Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Hümeze: Kusura Bakma

20 Ağustos 2014 Çarşamba Sonpeygamber.info / Mukabele: Anlam Sağlaması


Mukabele; Kitâb’ın içinde kastedilen hakiki anlama oranla -bizim bu güne kadar anlayabildiğimiz Kitâb’ı- karşılaştırarak bir yerde anlam sağlamasını yaparak okumak ve henüz anlayamadığımız hakiki Kitâb’a bakarak “kitapçıklarımızı” yenilemek gibidir. Gerçek bir mukabele hem bugüne kadar Kitap’tan anladıklarımızın doğru olup olmadığını, hem de buna bağlı olarak yaşadığımız hayatın gerçekten de Kitaplı olup olmadığını sorgulama imkânını verir.

Baştan sona okumalarla hayatı yeniden daha doğru anlamanın ve yaşamanın zamanı olsun.


Ne zaman eline, avucuna bir şeyler geçse; güveneceği, sırtını yaslayıp insan içine çıkacağı, ihtiyaçlarından, lükslerine dilediklerini karşılayabileceği bir maddi rahatlık yaşasa bu konfor onun benliğini kazmaya başlayıveriyor.

“Vay haline iftira atanın ve ayıp-kusur arayanın! Vay haline o kişinin  ki, serveti biriktirir ve onu bir kalkan sayar. Zanneder ki serveti onu sonsuza dek yaşatacak!

Hayır, tersine, öteki dünyada çökerten bir azaba  terk edilecektir o! Bilir misin nedir o çökerten azap? Allah tarafından tutuşturulan bir ateş, günahkâr kalplerin üstünde yükselen... Üzerlerine salınacak bir ateş; sonsuz sütunlar arasında!"

“Vay haline iftira atanın ve ayıp-kusur arayanın!”

Neler oluyor? Neden hep başkalarının üstünde gezinir kimilerinin gözleri?

Kendini kaybetmiş olabilir biri-leri. Gözleri hep başkaları üstündeyse eğer. Başkalarının kaşı, gözü, imajı, giyimi, nerede olduğu ve ne yapıp ettiği üstüne düşünüp konuşuyorsa, hep bunları konuşmaya değer buluyorsa eğer, büyük ihtimal kendisine hiç bak/a/mıyor olmalı. Bir aynası yok gözlerine gözlerinin değdiği. Muhakkak kendisi kusursuzdur! Mükemmel olduğu için bütün aynaları kırmış olabilir!

Arıyor. Bulduğu her ayıp onu deli gibi sevindiriyor. Hep kusura durup bakıyor. Başkalarının kusuruna. Üstünde duruyor. Kendisini gerçekten kusursuz sanıyor.

Konusunu bunlardan seçiyor. Kendini hiç konu edinmiyor. Sürekli dedikodu ediyor. Tırnak içindeki kimi cümleleri kendi çıkarlarına göre değiştirerek ondan ona, ondan bana, benden ona taşıyor. İnsanlarla konuşurken bir haberci titizliğinde malzeme topluyor. Fitne fücuru yayıyor yeryüzüne...

Ya kendini bilmez biridir o. Ya kendini bilmez bir kurumdur kimbilir. Kimi basılı, görsel yayınların, sosyal medyanın veya televizyon programlarının, içerik açısından pekala “hümeze  t’ün lümeze” özelliği taşıdığı herkesin malumu...

 “Vay haline iftira atanın ve ayıp-kusur arayanın!”

Yaratıcı onu kusursuz yarattı. Fakat o kusura bakıyor. Bilmeli ki kusura bakılmaz. Meşhur bir ricasıdır insanın insana: “Kusura bakma!” sözü. Aksine kusursuz tarafına bakılarak, o ölçü alınarak hep daha az kusurlu olan yanından görülür, görülmelidir bir şey, takdir edilir, dile getirilir. Varsa –ki hep olur-  kusurun da üstü örtülür, örtülmelidir. Üst örtme; eleştirmeme, göz ardı etme, sorunları biriktirme değildir. Güzellikle eleştirme ve hep olabildiğince kusursuzluğa öykünmedir. Hep daha güzel kılmaya çalışmadır. Kınamadan elden tutma, yardım etme ve nedenleriyle mücadele etmedir. Usûl budur. İnsanlık usûlu...

İnsanın kusur arama, eleştirme, hiç beğenmeme, çamur atma, iftira gibi çirkinlikleri en çok da güvendiği bir maddiyatı olduğunda adet edinmesi oldukça gariptir. Eli güçlüyken dilinin de şerde güçleniyor olması... Kendini bir şey sanmaya başladığında kimsenin de bir şey olmadığı konusunda kendince ‘derinleşiyor’, yoğunlaşıyor. İlginçtir ki insanın kendini bir şey sanması başka hiç kimsenin bir şey olmadığı zannıyla aynı zamanlarda kesinleşiyor.

