Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Emin Işık ile Kur'ân Ayı ve İbadet Estetiği Üzerine

29 Haziran 2015 Pazartesi Sonpeygamber.info / Röportajlar


Bir Ramazan ayına daha kavuşmuş bulunuyoruz. Bu mübarek ayın faziletleri, yaşatılan ve unutulan gelenekleri, İslam dünyasının içinde bulunduğu hâl gibi konular hakkında konuşulması gereken çok şey var. Biz de bu noktadan hareketle Emin Işık Hoca’ya bazı sorular yönelttik. Emin Işık’ın verdiği derinlikli cevaplar hem gündelik hayatta sünnetin ihyası hem de ibadet estetiği adına dikkatle okunmalı...


Ramazan oruç ayıdır ve öyle bilinir. Ancak Ramazan ayının özel olmasının esas sebebi oruç değil, Kur’ân’ın bu ayda indirilmiş olmasıdır. Biz orucu Kur’ân ile gelen hidayet nimetine karşı şükür borcu olarak tutuyoruz.

Ramazan her şeyden evvel oruç ibadetiyle özdeşleşmiş bir ay. Fakat yalnızca oruçtan ibaret değil, birçok faziletleri daha var. Ramazan denince sizin aklınıza ilk ne geliyor?

Ramazan oruç ayıdır ve öyle bilinir. Ancak Ramazan ayının özel olmasının esas sebebi oruç değil, Kur’ân’ın bu ayda indirilmiş olmasıdır. Biz orucu Kur’ân ile gelen hidayet nimetine karşı şükür borcu olarak tutuyoruz. Oruç da dâhil olmak üzere Ramazan’daki bütün etkinliklerin sebebi ve odak noktası Kur’ân’dır. Gaye, Kur’ân okumayı, yani Kur’ân kültürünü ve feyzini yaşatmaktır.

“Kur’ân kültürü” ifadesini biraz açar mısınız?

Bilindiği gibi Kur’ân üç türlü okunur. Birincisi sessiz okumaktır, buna “hafî okuma” denir. İkincisi genel anlamda okumaktır. Buna da “kıraat” denir; herhangi bir kitabı, yazıyı sesli okumak gibi, konuşur gibi okumaktır. Üçüncü bir okuma şekli daha vardır ki ona da “tilâvet” denir. Kur’ân’ın kendine mahsus eda, sadâ, üslup ve tecvid ile sesli okunmasıdır. İşte bu okuyuş tarzında tecvid var, musiki var, sanat var, estetik ve güzellik var. Allah kelamı, Allah’a layık olan bir tarz ve üslupta, güzel sesle ve özenle okunmalıdır. Kur’ân tilaveti, aynı zamanda ibadet olduğu için, okuyan onu sadece ses ve gırtlak gücüyle değil, zihin ve kalp gücüyle okumalıdır. O zaman okuyan kadar, belki daha fazlasıyla dinleyen de ondan etkilenir. Ramazan ayına mahsus olan teravih ile camilerde ve evlerde okunan mukabelelerin esas hedefi, Kur’ân okumayı teşvik etmek ve Kur’ân kültürünü yaymak-yaşatmaktır. Diğer zamanlarda akşam, yatsı ve sabah namazlarında, namazdaki Fatiha ve zammı surelerin sesli olarak tilavet edilmesinin esas hedefi, yine Kur’ân’ın talimi içindir. Velhasıl Ramazan ayı başlı başına bir Kur’ân bayramıdır.

Hocam temcit, salâ, ilahi gibi dini musiki formlarının özellikle Ramazan’a (ya da teravih namazına) mahsus makam ve usûlleri var mıdır?

