Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Tıbb-ı Nebevî Nedir, Ne Değildir

16 Temmuz 2020 Perşembe Dosyalar


Nebîler, ilâhî elçilerdir. Nitekim Arapça asıllı nebî ve Farsça asıllı peygamber kelimeleri haber getiren anlamındadır. Dolayısıyla Allah’ın seçmiş olduğu elçi olarak nebî/peygamber, Allah’tan aldığı bilgiyi insana ulaştıran kişidir. Allah insanı halife seçip ona yeryüzünü imar ve ıslah etme görevini bir emanet olarak yükleyince, peygamberler insana, bu emaneti nasıl yerine getireceğini öğretmek üzere gönderilmişlerdir. Elçiler göndermesi, Allah’ın hikmetinin, insana olan lütuf ve ihsanının bir sonucudur. Öte yandan insan duyuları ve akıl gücü ile bilgi üretme kapasitesine sahip bir varlık olmasına karşın, bu güç geçmişi ve geleceği kuşatabilen mutlak ve mükemmel bir kaynak değildir. Hırsları, arzuları ve zaafları hataya düşmesini kolaylaştırır. Özellikle de inanç ve ibadet esaslarını, ahiret hayatına dair bilgileri bilim ve akıl yoluyla elde etmesi imkânsızdır. İşte bu noktada, özellikle dinî hayata dair bilgileri, inanç, ibadet, ahlak esaslarını, ahiret hayatının niteliklerini, uhrevî mutluluğa ulaşma yollarını insana öğretmek peygamberlerin esas görevi olmuştur. Bir başka deyişle peygamberlerin başlıca görevi insanlara din/şeriat öğretmektir.

Kur’ân-ı Kerim’de, peygamberliğin mahiyetine ve peygamberlerin görevlerine dair bilgi veren çok sayıda ayet-i kerime bulunmaktadır. Mesela “insanlara Allah’ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden, kitap ve hikmeti öğreten” vasıfları ile peygamberin anlatıldığı ayet-i kerimede (1) kitap öğretme vurgusunun yanı sıra üzerinde durulan “hikmeti öğretme” görevi, asıl görev olan din ve şeriat öğretmenin yanında bir başka hususa daha dikkat çekmektedir. Zira hikmet, dengeli, orta yollu ve adil olmanın bir ifadesidir. Dolayısıyla peygamberler, insana dengeli ve mutedil bir hayatın esaslarını da öğretmekle yükümlü kılınmışlardır. Bu esaslar, hayatın her alanında geçerli olmalıdır. Bir başka deyişle, peygamber insana inanç, ibadet ve ahirete dair bilgiler vermekle kalmaz, eğitim öğretimden, ekonomiye, hukuka, insanî ilişkilere kadar, hayatın her alanında yol gösterecek bir takım prensipleri öğretir. Tıbb-ı nebevî kavramı da işte burada devreye girer. Yoksa akıl, gözlem, deney ve duyulara dayalı bir bilgi alanı olarak tıp, şer’î ilimlerden biri değildir. (2)

Tıp, şer’î ilimlerden biri olmamakla birlikte, hadisleri konularına göre düzenleyen eserlerin çoğunda tıp ile ilgili bir bölüm oluşturulduğu görülür. Mesela Kütüb-i sitte olarak bilinen meşhur altı hadis kitabından Sahih-i Buhârî’de, Ebû Dâvud, Tirmizî ve İbn Mâce’nin Sünen’lerinde tıp bölümleri vardır. Sahih-i Müslim’de ise tıp ile ilgili hadisler Selam bölümünün sonunda tıp başlığı altında tasnif edilmiştir. Öte yandan hadis kitaplarının bazen temizlik, bazen ibadetler ile ilgili bölümlerinde, hatta diyet (ölüm ve yaralamalarda ödenen tazminat) bölümlerinde bile tıp alanı ile ilgili bir takım hadislere rastlamak mümkündür. Bu durum, insan hayatına verilen değerin bir sonucudur. Zira ibadetlerin edası için gerekli temizlik ölçülerinin, ibadetlerle kazandırılan zaman disiplininin insan sağlığı üzerindeki katkıları aşikârdır. Bu kapsamdaki sünnetler, tedavilerle ilgili olmasa da koruyucu hekimlik bağlamında ele alındığında tıp ile ilişkilendirilebilir.

Peygamberimizin ve ashabın uyguladığı tedaviler, tabiî olarak, yaşadıkları çağın tıp bilgisi kapsamındaydı. Dolayısıyla tıbb-ı nebevî, hem Peygamberimizin insan hayatına verdiği değeri, hastalığa ve tedaviye bakışını ortaya koyması bakımından dinî, hem de yaşadığı çağın tedavi yöntemlerini tespit bakımından tarihî bir öneme sahiptir. 

