Bize Yazık Olur Mu?

Musa ile (Hızır olduğu söylenen) Bilge Kişi’nin kıssasını (Kehf, 60-82) bilenler olarak neden hayat devam ederken yolumuza çıkan terslikler karşısında “yazık oldu” diye hayıflanıp duruyoruz ki? Böyle yapmak, hikâyeyi hiç duymamış olanların harcı. İkisinin başından geçenleri okumuşsanız hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, yeri gelince hadiselerin bütün tahminlerden farklı sonuçlanabileceğini bilirsiniz. (Kur’an bize, bunu ancak kendisine rahmet ve ilim verilmiş olanların başarabileceğini hatırlatarak himmetimizi nereye yöneltmemiz gerektiğini de gösterir. Bkz: Kehf, 65)

Son nefesimizi vereceğimiz ana dek devam ediyor hayat; hiçbir iş noktalanmadı. Evet, olmuş bitmiş, geri döndürülemez durumlar var geçmişimizde. Ama onların sonunu bile yeniden yazabilecek imkâna sahibiz nefes almaya devam ettiğimiz sürece. Nasıl mı? Tövbe ve dua ile.

Ecel kapıyı çalmadıkça hiçbir şeye bitti gözüyle bakamayız. Her dönemeçte kavrayışımız ve hayal gücümüz oranında perdeler kat kat açılır, yollar çatal çatal çoğalır, renkler yeniden karılır. Ve her dönemeçte yapacağımız seçime göre öykünün sonu bizim açımızdan yeniden yazılır.

Sonsuz isimlerin sahibi her an yeni bir tecellideyken küskün bir heyhatla nasıl kenara çekilebiliriz? (Rahman, 29) Üstelik ölüm bile son değilken bizde, son dediğimiz hangi vakittir? Biliriz ki emrihak vaki olduktan sonra dahi kapanmaz amel defterimiz. Aldığımız dualar, bıraktığımız eserler ve adımıza yapılacak hayırlarla [1] (veya aksi) [2] biz mezardayken bile hikâyemiz yazılmaya devam eder. Ecel kapıyı çalmadıkça hiçbir şeye bitti gözüyle bakamayız. Her dönemeçte kavrayışımız ve hayal gücümüz oranında perdeler kat kat açılır, yollar çatal çatal çoğalır, renkler yeniden karılır. Ve her dönemeçte yapacağımız seçime göre öykünün sonu bizim açımızdan yeniden yazılır. Henüz geçmiş zamana dönüşmemiştir fiiller. Oluşun içinde, attığımız her adımla yeniden yazılan bir öykünün akışında olduğumuzu biliriz.

Renklerin, yolların, yazgının sahibi kötülükte inatla direnenler dışında herkese iyi son yazmaya kararlıdır ve onun heybesinde iyiliğin on yüz milyon çeşidi vardır. Hikâyelerin kahramanları bazı sahnelerde “işim bitti benim” diye düşünse de bir sonraki sahnede Anka olup Kaf Dağına konabilir, kurbağalar prense dönüşebilir. Sakın ola bu bakış açısının ham hayal olduğunu düşünmeyesiniz. Hikâyenin sonu hakkındaki iyimserliğimiz büyük ölçüde kalemin sahibine bağlıysa da O bize, yeni sonları biraz da seçimlerimize bakarak yarattığını baştan söylemiştir. (Burada Ferit Kam’ın çok sevdiğim bir sözünü aktarmanın yeri geldi: “Kullar diyor ki bakalım Mevla ne gösterecek? Mevla diyor ki bakalım kullarım ne yapacak?”)

Hikâyemizin seyrindeki iyimserliğimiz -Musa ile Hızır’ın kıssasında öğretildiği üzere- güven ve sabır denilen iki anahtar kavrama bağlıdır. (Kehf, 67-70) İyi sonlara kavuşmanın en önemli şartı sabır ise, sabrı korumanın şartı da iyiliğe güvenmektir. İyiliğe güvenmek, olan biteni hayra yormak ve yoldan çıkarmak için uğraşanlara kapılmadan niyeti sağlam tutmak demek. Zamanımızda bazıları bunu ahmaklık olarak görüyor. İşte asıl bunlar kendine yazık ediyor.