Yatsı namazı genellikle rast veya mahur makamıyla kılınır. Çünkü bu iki makam ses dizileri itibariyle canlı ve diridir. Mesela saba, hüseyni, hüzzam ve hicaz, özellikle de garip hicaz denilen hicaz hümayun, oldukça hüzünlü makamlardır. Böyle oldukları için gevşetici ve uyku getirici makamlardır. İftar sofrasından yeni kalkmış, mideyi tıka basa doldurmuş olarak camiye gelmiş, cemaate katılmış, sıcak yaz günlerinde veya genellikle kalabalık yüzünden hamama dönmüş olan camide, cemaati esnetip uykuya daldıracak hüzünlü makamlardan sakınmak gerekir. Rast ve mahur makamının uyandırıcı ve şok edici etkisi vardır. Belki de sırf bu yüzden, işin başında bu diri makamlar kullanılmış olmalıdır. Yoksa cemaat, daha işin başlangıcında, esneyip uyumaya başlar. Farzdan sonraki ilk dört rekâta da aynı şekilde rast makamının bir türevi olan ısfahan makamı ile giriş yapılır. Dördüncü rekâtın sonunda, imam eğer müezzinlere yol göstermek isterse, uşşak veya saba makamından biriyle selam verir. Müezzinler de o makamdan bir ilahi okurlar. İkinci dört rekât, saba veya uşşak makamında, üçüncü dört hüseyni, dördüncü dört eviç, beşinci dört de acemaşiran makamlarından kılındıktan sonra teravih sona erer. Hüseyni, eviç ve acemaşiran makamları ile kılınan son üç bölüm, hemen hemen hiç değişmez. Vitir namazı da genellikle segâh makamıyla kılınır. Ki segâh makamı insana iç huzuru ve gönül ferahlığı veren bir makamdır.

İftar sofrasından yeni kalkmış, mideyi tıka basa doldurmuş olarak camiye gelmiş, cemaate katılmış, sıcak yaz günlerinde veya genellikle kalabalık yüzünden hamama dönmüş olan camide, cemaati esnetip uykuya daldıracak hüzünlü makamlardan sakınmak gerekir. Rast ve mahur makamının uyandırıcı ve şok edici etkisi vardır. Belki de sırf bu yüzden, işin başında bu diri makamlar kullanılmış olmalıdır.

Neden belli makamların kullanılması yaygınlaşmıştır? Makamlarla ibadet arasında bir münasebet kurulabilir mi?

Bu, İslam dünyasının her yerinde aynen bizdeki gibi değildir. Mesela Hicaz bölgesinde beş vakit ezan hep aynı makamla okunuyor. İstanbul ve İstanbul'un etkisi altında kalan belli yörelerde, mesela Şam ve Mısır’da bu biraz böyledir. Yani her vakte özel bir okuyuş tarzı söz konusudur. Çocukluk yıllarımda (1950’ler) Şam Radyosu’ndan naklen yayınlanan bir sabah ezanı vardı. Rast ve ısfahan makamlarının karışımı çok değişik bir ezandı. Naim Ebu Harp adında bir müezzin okurdu. Çok derinden ve adeta kuyunun dibinden çekilip çıkarılıyor, sonra da yükseklere, maveraya uçuyor gibiydi. Meltem yeli gibi, hiç rahatsız etmez, dinleyenler üzerinde olumlu etkiler bırakırdı. Sabah ezanının vazifesi insanları rahatsız etmeden, okşar gibi uyandırmak ve o ruh haliyle namaza hazırlamaktır. Bu makamın, şafak vaktinin mahmurluğu ile uyku halinin mahmurluğuna yakışan bir özelliği var. İnsanoğlu günün her anında, her saatinde aynı psikolojiyi yaşamıyor. Karanlık gecenin, parlak gündüzün, güneşin doğuş ve batış anının insan üzerinde farklı etkileri var. Güneşin batmak üzere olduğu günün son demleri gerçekten hüzün vaktidir. Üstelik bütün bir günün yorgunluğu ve stresi söz konusudur. O saatlerde rahatsız edici, gürültülü sesler hoş karşılanmaz; insan dinlendirici ve huzur verici segâh makamından güzel bir ezan dinleyip rahatlamak, sükûn ve huzur bulmak ister. İleri medeniyetlerin müziği de renkleri ve görsel sanatları da genellikle o medeniyeti kuranların zihniyetini yansıtır, ruh hallerini dile getirir. Çünkü o eserler, o toplumun ruhsal ihtiyaçlarını karşılamak için meydana getirilmiştir.

Ramazan’ın bir Kur’ân ayı olduğunu söylediniz. Ramazan ve Kur’ân ilişkisinde musikinin yeri tam olarak nedir?