İslam geleneğinde, hadis kitaplarının tıp bölümleri haricinde de, tıbb-ı nebevî alanında pek çok müstakil eser kaleme alınmıştır. Dolayısıyla tıbb-ı nebevî kavramı, “peygamberimizin sağlıkla ilgili değerlendirme ve tavsiyeleri, hastalıklardan korunma ya da tedavi amaçlı önerilerinin yanı sıra bunlar üzerine oluşan literatürü” de ifade eder. Tıbb-ı nebevînin muhtevasında en geniş alanı koruyucu hekimlik bir başka deyişle, hasta olmadan önce sağlığı korumak için alınan tedbirler oluşturmaktadır. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav) sağlığı “insanların kıymetinin farkında olmadığı iki nimetten biri” (3) olarak nitelemiş, ayrıca hastalık gelmeden sağlığın değerini bilmenin önemine işaret etmiştir. (4) Bu husus, peygamberimizin sünnetinin, bir diğer deyişle yaşam tarzının içinde oldukça önemli bir yer tutar. Tıbb-ı nebevînin muhtevasında ibadetler ve dua yoluyla ruh sağlığını koruma, hasta hakları, hekim ahlakı gibi önemli konuların yanı sıra, yeri geldikçe bazı bitkiler, gıdalar ve hacamat gibi uygulamalar ile gerçekleştirilen tedavi yöntemlerine de rastlanmaktadır. Özellikle tedavilerle ilgili günümüze ulaşan hadisler, yedinci yüzyılda dünyanın tıp ilminde geldiği düzeyi göstermesi bakımından da önem arz etmektedir. Zira Peygamberimizin ve ashabın uyguladığı tedaviler, tabiî olarak, yaşadıkları çağın tıp bilgisi kapsamındaydı. Dolayısıyla tıbb-ı nebevî, hem peygamberimizin insan hayatına verdiği değeri, hastalığa ve tedaviye bakışını ortaya koyması bakımından dinî, hem de yaşadığı çağın tedavi yöntemlerini tespit bakımından tarihî bir öneme sahiptir. Tedavi yöntemlerinin “tarihi” olma vasfı, tıbba dair hadislerin şer’î nitelik arz etmemesinden dolayıdır.

Fıkıh ve fıkıh usulü ile ilgili herkesin bildiği üzere, peygamberin söz ve fiillerinin içinde teşriî nitelikli olan (inanç, ibadet, ahkâm, ahlak konuları) sünnetler mevcut olduğu gibi, teşriî nitelik taşımayan sünnetler de vardır. (5) Peygamberimizin söz ve fillerini şer’î olanlar ve beşerî/dünya işleri ile ilgili olanlar tasnifi ile ayırarak beşerî fillerinin dinî bağlayıcılığı olmadığı, diğer insanların bu alanlarda pekâlâ peygamberden daha bilgili olabileceği yaklaşımı birçok usûl eserinde detayları ile anlatılmış olmakla birlikte (6) asıl itibariyle peygamberimizin sünnetinden öğrendiğimiz bir yaklaşım biçimidir. Sözgelimi hurma tozlaştırma ile ilgili soruları üzerine Rasûlullah’ın (sav) Medineli Müslümanlara “Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz” demesi (7) bu hususta yaygın olarak bilinen bir örnektir. Öte yandan Bedir savaşının, kuyuların yanında kurulan bir karargâhta gerçekleştirilmesinde (8) Hendek Savaşının şehrin hendekler kazılarak savunulmasında (9) Resûl-i Ekrem (sav) ashabın önerilerini esas almıştır. Ziraat, savaş stratejileri gibi konularda gördüğümüz bu durum tıp konularında da karşımıza çıkar. Nitekim peygamberimizin hasta olduğu zaman döneminin hekimlerine müracaat ettiği, onların önerdiği tedavileri uyguladığı, zaman zaman ashabı da onlara yönlendirdiğine dair çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetlerden biri, Hz. Âişe’nin tıp bilgisi ile ilgili olarak yeğeni Urve b. Zübeyr’in naklettiği haberdir. Urve, teyzesi Hz. Âişe’ye tıp bilgisinin kaynağını sorduğunda Hz. Âişe ona: “Rasûlullah sık sık hasta olur, Arap tabipler de onu tedavi etmek üzere gelirlerdi. Ben de o tabiplerden öğrendim” diye cevap vermiştir. (10) Hz. Peygamber döneminde Arap yarımadasında Hâris b. Kelede başta olmak üzere birçok tabip vardı. (11) Veda haccı günlerinde göğüs ağrısından şikâyet eden Sa’d b. Ebî Vakkas’a bu ağrının bir kalp rahatsızlığı olabileceğini söyleyerek Hâris b. Kelede’ye gitmesini önermişti. (12) Übey b. Ka’b’ın, Hendek Savaşında kol damarlarından biri yaralanınca da Rasûlullah (sav) ona bir hekim göndermiş, hekim Übey’in yarasını dağlayarak tedavi etmişti. (13) Dolayısıyla tıbb-ı nebevî kavramının varlığı peygamberimizin bir tabip olduğunu, hasta tedavi ettiğini ifade etmez. Bilakis Resûl-i Ekrem (sav) tabip olmadığı halde, hasta tedavi etmeye kalkışan kişilerin, hastanın zarar görmesi durumunda tazminat ödemesi gerektiğini beyan etmiş (14), böylece hem hasta haklarını koruma altına almış hem de tedavi amaçlı müdahalenin önem ve ciddiyetini ortaya koymuştur.

