Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Kur’ân Okurken Nelere Dikkat Edilmeli?



Kur’ân-ı Kerim her türlü laubalilikten uzak, tarihsel kültür ve gelenek bir tarafa atılıp insanların kınamalarına kulak asmaksızın, zihnî meşgalelerden mümkün mertebe uzaklaşarak ve ayetlerin manası üzerinde yoğunlaşarak okunmalı, anlaşılmasında güçlük çekilen pasajlar Kur’ân’ın bütünlüğü içerisinde değerlendirilmelidir. Ayrıca amaç salt teorik bilgiler elde etmek değil, uygulamak olmalıdır. Kur’ân’ın sadece diri olanları uyarabileceği, sadece manen diri olanlara fayda verebileceği bildirilirken (Yâsin, 36/70; Fatır, 35/22) buna dikkat çekilmektedir. Ayrıca Kur’ân, müminlerin zihnî ve hissî hastalıklarına şifa verdiği halde, kafir ve münafıkların hüsranlarını artırır; müminlerin imanına iman kattığı halde kafirlerin inkârına inkâr katarak zihinlerindeki şüphe ve düşmanlığı pekiştirir. (İsrâ, 17/82)

Demek ki abdest alarak, temiz bir yerde, temiz giysilerle, oturur vaziyette kıbleye dönerek, çıkar amacı gütmeksizin, şeytani düşüncelerden, art niyetlerden sıyrılarak, bedenin dinç, ruhun zinde olduğu bir sırada; özellikle seher vaktinde, okuduğu metnin anlamı üzerinde yoğunlaşarak, ihlas ve huşu ile, ne okuduğunu kulakları duyacak kadar yüksek, ciddi ve içli bir sesle yüzünden ve düzenli okunursa ve öğrenilenler tatbik edilirse okurdan kaynaklanacak problemler büyük ölçüde önlenmiş demektir.

Kur’ân vahiyleri nutuk olarak indirilip bu özellikleriyle kayda geçirildikleri ve yine bu özellikleriyle kitaplaştırıldıkları için, standart mealler okunurken tekrar, kopukluk ve dağınıklık hissedilmesi kaçınılmazdır; bir mümin saygı ve edebinden, bunları bırakın dile getirmeyi, aklına bile getirmez.

Meal okuyucusuna verilen bu gibi taktikler -bir ölçüye kadar işe yarayabilirse de- yeterli değildir. Çünkü bir imam-hatip lisesi hatta sıradan bir ilahiyat fakültesi öğrencisinin bile bilmediği bu tür şeyleri halktan ve sıradan aydından beklemek fazla iyimserlik olacağı gibi, Kur’ân metninden kaynaklanan birtakım zorlukların üstesinden gelebilmek, meal sınırlarını aşmaktadır.

Kur’ân vahiyleri nutuk olarak indirilip bu özellikleriyle kayda geçirildikleri ve yine bu özellikleriyle kitaplaştırıldıkları için, standart mealler okunurken tekrar, kopukluk ve dağınıklık hissedilmesi kaçınılmazdır; bir mümin saygı ve edebinden, bunları bırakın dile getirmeyi, aklına bile getirmez. Hatta birtakım hikmetler aramaya koyulur, ancak Kur’ân’a iman bağı ile bağlı olmayanların onun hakkında edindikleri izlenimler böyle değildir.

Kur’ân’a yabancı biri, onunla ilk karşılaştığında şaşkınlığa düşer. Çünkü o, bir beşer kitabı gibi konusal bölümlere ayrılmamıştır; hayatın farklı yönleri ile ilgili sunduğu çözüm ve ilkeleri düzenli bir şekilde vermemektedir.

Aynı konuların sık sık vurgulanması, ani konu değişiklikleri, bir konuyu bitirmeden diğerine geçmesi; itikadi, hukuki, ahlaki ayetlerin iç içe olması, bazılarının Kur’ân’dan soğumasına yol açabilmektedir.