Yalnızlık azabı. Kibrinin dayanılmazlığında yalnızlaşması. Gittikçe başkalarının onun hakkındaki iyi düşüncelerinin yerini kötü düşüncelerin alması. Gittikçe sevilmemesi, hatta nefret edilmesi. Arkasından konuştuğu herkesin arkasından çekilip hep birlikte tam karşısına geçmesi...

Mesela serveti arttığında, genellikle hiçbir şeyi beğenmez hâlleri de çoğalıyor. Şöhreti arttığında da. İsminin başında bir titr, bir nam olduğunda; ekonomik gücünün yanısıra, siyasi, bilimsel, sanatsal gücü arttığında da benzer bir ruh haliyle kimseleri beğenmediği, özellikle üstün olduğu konuda kendi çizgisinde olmayan herkesi sürekli eleştirdiği, eleştirmekle yetinse ya, durmayıp alay ettiği, bazen iftiralara vardırdığı bile olabiliyor.

Böyle böyle kimi süper güçler için “az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler”; herhangi bir konuda fanatikler için o görüşü kabul etmeyenler, zenginler için yoksullar, şöhret sahipleri için “sıradan kalabalıklar”, bilim adamları için “bilimsellikten uzak bilgisiz yığınlar”, siyasiler için halkları, din adamları için “günahkârlar, cehennemlikler”, entelektüeller için asla onlar kadar derinleşemeyecek olan, onları anlayamayan “sığ cahiller”, derken bir mahalle kahvesindeki kulis için “karşı masadakiler ve karşı görüştekiler”; karşı komşu, yan sıradaki erkek veya kız arkadaşa varıncaya kadar herkes çok kusurlu, çok eleştirilmesi gerekenlerden olabiliyor. Elbette dışlanması, onuruyla oynanarak ötekileştirilmesi gerekiyor.

Nedense özellikle maddi servetine güvendiğinde insana bir haller, bu haller oluyor.

İnsan bunu, bu yozlaşmasını gelenek edindi. Ne zaman eline, avucuna bir şeyler geçse; güveneceği, sırtını yaslayıp insan içine çıkacağı, ihtiyaçlarından, lükslerine dilediklerini karşılayabileceği bir maddi rahatlık yaşasa bu konfor onun benliğini kazmaya başlayıveriyor. Sabahları daha sorumlu, daha duyarlı uyanacağı halde, o imkanları başkalarına da sunmasının tam da zamanı olduğu halde daha duyarsız, daha sorumsuz uyanıyor. Birden bire -eskisi kadar- ince fikirli olmadığı gözlemleniyor. Daha evvel “şayet şu imkân elime geçerse, bu imkân elime geçerse şöyle yapacağım” şeklinde vaatler, sözler vermişken bütün o sözleri unutuveriyor. Suratı her geçen gün biraz daha asılıyor. Daha mutlu olacağı yerde daha endişeli bir hal alıyor. Omuzlar biraz daha geriye kaykılmış oluyor. Burun biraz daha yukarıya doğru. Daha “ciddi”. Daha mesafeli...

Bir süre sonra yanına varılmaz biri olmasıyla başlayan azap… Yalnızlık azabı. Kibrinin dayanılmazlığında yalnızlaşması. Gittikçe başkalarının onun hakkındaki iyi düşüncelerinin yerini kötü düşüncelerin alması. Gittikçe sevilmemesi, hatta nefret edilmesi. Arkasından konuştuğu herkesin arkasından çekilip hep birlikte tam karşısına geçmesi...

İnsanların onurunu incitme huysuzluğunun sonu yalnızlıktır. Fakat nasıl bir yalnızlık. Hayattadır fakat yakınları için bir ölüden farksızdır. Yok sayılır. Ziyaret edilmez. Muhabbetlere dahil edilmez. Bir arada düşülüp kalkılmaz. İşte bu onun zamanında herkesi üzmesi, ezmesiyle kalplerde incinmişlik ateşiyle tutuşturduğu o yangına tutup kendisinin düşmesidir. İncinen onurlar bir bir ondan uzağa kaçmıştır. Aşamayacağı büyük sütunlar örmüş kendisine. Dört duvar koca bir yalnızlık... Dosta düşmana, yakınına, akrabasına yakın bir uzaklığa kapanmış. Yabancılaşmış. Onur incitmenin incinmişliğini devşiriyor sonuçta.

O başkalarının/ halkın onuruyla oynadığı için, hakikat şimdi onun onuruyla yangında. Tam kalbinin ortasında...