Tıp ilminin şer’i ilimlerden olmaması, tıp ile ilgili hadislerin abdest, namaz, nikâh vb. konularda olduğu gibi teşriî nitelikli hadisler yerine peygamberimizin beşerî yönüyle ilgili olması hususuna işaret ilim adamlarından biri olarak meşhur tarihçi, filozof İbn Haldun (ö. 808/1406) Mukaddime adlı eserinde tıp ilmi ile ilgili bir başlık açmıştır. Bu başlık altında, tıbbın tabiî ilimlerden biri olduğunu ifade ederek, medeniyetin ve refahın ilerleme ve duraklamasına bağlı olarak geliştiğini vurgulamış ve şunları söylemiştir:

“Bâdiyelerdeki umran arasında da, genelde bazı kimselerin yetersiz tecrübeleri üzerine bina edilmiş bir çeşit tıp (tedavi usulleri) vardır ve bu, kabilenin yaşlı erkek ve kadınlarından devralınıp devam ettirilir. Bunlardan bazıları doğru olsa da, tabii kanunlara dayanmaz ve mizaca da uygun değildir. Araplar arasında tıbbın bu çeşidi çok yaygındı ve bu usullerle tedavi eden meşhur tabipler vardı. Hâris b. Kelede bunlardan biri idi.

Tıbb-ı nebevînin belki de en önemli öğretisi, her hastalığın bir ilacı olduğunu vurgulamış olması ve tedaviyi teşvik etmesidir. Böylece insan, hastalıklar karşısında çaresiz, karamsar, kaderci bir tutum sergilemekten alıkonmuştur.

Şer’i kaynaklarda nakledilen tıp da bu nitelikte olup vahiyle bir ilgisi yoktur. Bunlar Araplar arasında bilinen şeylerdi. Hz. Peygamber’in hallerinden bahsedilirken, onun bu konudaki söz ve uygulamaları da zikredilir. Ancak bunlar o şekilde hareket edilmesi gereken birer şer’i hüküm olarak değil, Hz. Peygamber’in insan olmasından kaynaklanan alışkanlıkları ve özellikleri olarak zikredilir. Çünkü Hz. Peygamber bize dinî hükümleri öğretmek üzere gönderilmiştir. Yoksa tıp ve diğer sanatları öğretmek için değil.” (15)

İşte bu noktada, dinin ve peygamberliğin misyonunun bilim yapmak değil hayatın gaye ve anlamına dair bir perspektif inşa etmek olduğunu, Hz. Peygamber’in tıp konusunda insanlığa bir anlam dünyası takdim ettiğini söyleyebiliriz. Bu anlam dünyası hasta ve hastalık kavramı, hasta hakları, koruyucu hekimlik gibi birçok başlık altında ele alınabilir. Biz burada tıbb-ı nebevînin insanlığa öğrettiği ve kazandırdığı bazı hususlara kısaca işaret etmekle yetinelim.

Tıbb-ı nebevînin belki de en önemli öğretisi, her hastalığın bir ilacı olduğunu vurgulamış olması ve tedaviyi teşvik etmesidir. Böylece insan, hastalıklar karşısında çaresiz, karamsar, kaderci bir tutum sergilemekten alıkonmuştur. Rasûlullah’a (sav) “Tedavi olmasak bundan sorumlu olur muyuz?” sorusu sorulunca, O’nun “Ey Allah’ın kulları, tedavi olunuz. Allah her hastalığın mutlaka çaresini yaratmıştır. Yalnız yaşlılığın çaresi yoktur” (16) diye verdiği cevap çok önemlidir. Hatta tıp ilminin XVII. Yüzyıla kadar İslam medeniyeti içinde gelişmesinde başlıca etken, “her hastalığın ilacı olduğu” hususundaki güçlü inançtır. Bu kabulün bir ürünü olarak İslam dünyası doğuda el-Kindî, Ebû Bekir er-Râzî, İbn Sina, İbnü’n-Nefis, batıda Zehrâvî ve İbn Rüşd gibi tabipler yetiştirmiştir. (17)