Gerçekten de Kur’ân imanla ilgilenmekte, ahlaki direktifler vermekte, ilkeler koymakta, insanları kayıtsız şartsız Allah’a teslimiyete çağırmakta, tarihi olaylardan ibret dersleri vermekte, müminleri müjdelerken kafirleri uyarmaktadır. Ve bunların tamamını muhteşem bir ahenk içinde sunmaktadır. Hiçbir yerde bölüm ve konuları ayıran bir işaret yoktur. Bazen görünürde hiçbir sebep yokken bir konunun ortasında başka bir konu anlatılır. Zamirler, hitaplar ve hitabın yönü hiçbir kurala uymaksızın sürekli değişir.

Fertlerin idrak ve bilgi seviyeleri Kur’ân’dan yararlanma oranları arasında farklılık meydana getirmekte, herkes Kur’ân’dan aynı seviyede yararlanamamaktadır. İnsan kendi dilinden bir meal ya da tefsir okuduğu halde, Kur’ân’ın söylediklerini anlayamayabilir. Ayetleri teker teker anlasa bile, Kur’ân’ın bütünlüğü içinde kavrayamayabilir.

Bu gibi eleştiriler Kur’ân’a beşeri bir metin gibi yaklaşılmasından kaynaklanmaktadır. Kur’ân, ilahi kaynaktan doğup Muhammedî pınardan dökülen bir vahiyler mecmuasıdır; bir metindir, ama işlenmemiş, insan eli değmemiş bir metin. Kur’ân vahiyleri, ilkin parça parça yazıya geçirilirken de daha sonra kitaplaştırılırken de kitap diliyle değil, bir nutuk/hitabe olarak kaydedilmiştir. Hitabelerde, ibarenin anlamını şekillendiren bağlam jest ve mimiklerle, işaretlerle, sesi alçaltıp yükselterek, ona belli bir etkileme gücü kazandırılarak yansıtılır. Bunların yazıya aktarılması imkansızdır. Bir nutuk yazıya döküldüğünde kopukluk, dağınıklık, bazı temaların sürekli tekrarlanması, kavramların her yerde aynı anlamda kullanılmayışı, bir konu işlenirken akla takılabilecek bütün hususların cevaplanmaması, bir konudan diğerine atlama gibi durumlarla karşılaşılması doğal olacaktır. Hasılı; beşeri kitapların aksine Kur’ân, belli bir sıraya göre tertip edilmiş, belirli konular hakkında bütüncül bilgi, fikir ve tartışmaları ele almamaktadır.

Fertlerin idrak ve bilgi seviyeleri Kur’ân’dan yararlanma oranları arasında farklılık meydana getirmekte, herkes Kur’ân’dan aynı seviyede yararlanamamaktadır. İnsan kendi dilinden bir meal ya da tefsir okuduğu halde, Kur’ân’ın söylediklerini anlayamayabilir. Ayetleri teker teker anlasa bile, Kur’ân’ın bütünlüğü içinde kavrayamayabilir.

Yine, mezhebî, ideolojik, zümrevî, siyasî, millî her tür önyargı ve çıkar endişesi, kişinin okuduğu bir metni algılamasını etkiler. Birçok oryantalist Kur’ân’ı anlar, fakat bu anlayış kendisine ilmi faydanın ötesinde bir yarar sağlamaz. Yüce Allah, Kur’ân’ın sadece “diri”leri uyarıp bunlara fayda verebileceğini bildirirken (Yâsin, 36/70; Fatır, 35/22) buna dikkat çekmektedir. Aynı Kur’ân, müminlerin zihnî ve hissî hastalıklarına şifa verdiği halde, kafir ve münafıkların sadece hüsranlarını artırır; müminlerin imanına iman kattığı halde kafirlerin inkarına inkar katarak zihinlerindeki şüphe ve düşmanlığı pekiştirir. (İsrâ, 17/82)

