Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Kanaat Masalı

13 Aralık 2009 Pazar Sonpeygamber.info / Yazarlar

Hadis:12

"Kanaat, tükenmez bir sermayedir." *

 

Kanaat  masalı...


Râviyân-ı âsâr şu gûnâ rivâyet ve nâkilân-ı ahbâr bu nev'a hikâyet ederler ki... O iller bizim iller, orada söylenen diller bizim diller iken... İran başka İran, Tûran başka Tûran, devrân da başka devrân iken... Türk illerinde Kanâat adında bir yiğit yaşarmış... Kırlarda çiçek gibi, kovanda petek gibi herkesin sevgilisi, gönülde sevda, kaderde ferda gibi herkesin sesi imiş. Ona bakan, ‘bu yiğit suyunu bulutlardan içer, aşını güneşte pişirir' der; onu seven bahtına minnet edermiş. Nimet isteyenler onun eteğine yapışır, yücelik isteyenler ondan yardım dilermiş. İsteyen herkesin, ama herkesin yardımına koşar; yad olsun, biliş olsun, ona uyanlar kalplere girer, tevazuda yaşar hikmete erermiş...

Yıllar dillere, günler güllere, aşklar gönüllere gire gire akarken zaman; ilde, obada birden devran dönmüş, güneş sönmüş. Açgözlülük ülkesinde hüküm süren İhtiras Kral askerlerini sürüp gelmiş bizim yurtlara. Ebemkuşağında med-cezirler kaplamış masivaları, kanatları kırılmış güzelliklerin, tebessümle girilen gündüzlere şavkımadan kalmış yüzler. Yıllar yılı sürmüş istila, umut çocukları sokaklarda giryan, bereket başakları tarlada perişan, aylar hep muharrem olmuş. Kan uykularda uyumuş sonra geceler, kör kuyularda büyür olmuş heceler.

Neden sonra, nice geceden sonra... Gökleri kanayan kentlerde sabra mübtela serdengeçtiler toplanıp derlendi birer ikişer. Başkaları için yaşayıp pazarlıksız ölecek yiğitlerdi bu yiğitler.... Çılgınlıklarının yamaçlarında açan en muhteşem çiçeğe biat ile başladılar akmaya, ve Kanaat'in emrine girerek koştular dünyada iyi bir ad bırakmaya...

Açgözlülük ülkesinin ejderha başlı ifritleri de, zincirini sürüyen devleri de, süpürgesiyle koşan cadıları, rengarenk yılanları, akrepleri ve çiyanları da alay alaydı, bölük bölüktü. Zaman ki vuruşmaya and içmiş Kanaat yiğitlerinin sırtında en büyük yüktü. İhtiras Kral'ın her bir ifriti bir şuh güzel, her acüzesi bir taze gelin gibi dolaşıyordu kentin sokaklarını. Delikanlılar ve genç kızlar aldanıp birer birer, baygın gülümseyişlerine ve şuh kahkahalarına, akıtıyorlardı kanlarını; kanlar ve irinler içinde olduğunu göremiyordu gözleri coğrafyanın, ırmaklar zannediyordu akanlarını. Hüzünleri soluyan buruk yüzlerinde bir mevsimlik vicdanlarını hiç uğruna satılığa çıkardıklarının farkında değillerdi. Obanın suyuna ısıtmalar bulaşmış, kentin ciğeri sökülmüştü.

Dert kıblesi, elem Kabe'si... Herkesin karardı bahtı, ve sarardı benizler. Galip Dede dilinden temmuz güneşiydi giydikleri, ateş yalımı idi taslara doldurup içtikleri. Üzüntü şişesinin kırıklarını tohum diye serpince ovalara, bebeler sayısınca baş verdi her bir başak matemlerden, hüzünlerden. Kıvılcımları avuç avuç içip pare pare kalpleri arayan yiğitler ekildi tarlalara. Zorlu sınavlardan geçerek alnı aydınlık yiğitler olacaklardı gide gide... Umut işte!...