Peygamber tıbbının insanlığa öğrettiği bir diğer ilke, hastalıkta ve şifa arayışında tevhidi korumaktır. İnsanlık peygamberlere tabi olduğu sürece, şifa verenin Allah olduğuna inanarak, şifa arayışı için çabalamıştır. İlahi vahye tâbi olmak tedavide, rasyonel ve deneysel yöntemler geliştirmenin önünü açmıştır. Ancak insan vahiyden uzaklaştıkça, hayatına, efsun ve sihir egemen olmaya başlamıştır. Bu nedenle Peygamberler hayatın her alanında olduğu gibi sağlık alanında da tevhid inancı ile çelişen sihir, efsun, yıldızlara ve taşlara bel bağlama gibi batıl tedavi yollarıyla mücadele etmişlerdir. Bu hususta dikkat çekici bir habere göre, Resûl-i Ekrem (sav) bir adamın kolunda bakır bir bileklik gördüğünde, adama bu bilekliği neden taktığını sormuştur. Adam, bilekliğin kendisini ağrılardan koruduğunu söyleyince, peygamberimiz “Çıkar onu, bu, ağrını arttırmaktan başka bir işe yaramaz. Olur da bu bileklik üzerinde iken ölürsen felah bulmazsın” diyerek adamı uyarmıştır. (18) Keza fakih sahabilerden Abdullah b. Mesud, karısının, kendisini döküntülü hastalıklardan koruyacağı düşüncesi ile boynuna astığı muskayı çekip çıkarmış ve “Abdullah’ın ailesi, şirkten uzak durmalıdır. Rasûlullah’ın dua ettiği gibi dua etsen yeterli olurdu” (19) diyerek tedavide tevhidi korumaya dair oldukça dikkate değer bir bakış açısı ortaya koymuştur. Nitekim hadis kaynaklarının tıp ile ilgili bölümlerinde muska, sihir, kehanet gibi usûlleri tenkit eden, tedavi olmaya ve dua etmeye teşvik eden başlıklara rastlarız. Bu bilgiler, vahyin tıp konusunda insana oldukça kıymetli bir perspektif kazandırdığını göstermektedir.

Hz. Peygamber, yaşadığı dönemin mevcut tedavi yöntemlerinden haberdardı ve bu yöntemlerle ilgiliydi. Mesela tıbb-ı nebevî literatüründe, peygamberimizin, siyatiğe (ırku’n-nesa) karşı koyun kuyruğu yağı, muhtelif hastalıkların şifası için acve, ismid sürmesi, ud-i hindi, kına kullanmaktan söz ettiğine dair haberler nakledilmiştir. Bu gıda ve bitkilerin faydaları çoğu defa Araplarca öteden beri bilinmekteydi. Keza hacamat olmak, deve sütü ve idrarı ile tedavi etmek vb. uygulamalar da VI. yüzyıl Arap coğrafyasının tedavi yöntemleriydi. Onların bünyeleri bunlara alışıktı, bu bitkiler, yiyecek ve içecekler bilinen ve ulaşılabilir nitelikteydi. Peygamberimiz de bu yiyecek ve içeceklerin ya da bitkilerin tedavi edici vasfını kabul etmişti.

Tedavilerle ilgili tıbb-ı nebevî literatüründe okuduğumuz örnekler, Müslümana yaşadığı zaman ve mekânın mevcut imkânlarıyla tedavinin sünnet olduğunu öğretmektedir. Peygamber ve ashabının tedavi usulleri ile tedavi olmanın alternatifsiz, dindarlığın ve sünnete bağlılığın gereği olduğu başka tedavi yöntemlerinin gayrı İslami olduğunu göstermez.

İbn Kayyim siyatiğe karşı, koyun kuyruğu yağı tavsiye edilen hadisleri izah ederken, bu ve benzeri hadislerin, peygamberimizin tüm insanlığa, her zamana ve mekâna ait sözleri kapsamında olmadığını, bu sözleri ile onun, Hicaz ve civarındaki Araplara, özellikle de bedevi Araplara hitap ettiğini söylemektedir. Acve hurması ile ilgili rivayetleri değerlendirirken de hurmanın Hicaz, Yemen, Tâif gibi sıcak iklimlerde yaşayan insanlar için faydalı bir gıda olduğunu belirtmektedir. Medine halkı için hurmanın, adeta buğday gibi temel gıda maddesi olduğuna dikkat çekmiş, acve hurmasını tedavi için tavsiye eden hadisleri de herkese, her zaman ve mekâna değil, bölgeye ve zamana hitap eden hadisler kapsamında kabul etmiştir. (20) Dolayısıyla tedavilerle ilgili tıbb-ı nebevî literatüründe okuduğumuz örnekler, Müslümana yaşadığı zaman ve mekânın mevcut imkânlarıyla tedavinin sünnet olduğunu öğretmektedir. Peygamber ve ashabının tedavi usulleri ile tedavi olmanın alternatifsiz, dindarlığın ve sünnete bağlılığın gereği olduğu başka tedavi yöntemlerinin gayrı İslami olduğunu göstermez.