Allah’a iman ve tevekkül diye iki güçlü kanadımız var. Peki, biz o kanatların farkında mıyız? Kanatlarının farkında olmasaydı kuş uçabilir miydi? Gerçeğin farkında olmayan çocuğun korkuları nasıl mıhlarsa yerine onu, kuş da öyle kalırdı. Sabah rızkını aramak için çıkamaz, kısa bacaklarının izin verdiğinden fazla ilerleyemezdi.

İyiliğe güvenmek basitçe iki temel esasa dayanır. İlki, Yaratıcıya inanmaktır. İnanmak güvenmekle olur çünkü.[3] Onun iyi dediğini iyi, kötü dediğini kötü bellemektir. Bunu yaptığımızda her yol ayrımında ne tarafa sapacağımız aşağı yukarı bellidir. İkincisi de O’nun iyi dediği yolu seçtiğimizde akıbetin er veya geç hayır olacağına inanmaktır. (Siz neye hayırlı dersiniz?) Bunlardan birincisine iman, ikincisine tevekkül diyoruz. İnsan bunu başardığında kalbi ağırlıklarından kurtulup yükselmeye başlar. Bütün mesele inanma ve güvenme kanatlarının erken yaşlarda kırılmamış olmasıdır.

Allah’a iman ve tevekkül diye iki güçlü kanadımız var. Peki, biz o kanatların farkında mıyız? Kanatlarının farkında olmasaydı kuş uçabilir miydi? Gerçeğin farkında olmayan çocuğun korkuları nasıl mıhlarsa yerine onu, kuş da öyle kalırdı. Sabah rızkını aramak için çıkamaz, kısa bacaklarının izin verdiğinden fazla ilerleyemezdi.

Kanatlarını fark etmeli insan! Abartmadan. Kanadın var dediysek kartal kanadı demedik, belki serçesin. Kanatlarını tanımalı, sevmeli, kullanmalı insan. Bir yandan bunu yapmayıp diğer yandan kendine yazık olduğunu düşünüp durmak, psikolojinin dediği gibi, konfor alanını terk etmeden ilerlemeyi ummak gibi boş bir hayalin kötü sonucudur. (Tam da bu noktada Varaka b. Nevfel’in yolun başında Efendimiz’e söylediği “Evet, senin getirdiğini getiren hiçbir peygamber yoktur ki düşmanlığa uğramamış ve yurdundan çıkarılmamış olsun” sözünü hatırlamakta yarar var.)

Peki, kanatları çırpınca hedefimize ulaşacağımız garanti midir? Elbette değildir. İşte bu noktada tekrar gündemimize girer güvenmek. Çırpılan kanadın işe yaraması için gereken milyon şartın hiçbiri bizim kontrolümüzde değilken nasıl sadece kendimize dayanmakla yetinebiliriz ki?

Duygularımız da kanatlandırır bizi, aklımız ve kalbimiz de. Elimiz ayağımız, gözlerimiz, gençliğimizde kuvvetimiz, yaşlılığımızda tecrübemiz, hâsılı bütün özelliklerimiz birer kanattır. Yalnız -çoğu zaman atladığımız- küçük bir detay var: Kanatlar çırpılmadıkça işe yaramaz. Tam tersine bacaklara yük olmaya başlar.

Peki, kanatları çırpınca hedefimize ulaşacağımız garanti midir? Elbette değildir. İşte bu noktada tekrar gündemimize girer güvenmek. Çırpılan kanadın işe yaraması için gereken milyon şartın hiçbiri bizim kontrolümüzde değilken nasıl sadece kendimize dayanmakla yetinebiliriz ki?


[1] “İnsanoğlu öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat.” (Müslim, Vasiyet, 14)

[2] “İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye, bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz.” (Müslim, Zekât, 69; Nesâî, Zekât, 64)

[3] “Sözlükte ‘güven içinde bulunmak, korkusuz olmak’ anlamındaki emn (emân) kökünden türeyen îmân ‘güven duygusu içinde tasdik etmek, inanmak’ demektir.” (TDV İslam Ansiklopedisi “İman” maddesi)