Öte yandan, kentin günahkâr sokaklarında masum hayaller kuran genç kızlar kendilerinden uzaklaştılar, sürgün bakışların mühürlendiği caddelerde dudaklar kötü sözcüklerin sağanağına tutuldu. Gökleri kanatan paramparçalıklar kararttı aydınlığın üstünü, dayatmaların kirlenmiş yüzleri betonarme hücumlarla parçaladılar evleri. Kalabalık dağların eteklerinde dikenlere battı ayaklar, ayaklara dikenler battı sarp yamaçlarda. Yürekler mülteci sevinçlerini kandil yanan gecelerin en zifiri kuytusuna bıraktılar ve köreldi gözler. Rûz-i gârda esen rûzigârlar mağaralara boyadı kenti. Revaha'nın okuduğu şiirleri hatırlayan kalmadı.

Neden sonra, nelerden sonra, niceden ve nice geceden sonra Kanaat, sevgisini isyanlarında ölümsüzleştirmek istedi ve yağız delikanlı Fakr'ı da yanına alarak düştü yollara, açgözlülüğü açıkgözlülük diye satan İhtiras Kral'ın boynunu vurmaya and içerek. Az gittiler uz gittiler, gâh ateşe tapınan pervaneler gibi yana yana, gâh Mecnun-misâl divâneler olup Leylaları ana ana, dere tepe düz gittiler. Ah dedikçe bir âh daha ederek, âh u vâhı dağı taşı delerek Açgözlülük kalesinin kapısına kadar yettiler. Cenk başladığında ömre bedel hançerler saplandı yüzlerce kez bağırlarına; Cercisleyin yüzlerce kez ölüp yüzlerce kez yine dirildiler yeniden ölebilmek için. Hayber önünde Şah-ı Merdan aşkına, Malatya kalesinde Battal Gazi aşkına, Bizans surlarında Malkoçoğlu aşkına... Saklı sevdalarını toprağa düşürmemek için bir yandan kılıç çala çala, her adımda yüz bin baş ala ala en son yalan gazelin en son kafiyesinde yitirdiler ruhlarını... Ve en güzel besteyi söyleyen bir aşka yetirdiler ruhlarını.

Öldüler geride bir destan bırakarak, öldüler ruh iklimlerine ercesine akarak. Balalar oyunda oynaşta onların türkülerini söylediler; anneler bebelerine süt verirken ninnilerini dediler:

Kanaat ilmin başı

Fakir onun yoldaşı

Huzur isteyen kişi

Kanaati bulmalı

* * *

Atalardan dedelerden böyle işittik, böyle yazdık. Doğrusu böyledir bu hikâyet, gerisi ya dizmedir ya bozmadır nihâyet, şu haşiye de rahmetli Mevcî'den rivayet:

Az tamah çok ziyan getirir her an

Kanaattir nefse yular demişler

Şimdiki halimizde: Fakr, ilimizde, elimizde su akışları; Kanaat ile aramızda hece taşları... İflaslar dilim dilim dilimizde, yük yük oldu isyanlar belimizde...

Kıssadan hisse: Son gemi de ufuklardan geçmeden, gelin Ebabiller uçurarak Ebu Leheb soylu İhtiras Kral'ın şehrine sicciller düşürelim başlarına ve Kanaat'in atıyla atılalım son hücumda.

Gidimli gelimli dünya, son ucu ölümlü dünya... Topraktan geleni toprak yoğuracak, aç gözlüleri toprak doyuracak... Kanaatsiz ülkenin insanları, anlamadılar ölülerin bile anladığı yağmur çiçeklerindeki hüznü.

Orda bir vakitler bir Kanaat yaşamış, bir masal olmuştu. Kırmızı kızın başlığı, havuç burnun pinokyosu; mızıkacıların horozu veya kavalcı köyün faresi çalıp götürdü masallarımızı bizden. Bize de Kanaat'in yalnızca adını anmak kaldı.

Gökten üç elma düştü... Biri yazanın, biri okuyanın, biri de Kanaat'in başına.

 

* Şihâb, 43; Mesnevi I, b.2321; Molla Cami, nr.17.