Rasûlullah (sav) yaşadığı çağın muhtelif tedavi usullerinden haberdar olarak bunları uygulayıp insanlara tavsiye ederken bir yandan da peygamberlik vazifesinin gereği olarak bu yöntemlerden, insan fıtratına uygun olanları tasvip etmiş, zararı faydasından çok olan yöntemleri tenkit etmişti. Mesela, Cabir b. Abdullah vasıtasıyla nakledilmiş bir hadise göre peygamberimiz: “Sizin tedavileriniz arasında faydalı olacak bir tedavi varsa bunlar hacamat, bal şerbeti veya hastalıklı bölgeyi ateşle dağlamaktır. Ancak ben dağlama usulünden hoşlanmıyorum” buyurmuştur. (21) Bu hadisin metninde yer alan “sizin tedavi yöntemleriniz” ifadesi, peygamberimizin bu tedavi yöntemlerini, içinde yaşadığı toplumdan öğrendiğini açıkça ortaya koymaktadır. (22) Ancak bu yöntemlerden bir kısmının faydalı olduğunu desteklerken bir kısmının ise tercih edilmemesi yönünde bir kanaat belirtmiştir. Araplar arasında yaygın olan ama insana eziyet verip fayda sağlamayan bazı tedavi usullerine peygamberlik melekesinin kazandırdığı hikmet ve bilgelikle itiraz ederek, topluma ulaşabilecekleri alternatifler sunmuştur. Dağlama usûlüne zorunlu kalınmadıkça başvurulmasını hoş karşılamamanın yanı sıra, bazı kimselerin, bademcikleri şişen çocukların, boğazlarına ellerini sokarak bademciklerini çektiklerini gördüğünde onlara bu yöntem yerine ûdu’l-hind (aquilaria malaccensis) adıyla bilinen bir bitki ile çocuklarını tedavi etmelerinin daha uygun olacağını belirtmiştir. (23)

Öte yandan bazı hadisler, Peygamber Efendimizin Arap yarım adasında bilinen bir takım yaygın tedavileri takip etmekle yetinmediğini, civar toplulukların yaşam tarzı ve tecrübelerine de değer verdiğini göstermektedir. Mesela emzikli kadınla cinsel ilişki ya da emzikli kadının gebe kalması anlamına gelen (24) “ğıyle” uygulamasını yasaklamak istemiş ancak Rum ve Perslerin bunu yaptığını ve çocuklarının da bundan dolayı zarar görmediğini hatırlayarak bu yasaklamadan vazgeçtiğini belirtmiştir. (25) Rasûlullah’ın (sav) emziren kadınla cinsel ilişkiyi yasaklamaktan vazgeçmesinde etkili olan durumun, Rum ve Perslerin yaşam tarzına dair gözlemleri olduğu rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Onun bu yaklaşımı, tıbbı tecrübî ilimlerden biri olarak görmesinin bir neticesi olmalıdır. Tüm bu örneklerden hareketle tıbb-ı nebevîde yer alan tedavi yöntemlerinin peygamberimiz asrında Arap yarım adasında ve çevresinde bilinen ve ulaşılabilir yöntemlerin insan tabiatına uygun olmayan yönlerden arındırılarak ortaya çıktığını ifade edebiliriz.

Bununla birlikte hadis kitaplarının tıp bölümlerinde gördüğümüz bazı hadisler ise, tıbb-ı nebevînin bütünüyle tarihsel olduğunu ve salt geleneksel birikimi yansıttığını ifade etmeyi zorlaştırır. Mesela “Bana dişlerimi temizlemem emredildi” (26) hadisinde yer alan “emredilmek” ifadesi bilginin kaynağını düşündürmektedir. Keza “Allah her hastalığa deva yaratmıştır” (27) ya da “İnsan vücudunda üç yüz altmış eklem vardır” (28) hadisleri, o çağın birikimiyle bilinmesi beklenmeyen bilgiler içermektedir. Aynı şekilde salgın hastalıklarda karantinaya (29) değinen hadisler de VII. yüzyılın tıbbi birikimini aşan niteliktedir. Bu nedenle Allah’ın, tıbba dair bazı konularda da elçisini bilgilendirmiş olabileceğini düşünmek mümkündür. Bir başka deyişle, tıp alanındaki tüm hadislerdeki bilgilerin kaynağının Arap geleneği olduğunu ifade etmek zor görünmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki tıbb-ı nebevî, tıp alanında Peygamberimizin insanlığa tevhit, hikmet, insaf, şefkat, gayret ve tevekkül gibi değerler etrafında öğrettiği bir takım esaslar ihtiva eder. Bu esasların en önemlisi her hastalığın bir şifası olduğuna dair bir inanç geliştirerek insanı öğrenmeye, araştırmaya ve gelişmeye teşvik etmesi, karamsarlık, ümitsizlik ve kaderciliği reddetmesidir. 