Sessiz sedasız, davulsuz zurnasız bayram olur mu? İnsan bazen en ufak bir iyilik karşısında bile çığlık atar; sevincini, neşesini türkü söyleyerek veya ıslık çalarak belli eder. Bir insanın veya bir kuşun böyle sesli olarak sevincini açığa vurmasına, “izhar-ı şâdümâni" denir. Tahdîs-i nimet denilen bu hal, şükrün ta kendisidir. Ramazan girince, biz de şükrümüzü, minarelerden salâ ve ezanla, camilerdeki mukabelelerle dile getiriyoruz. Bununla da yetinmeyip, minareleri kandillerle süslüyoruz. Böylece bayramı, ışık ve ses gösterisi halinde kutluyoruz. Güzel sesle musiki icrası veya dinlemesi, dünya ve ahiret nimetlerinin en yücesi, en ruhanisidir. Peygamber efendimiz ezanı onun rüyasını gören Abdullah ibni Zeyd'e değil de Habeşli bir köle olan Bilal’e okutuyor: “Bilal’in sesi daha güzel, bunu ona öğret de o okusun” diye emir veriyor. Peygamber Efendimiz’in bu emri kıyamete kadar geçerlidir: Ezan güzel sesle okunmalıdır. O kadar. Ezan da Kur’ân da yüksek bir musiki kültürü gerektirir. Çünkü her birinin kendine mahsus tarz ve üslubu var. Şarkıdan, türküden, ninniden, maniden, gazel ve uzun havadan çok farklı olmalı ve uzak tutulmalı, bunların hiçbirine benzememeli. Kur’ân tilavetinde musiki bilgisi işte bunun için, yani Kuran’ın kendi tarz ve üslubu içinde tilavet edilmesi için şarttır.

İleri medeniyetlerin müziği de renkleri ve görsel sanatları da genellikle o medeniyeti kuranların zihniyetini yansıtır, ruh hallerini dile getirir. Çünkü o eserler, o toplumun ruhsal ihtiyaçlarını karşılamak için meydana getirilmiştir.

Tarif ettiğiniz üslupta Kur’ân okunması yaygın mı hocam, bu konuda bir eksiklik görüyor musunuz?

Rahmetli Ali Rıza Sağman Hoca, Kur’ân derslerinde, gazelhan ve mevlithanları taklide yeltenen, yerli yersiz ses gösterisine kalkışan öğrencileri azarlar, “Yavrucuğum! Hafız bey gibi okuma, hafız efendi gibi oku!” derdi. Peygamber efendimiz de bir hadis-i şerifinde Kur’ân’ın boğa gibi böğürerek değil de koyun gibi meleyerek okunması gerektiğine dikkat çeker. Biz Allah’ın isteklerini, kendi isteklerimizin gerisine atıyoruz. Böylece Allah’a olan görevimize ihanet ediyoruz.  Bir nimet veriliyorsa sorumlulukla beraber verilir. Bütün bu nimetler emrimize verilmişse Allah bizi kendisine karşı sorumlu tutmuş demektir.

Tüm bunlardan başka halvet, erbain, çile gibi uygulamalar var…

Çile, erbain, oruç, namaz, zikir… Bütün bunlar bir niyetle, bir amaç için yapılırsa işe yarar. Çekilen çileler, eğer dünya nimetleri uğruna çekiliyorsa -bütün meslek sahipleri zahmet çekiyor- bunlar çile yerine geçmiyor. Her sıkıntı çile değildir. Aynen ibadet gibi. Bir insan aç kaldığı zaman oruç tutmuş sayılıyor mu? Hayır. İsterse bir hafta aç kalsın. Ama niyet edip “Ben yarın Allah rızası için oruç tutacağım” dediği zaman o ibadet oluyor. Bütün dinlerde şu var, diyorlar ki bu dünyada çile çekenler ahirette mutlu olacaklar. Böyle bir şey yoktur, her ibadet niyetle ibadet olur. “Ben bu sıkıntılara Allah için katlanıyorum, Allah emrettiği için ben bunu yapıyorum” dediğin zaman onun sana faydası olur. Her şeyi Allah’a hizmet için yaparsan o bir işe yarar. Yoksa ben âlim adam olacağım, ün yapacağım; büyük tüccar olacağım, iyi yaşayacağım vs. diyebilir;  aynı tüccar, aynı adam “ben para kazanacağım ve Allah yolunda hizmet edeceğim, cami yaptıracağım, okul yaptıracağım” da diyebilir… Bütün bunlarda esas olan niyettir. Müezzin güzel ezan okuyor. Mesela, “Halk bana ne güzel okuyor desin” yahut “Beni duysunlar, güzel sesim olduğunu anlasınlar” diye okursa o ezanın hesabını verir. Ama “Allah’ım ben senin dinini, güzelliğini bu insanlara tanıtmak istiyorum” deyip o aşkla, Allah aşkıyla okuduğu zaman onun nefesi de sesi de hepsi ibadet olur.

