziyet, yasak ve ambargolara rağmen davet büyüyor, dünyanın en kuytu köşelerine kadar uzanıyor. Ancak hiç bir belde, ona ilk kucak açan ve onu ebedî ağırlayacak olan Medine'nin makamına erişemiyor.

Sabah namazını kılan Medineli müminler, her gün bıkmadan şehrin sırtlarına dayanıp, güneş tepelerini kavuruncaya kadar ufka kilitleniyorlar. Saatler geçiyor, ancak ufuk yalnızca sessizlik kusuyor. Umutlar yarına erteleniyor, insanlar evlerine çekiliyor.

Medine yine evlerine çekilmiş. Sokaklar sıcak soluyor. Gök gürültüsünü andıran gür bir nida, sokağı insan sağanağına teslim ediyor. Haykırışıyla sesini tüketen haberci, kendisine bakarak akan kalabalıklara artık yalnızca parmağıyla rehberlik ediyor. Parmaklar, bir hurma ağacı altında oturan, birbirine yakın yaşlardaki iki zâta kilitleniyor. Gözler büyüyor; merakın yükseltiği parmak uçlarında kalabalıklar boy yarışına giriyor. Boyca uzunluk hiç bu kadar gıpta vesilesi sayılmıyor.

Hurma ağacı altına odaklanan yüzlerce göz, "Hangisi" sorusunun merakıyla tutuşuyor. Fısıltıların kanatlandırdığı bu sual, Ebû Bekir'in kulağına konuyor. Bahtlı adam ayağa kalkıp gömleğiyle insanlığın efendisine gölge yapıyor. Kâinatın varlık sebebine susamış dudaklar hep bir ağızdan haykırıyor : "İşte O! Allah'ın Peygamberi!"

Mekke'de açan gonca, sıddık dostu ile "Buyurunuz, emniyet ve huzur içinde gidelim," diyen yaklaşık beşyüz yâranın yanında Medine içlerine ilerliyor. Dünyanın en anlamlı ve görkemli geçit resmi yaşanıyor. İnsanlığın efendisi Medine'yi teşrif ediyor. Damlarda küçük kızlar, fırlamış gözleriyle merakın zirvesinde yarışıyorlar. Sokaklara dökülmüş Medine halkı, "Allahu ekber! Resûlullah geldi. Allahu ekber! Muhammed geldi," çığlıkları ile diriliyor. Şehri tekbir sesleri teslim alıyor. Tüm Medine evleri, içeri buyur ettikleri Nebî'nin ayaklarına dikiyor gözlerini. Şehrin coşkusu, ensar çocuklarının şen şarkıları ile gök kubbeye tırmanıyor:

"Ayın ondördü üzerimize, Veda Dağı'nın tepelerinden doğdu, ne mutlu!"

Ve Peygamber, kendisine şu sözlerle sınırsız bir destek sunan ensarın beldesinde tamamlıyor ömrünü: "Biz her zaman her yerde seninle beraber olacağız. Mallarımızdan dilediğin kadarını al, dilediğin kadarını bize ver. Bize neyi emredersen onu yapmaya hazırız. Allah'a yemin olsun ki, eğer sen bize şu denizi gösterip dalsan, biz de seninle dalarız."

Medine'de ruhunu Rabb'e teslim eden vücudu âlemlere rahmet Peygamber, her "Kutlu Doğum", her kandil ile yeryüzünde yeniden varlık tazeliyor. Atlantik'ten Pasifik'e kadar uzanan devasa bir coğrafyada büyük bir iştiyakla yad ediliyor.

Dünya, işte yine bir kutlu doğumun arefesinde.

Vücudunu kâinatın sarsıntıyla, peygamberliğini Kureyş'in inkârla, hicretini ensarın aşk ile karşıladığı Peygamber, hiç şüphe yok ki yalnızca bu özel zamanlarda yad edilmeyi değil, sünnetiyle müminlerin hayatlarında her dem var olmayı bekliyor.