Kur’ân salt uzmanlara inzal edilmiş değildir. Kur’ân’ın kılavuzluğu, herkese açık olmakla birlikte, belli bir olgunluk, idrak, kabiliyet, bilgi ve birikim isteyen ayetler de mevcuttur. Kur’ân’ın mübîn ve mufassal ana ilkelerini anlamakta herkes eşitse de çeşitli bilim dallarını ilgilendiren ayetlerin anlaşılıp yorumlanması o bilimlere aşina olmayı gerektirir. Genel tabakanın Kur’ân’ı müfessir ya da fakîh (hukukçu demiyorum) gibi anlayamayacakları aşikardır. Nitekim Kur’ân inzal edildiğinden bu yana lugavî, kelamî, fıkhî, fennî, felsefî, mevzuî, işarî, içtimaî, ilhadî, oryantalist çeşitli okumalara tabi tutulmuş ve her okuyuş Kur’ân lafızlarından kendi çağında birtakım manalar devşirmiştir.

Kur’ân gibi kamu içine, gönül kulağına söylenen bir Tanrı buyruğunu kavrayacak olan akıl, soyut akıl değil, sağduyu, içgüdü, gönül, sezgi soyundan canlı bir akıl olmalıdır. Kur’ân gerçekleri kuru akılla değil, canlı, yani “artistik ve filozofik akıl”la kavranabilir.

Kur’ân ayetlerini anlarken Müslümanların farklı içtihatlar sergilemesi bir dereceye kadar hoş karşılanabilir. Çünkü gerek çağlarındaki maarif derecesine gerekse şahsi idrak seviyelerine göre farklı anlamlar ortaya çıkacak, ta nüzul devresinden itibaren ilk neslin, gerek fıtraten sahip oldukları o hassas dil ve belagat özellikleri sayesinde gerekse Peygamber’in rahle-i tedrîsinde öğrenim görmeleri hasebiyle aşina oldukları sahih ve nesnel Kur’ân anlayışından temelde farklılaşmalar olacaktır. Bilimin gelişmesiyle kâinat tasavvurunun farklılaşması sonucu birtakım yeni manalar ortaya çıkacaktır. Açıkçası obje (yani Kur’ân) her ne kadar ilahi olsa da o objenin algılanması, bilinmesi ve yorumlanarak hayata aktarılması beşere ait olmaktadır.

Ancak Kur’ân’ı Kur’ân olmaktan çıkaracak yaklaşımlara karşı dikkatli/duyarlı olmak gerekir. Çünkü Kur’ân’ın objektif anlamı, Hz. Peygamber ve çağdaşlarının anlayışından ibarettir. Yeni manaların Kur’ân’ın “söyledikleri” olarak değil de “çağrışımları” (işaret ve mefhumları) olarak düşünülmesi işi biraz makulleştirebilir ise de bunlara yine de Kur’ân gözüyle bakmak doğru değildir.

Demek ki her “anlayarak okuma” istenen manada gerçek bir anlama olmayabilir. O halde -Baltacıoğlu’nun deyişiyle- Kur’ân gibi kamu içine, gönül kulağına söylenen bir Tanrı buyruğunu kavrayacak olan akıl, soyut akıl değil, sağduyu, içgüdü, gönül, sezgi soyundan canlı bir akıl olmalıdır. Kur’ân gerçekleri kuru akılla değil, canlı, yani “artistik ve filozofik akıl”la kavranabilir. Bunun metodu da Kur’ân’ın o aklı şaşırtan Tanrı işi doğasındaki sembollerin gerçek anlamlarını araştırmak; her belgeyi, her buyruğu Kur’ân’ın bütünlüğü içinde görüp anlamaya çabalamaktır. Çünkü onun Yüce Allah’la nüzul devri Arap toplumu arasındaki bir diyalog olarak, nazil olduğu ortamdan etkilendiği aşikardır.

Kur’ân vahiyleri bir elmasın köşesine benzer. Tek bir köşe elmasın tamamını yansıtmaz; elmasın bütün köşeleriyle bir bütün olarak görülmesi gerekir. Böylece konular Kur’ân bütünlüğü içerisinde değerlendirilebilecektir.