Bir zamanlar dergâhların da Ramazan aylarında çok aktif olduklarını biliyoruz. Bugün onların eksikliğini hissediyor muyuz sizce?

Ben dergâhlar dönemine yetişemedim. Dergâhların asıl işlevi halk eğitim hizmetleridir. Hem fakir fukara, kimsesizler, yetimler, evi barkı olmayanlar gidip orada kalıyordu, hem kimsesizler yurdu oluyordu, hem de o insanlara eğitim veriyordu. Şimdi İstanbul’da binlerce sokak çocuğu var. Eğer bizim dergâhlarımız olsaydı, toplardık götürürdük, “Bu çocuklara ilim öğretin, mektebe gönderin, orada kurs açın, meslek edindirin” derdik. Bütün o büyük hattatlar, ebru ustaları, büyük müzisyenler dergâhlarda yetişmişlerdir. Oralar güzel sanatlar okulu gibi, bir nevi şimdiki meslek okulları gibi idi. Ramazan’da bütün mektepler, medreseler tatil edilirdi. O medresede okuyan mollalar, imamı olmayan köylere gider, Ramazan imamlığı yaparlardı.  Şimdiki gibi imamların hepsi devlet memuru değildi. Her köy kendi imamının geçimini kendisini sağlardı.

Peki, kıble neye yarıyor? Hepimiz fikir birliği edeceğiz, yön birliği edeceğiz, işbirliği edeceğiz diye yön gösteriyor, kıble onun içindir. Tevhid iki manaya gelir: Birisi Allah’ın birliğine inanmaktır. İkinci manası da Allah’ın birliğine inananların da birlik olmalarıdır, esas tevhid budur. Demek ki bizim imanımız da eksik, Peygamberimize bağlılığımız da eksik, onun için bu normal bir sonuçtur.

Vaazlarınızda sık sık İslam dünyasının olumsuz bir gidiş içinde olduğunu anlatıyorsunuz. Bu olumsuzluklar ve sebeplerinden biraz bahsedebilir misiniz?

Kur’ân-ı Kerîm bizim aynı zamanda ders alacağımız bir kitaptır değil mi? Bu kitap “Ulu’l-erbâb” için ibret sahneleriyle dolu olduğunu söylüyor. “Ulu’l-erbâb” demek, aklı başında kişiler demek. Kur’ân-ı Kerîm’e bakıyoruz; Nuh kavmi, Lut kavmi, Hud kavmi, Salih kavmi vs. bütün helak olan kavimler, peygamberlerinin yollarından çıktıkları yahut ona direndikleri veya onun getirdiği mesajı kabul etmedikleri ya da kabul ettikleri halde doğru dürüst uygulamadıkları için helak olmuşlardır. Bizden önceki kavimler peygamberlerinin dediklerini yapmadıkları, onlara karşı geldikleri için helak olduysa aynı şey bizim için de geçerli. Bugün kaç kişi sünneti seniyye yahut da Kitab-ı Kerîm üzere yaşıyor? Hangi İslam toplumu Kur’ân’ı kendine anayasa almış, Peygamber’in sünnetini uygulama olarak kendisine örnek kabul etmiş, onu yaşatıyor? 54-55 İslam ülkesi var, kimisi de çok zengin. Peki, hepsi İslam ülkesi ise Filistin’deki din kardeşlerini niye ezdiriyorlar?  Hz. Peygamber olsa şimdi, onların orada ezilmesine izin verir miydi? Peki, kıble neye yarıyor? Hepimiz fikir birliği edeceğiz, yön birliği edeceğiz, işbirliği edeceğiz diye yön gösteriyor, kıble onun içindir. Tevhid iki manaya gelir: Birisi Allah’ın birliğine inanmaktır. İkinci manası da Allah’ın birliğine inananların da birlik olmalarıdır, esas tevhid budur. Demek ki bizim imanımız da eksik, Peygamberimiz'e bağlılığımız da eksik, onun için bu normal bir sonuçtur.