Tıbb-ı nebevînin bir kısmında tedavi yöntemlerinden söz edilmiş olsa da aslında önemli bir kısmı sağlığın kıymetini bilmek ve sağlığı korumak eksenlidir. Hatta temizlik, abdest, namaz (30) oruç (31) gibi dinin esası niteliğindeki ibadetler, yeme içme konularındaki helal, haram, mubah, mekruh (32) hükümler, hatta tefekkür, dua ve zikir, doğrudan tıp ile ilgili görülmese de aslında hem ruh hem de beden sağlığını koruma bakımından oldukça önemli unsurlar içerirler.

Tıbb-ı nebevînin “her hastalığın bir ilacı olduğunu” vurgulayarak insanlara şifayı arama ve bilginin peşine düşme prensibini öğretmesi, peygamberimizden sonra Müslümanları Grek tıbbı ile ilgili eserlerin çevirisine yönlendirdi. Abbasiler Döneminde Hipokrates’in (ö. MÖ 375) ve Galenosun (ö. MS 200) eserleri Arapçaya tercüme edildi. Böylece hicri II, miladi VIII. Yüzyılda, batıda duraklama dönemine girmiş olan tıp ilmi, İslam dünyasına intikal ederek gelişmeye başladı. Bu yaklaşım nebevî bir yaklaşım idi. Zira Peygamberimiz de Tâif şehrinde yaşayan Hristiyan hekim Haris b. Kelede’ye güvenirdi. Keza İslam tıp tarihi içinde çok sayıda Müslüman hekim olduğu gibi Hristiyan İbn Asâl (ö. 52/672), Yahudi asıllı Maserceveyh (ö. 65/685), Harun Reşid’in büyük saygı ve itibarını kazanmış olan Süryani asıllı Yuhanna b. Maseveyh (ö. 243/858), Nesturi Hristiyanlarından Buhtişu ailesi, Huneyn b. İshak ve oğlu İshak b. Huneyn gibi gayrimüslim tabipler de vardı. Daha da dikkat çekici olan husus, tıbb-ı nebevî literatürünün, tıpla ilgili hadislerin yanı sıra, İslam dünyasındaki gayrimüslim hekimlerin görüşlerini, kadim tıp geleneklerinin birikimini, Hipokrates ve Galenos gibi eski tıp otoritelerinin tespitlerini de ihtiva etmiş olmasıdır. Hatta Hipokrat yemini de bazı tıbb-ı nebevî kitaplarında zikredilmektedir. (33) Dolayısıyla İslam tıbbı kavramı, dinî bir kavram olmayıp İslam coğrafyası ve medeniyetindeki tıp birikimini ifade etmektedir. Bu tablo, Müslümanların tıbb-ı nebevî kavramını doğru ve sağlıklı bir biçimde algılamalarının bir neticesidir. Bu hususu, Fuat Sezgin, bir röportajında şöyle ifade etmiştir:

“Müslümanlar VII. yüzyıldan itibaren bilimleri Yunanlılardan ve Hintlilerden aldılar. Müslümanların bir meziyeti vardı. O alışlarında Yahudi olsun Hristiyan olsun insanları hoca olarak kabul ettiler. Onlardan süratli bir şekilde öğrendiler. İki yüzyıl sonra bu merhaleyi yani başkalarından almayı geride bırakarak yaratıcı oldular… Bu 800 yıl sürdü. Miladi 850 yılından itibaren XVI. yüzyılın sonuna kadar Müslümanlar ilimde mütemadiyen yeni şeyler keşfettiler. Ondan sonra ilimler tarihinde önderliklerini kaybettiler. Bugün Avrupa’daki bilimler İslam bilimlerinin bir başka coğrafyada değişik şartlar içerisindeki devamından ibarettir, diye tanımlıyorum. Ama bugünkü Avrupa’da, batıda, gelişeni yabancı bulmuyorum. Bizim akrabalarımızın geliştirdiği safha olarak kabul ediyorum.” (34)

Netice olarak diyebiliriz ki tıbb-ı nebevî, tıp alanında Peygamberimizin insanlığa tevhid, hikmet, insaf, şefkat, gayret ve tevekkül gibi değerler etrafında öğrettiği bir takım esaslar ihtiva eder. Bu esasların en önemlisi her hastalığın bir şifası olduğuna dair bir inanç geliştirerek insanı öğrenmeye, araştırmaya ve gelişmeye teşvik etmesi, karamsarlık, ümitsizlik ve kaderciliği reddetmesidir. Peygamberin ve Peygamber döneminin ilaç ve tedavileri, içinde bulundukları çağın imkân ve ölçüleri nispetindeydi. Peygamberden sonraki Müslümanlar, peygamberin bildiği ve uyguladığı tedavi yöntemlerini şer’i şerifin mutlak bilgisi addetmediler. Devamlı üzerine bir şeyler eklediler. Böylece öğrendikleri yoldan ilerlemiş oldular. Ulaştıkları sonuçtan şüphe duyduklarında yeniden araştırmaktan vazgeçmediler, Yahudi ve Hristiyan hekimlerin birikimini gayrı İslami tıp olarak nitelendirmediler. Aklî ve tecrübî ilimler alanının, insanın yeryüzünde halife oluşuna müstenid, onun araştırma ve keşfine bırakılmış bir alan olduğunun bilinciyle hareket ettiler.

Bugün de Müslüman dünya olarak tıp alanında söz sahibi olmak ve bu alana peygamber ahlakını, İslami şefkat ve rıfk esaslarını hâkim kılmak istiyorsak, tıbbın bugün ulaştığı merhaleden yola devam etmek, uluslararası ölçekte akademik, deneysel nitelikli, bilimsellik esaslarına uygun yeni araştırma ve çalışmalara imza atmak durumundayız. Zira tıbb-ı nebî, aklın ve ilmin, insan sağlığı için araştırmaya devam etmesini ve sürekli yenilenmeyi gerektirmektedir.


Dipnotlar:

1- Âl-i İmran, 3/164.

2- İslam geleneğinde ilimler tasnifi, şer’î ve aklî ilimler ayrımı ve bu tasnifin gelişim seyri ile ilgili genel bilgi için bk. İlhan Kutluer, “İlim”, DİA, İstanbul, 2002, XXII, 109-114.

3- Buhârî, Rikak 1.

4- Hâkim en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ale’s-sahîhayn (thk. Mustafa Abdülkadir Ata), I-IV, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1411/1990, IV, 341.

5- Sünnetin bağlayıcılık derecesine göre tasnif edilmesi İbn Hibban’ın (ö. 354/965) et-Tekâsîm ve’l-envâ adlı eserine kadar götürülebilir. Keza, Şihâbuddîn Ahmed b. İdrîs el-Karâfî de (ö. 684/1285) el-İhkâm (Haleb 1967, s. 86-109) ve el-Furûk (Beyrut 1998, I, 357) isimli eserlerinde Peygamberimizin (s.a.s) beşeriyet dışında kalan davranışlarını "teblîğ, fetvâ, kazâ ve imâmet (devlet başkanlığı)" olarak dörde ayırmış ve bunları bağlayıcılık bakımından incelemiştir. Tunuslu âlim Muhammed Tâhir b. Âşûr (ö. 1393/1973) bu tasnifi daha da geliştirerek on ikiye çıkarmıştır. Ona göre sünnet: 1. Dinî tebliğ etmek ve tamamlamak (teşrî) 2. Fetvâ vermek (iftâ) 3. Dâvaları hükme bağlamak (kazâ), 4. Devlet başkanlığı (imâmet, imâret), 5. Daha iyiye teşvik (irşâd), 6. Arabulmak, anlaştırmak (sulh), 7. Danışmada bulunana yol göstermek (istişarî rey), 8. Öğüt vermek (nasîhat), 9. Kemâl ve takvâ eğitimi vermek, 10. İnce ve yüce gerçekleri öğretmek, 11. Eğiterek sakındırmak (te'dîb), 12. Başkalarına yol göstermekle ilgisi bulunmayan beşerî, tabiî davranışlarda bulunmak başlıklarında tasnif edilmiştir. Bk. Mekasıdu’ş-şerîati’l-İslâmiyye, I-III, Katar 2004, II, 97.

6- Bu hususta mesela bk. İbn Kayyim, Muhammed b. Ebî Bekr el-Cevziyye, Miftâhu dâri’s-saâde, (thk. Abdurrahman b. Hasen b. Kâid), I-V, Mekke 1432, III, 1585-1586.

7- Müslim, Fezâil 141.

8- Bk. Hâkim, el-Müstedrek, III, 482.

9- İbn Hişam, es-Sîretu’n-nebeviyye (thk. Taha Abdurraûf Sa’d), I-VI, Beyrut: Dâru’l-ceyl, 1411, IV, 182.

10- Hâkim, el-Müstedrek, IV, 218.

11- Resulullah döneminde Arap yarım adasında yaşayan tabipler ile ilgili olarak bk. Ağırakça, Ahmet; İslam Tıp Tarihi Başlangıçtan VII/XIII. Yüzyıla Kadar, İstanbul 2004, s. 76-80.

12- Ebû Dâvud, Tıb 12.

13- Müslim, Selam 73.

14- Ebû Dâvud, Diyet 23; Nesâî, Kasâme, 40; İbn Mâce, Tıb 16

15- İbn-i Haldun, Mukaddime (Çeviren: Halil Kendir), I-II, Ankara: Yeni Şafak Kültür Armağanı, 2004, II, 706-707.

16- Ebû Dâvud, Tıb 1.

17- İslam coğrafyasında yetişmiş hekimler ile ilgili olarak bk. Ağırakça, Ahmet; İslam Tıp Tarihi Başlangıçtan VII/XIII. Yüzyıla Kadar, İstanbul 2004.

18- İbn Mace, Tıb 39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 445. Bu hadis ayrıca “Bu bilekliğin sana yarar sağlayacağına inanarak ölürsen fıtrat üzere ölmüş olmazsın” metni ile de nakledilmiştir. Bk. İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah b. Muhammed, el-Musannef, I-VII, Riyad 1409, V, 35; Taberânî, Ebu’l-Kasım Süleyman b. Ahmed, I-XXV, Riyad 1415/1994, XVIII, 179.

19- Ebû Dâvud, Tıb 17.

20- İbn Kayyim, Şemsuddin Muhammed b. Ebi Bekr el-Cevziyye, Zâdu’l-meâd fî hedyi hayri’l-ibâd, I-V, Beyrut 1415/1994, IV, 65-67, 89-90.

21- Buhârî, Tıb 17.

22- Nitekim peygamberimizin uyguladığı bu tedavi yöntemlerinden en bilineni olan hacamata, MÖ 2000 yıllarına ait Eski Mısır belgelerinde rastlanmıştır. Bu yöntem Mısır’dan Yunan ve Roma’ya taşınmıştı. Hacamatın tarihçesi ile ilgili olarak bk. http://www.biyofonksiyoneltip.com/hacamatin-tarihcesi (Erişim: 07.07.2020). Ayrıca bk. Abdullah Köşe, “Hacamat”, DİA, İstanbul 1996, XIV, 422.

23- İbn Mâce, Tıp 17.

24- İbnü’l-Esir, Mecdüddin el-Mübarek b. Muhammed el-Cezerî, en-Nihâye fî ğarîbi’l-hadis, (thk. Tâhir Ahmed ez-Zâvî), I-V, Beyrut: Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1399/1979, III, 402.

25- Ebû Dâvud, Tıb 16.

26- Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 337; III, 490.

27- Buhârî, Tıb 1.

28- Ebû Dâvud, Edeb 172.

29- Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selam 92.

30- Namazın insana zaman disiplini kazandırması, güneş doğmadan uyanmayı gerektirmesi, yatsıdan sonra oturup sabahlamanın mekruh kabul edilmesi (bk. Buhârî, Mevâkitu’s-sala 13) beden sağlığını koruma bakımından oldukça önemlidir.

31- “Oruç tutun sıhhat bulun” (bk. Taberânî, el-Mu’cemu’l-evsat, (thk. Tarık b. Ivadullah), I-X, Kahire: Daru’l-harameyn, ts., VIII, 174) hadisi sağlık ve oruç ilişkisine doğrudan delalet eder. Elbette bu hadiste kastedilen oruç, Müslümanların ibadetinde yer alan, imsak ile iftar arasındaki oruçtur.

32- Leş, kan, domuz eti (el-Bakara, 2/173; el-Mâide, 5/3; en-Nahl, 16/115) ve içkinin yasaklanmasının (el-Mâide, 5/90) ruh ve beden sağlığını muhafaza etme ilkesinden bağımsız yorumlamak ne ölçüde isabetli olabilir.

33- İbn Ebî Usaybia, Ebu’l-Abbas Ahmed b. el-Kasım el-Hazrecî, Uyûnu’l-enbâ fî tabakâti’l-etıbba, Beyrut: Dâru mektebeti’l-hayat, ts., s. 45; Zehebî, Şemsuddin Ebu Abdillah Muhammed b. Osman, et-tıbbu’n-nebevî, (thk. Muhammed Abdurrahman Mar’aşlî), Amman 1425/2004, s. 71.

34- Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, (Söyleşi: Sefer Turan), İstanbul: Timaş Yayınları, 2018, s. 24.