Yüce Kitabımızda Hz. Musa’dan otuz dört ayrı surede bahsedilir. Elmalılı merhum bu durumun sebebini onun mucizelerinin diğer peygamberlerin mucizelerinden daha kuvvetli ve kavminin cehalet ve zulmünün de diğer kavimlerden daha şiddetli olmasına bağlar. Biz ise bu yazımızda elimizden geldiğince Hz. Musa’nın ve muhatabı olarak Firavun ve İsrailoğullarının Kur’an’da temas edilen duyguları üzerinde durmaya gayret edeceğiz. Kendi duygularımızı tanımak, onlardan korkmamak ve bazen onlarla birlikte bazen onlara rağmen yol alabilmek için Hz. Musa’nın örnekliğinden yardım almayı amaçladığımız bu yazıda Kur’an surelerinin iniş sırasına göre Hz. Musa’dan nasıl bahsedildiğine bakacağız.
Araf Suresi’nde Hz. Musa’nın kıssasından bahseden bölüm (103-171. ayetler arası) Musa (as)’ın Firavunun karşısına mucizelerle/delillerle desteklenmiş olarak gönderilmesiyle başlar. Öncelikle Hz. Musa’nın Firavuna nasıl bir ortamda hitap ettiğini gözümüzün önüne getirelim. Firavun saraydadır, gösterişli bir tahta kurulmuştur, etrafında (Elmalılı’nın deyişiyle) halkın gözlerini dolduran debdebeli bir topluluk vardır, Musa (a.s) ise her ne kadar Firavun tarafından sarayda büyütülmüş ve dolayısıyla ortama alışkın olsa da aslen o seçkin yönetici sınıfa hizmet eden köleler grubuna mensup, aranan bir suçlu konumundadır. Üstelik -kendi ifadesiyle- lisanında da bir tutukluk vardır. (Taha 20/27) Elhasıl, Firavunu ve eşrafı etkilemesi beklenen bir mesajı iletmek için gönderilecek elçiyi seçmek bize bırakılsaydı, seçeceğimiz son kişi gibi görünmektedir Hz. Musa.
Firavun ve ileri gelenleri Musa’nın mesajına ve peygamberliğini kanıtlamak için gösterdiği mucizelere/delillere karşı saygısızlık ederler; hatta haddi aşarak saldırgan davranırlar. Ayette geçen ifade, delillere karşı zulmetmektir. (Araf 7/103) Buna göre delilin kadrini bilmemek ve onun delalet ettiği hakikate saygısızlık etmek demek olan küfür (inkâr) zulümdür. Birkaç ayet ileride Yüce Allah yeryüzünde haksız yere böbürlenen kibirli insanlardan Allah’ın ayetlerini anlama kapasitesini alacağını ve onların her delili görseler yine de inanmayacaklarını, doğru yolu gördüklerinde bunun onlara itici geleceğini, azgınlık yollarına ise koşa koşa gireceklerini haber verdiği için Firavunun bu durumu bizi şaşırtmaz. (Araf 7/146) Onları bu duruma düşüren özelliğin yeryüzünde haksız yere tekebbür etmeleri (büyüklenme) olarak gösterilmesi kibirle hakikat arasındaki doku uyuşmazlığının kibirlileri er veya geç hakkın yolunun dışına attığını bildirir. Gerçeğin yolu ancak mütevazıların yürüyebileceği bir yoldur. Yüce Allah tarafından seçilen ve ulu-l azim peygamberlerden olan Hz. Musa’nın hakkı temsil ettiğinden kuşkusu olmamasına rağmen duyduğu çekingenlik ve korkuya karşın göz göre göre hakikati reddeden azgın ve zalim güruhun duygu durumu tekebbür ifadesiyle gözler önüne serilmektedir. İslam Ansiklopedisinde kibirle tekebbür arasındaki nüansa işaret ederek kibrin kişinin kendini büyük görmesi, tekebbürün de bu duygunun davranışlara yansıması olduğu belirtilir. Kaynaklarımızın bildirdiğine göre tekebbürün en ileri derecesi, gerçeği kabule yanaşmayarak Allah’a karşı büyüklenmek ve O’na boyun eğip kulluk etmeyi kendine yedirememektir. En büyük nankörlük, kendisini yoktan var edenin üzerindeki hakkını reddetmektir. Kendini tanrı olarak gören Firavun bu azgınlığın zirve örneği olarak küfrün baş temsilcisidir.
Hz. Musa’nın elçilik göreviyle getirdiği ilahi mesajın Firavundan talebi sadece itikadi değildi, İsrailoğullarını serbest bırakmak gibi hem Mısır ekonomisini etkileyecek hem de Firavunun otoritesini zedeleyecek fiili bir taleple de gelmişti Hz. Musa. Bu aşamada Firavun Musa’yı kendi profesyonel sihirbazlarıyla düelloya davet etti. Firavunun kendinden bu kadar emin olması Musa’nın getirdiği mucizeleri (delilleri) anlamamasıyla açıklanabilir mi? Ya Hz. Musa’nın Yüce Allah tarafından görevlendirilmiş ve doğrudan O’nun katından mucizelerle desteklenmiş olmasına rağmen bu düellonun ilk sahnesinde sihirbazların oyunları karşısında korkuya kapılmasına ne demeli? (Taha 20/67) İki taraf açısından baktığımızda haksız ve zalim olanın kendine kibir derecesinde güvenmesindeki yanıltıcılık kadar, haklı ve dürüst olanın zalimlerin göz korkutan dehşeti karşısındaki ürkekliği de düşündürücüdür. Korkmanın insaniliğine karşın saygısız gözü pekliğin şeytaniliği başka hangi sahnede bu kadar yan yana görünebilir?
Sihirbazların Firavunla yaptıkları ön görüşmede, profesyonellerin her konuda olduğu gibi burada da açıkça ortaya koydukları pazarlıkçı tutumlarına ilaveten tekniklerine hâkim olmalarına dayanan özgüvenlerini görüyoruz. Onların karşısındaki peygamber ise hiçbir sihir bilgisine sahip olmayan, Allah’ın kendisine “korkma” demiş olmasından başka güvencesi olmayan titreyen bir ruhtur. Bir tarafta çağın bütün imkânları diğer tarafta vahyin sesine kulak vermekten başka yolu olmayan iki zıt güç bu düelloda karşı karşıya gelir. Halkı dehşete salan gösteriye rağmen gerçeğin asası göz boyayıcı sahtekârların ürettiği yalanları eninde sonunda yutar. Hak vaki olur, batılın yanında yer alanların bütün yaptıkları boşa gider. (Araf 7/118) Şu var ki işin tekniğine vakıf olanlar nereden sonrasının teknik beceriyi aştığını bilirler ve Firavunun cahilce inadına karşın hakikati teslim ederler. (Araf 7/123-126) Bu aşamadan sonra onların korkusuzluklarına şahitlik eder ve ölümü göze alan bu kertedeki cesaretin bilgiyle, karakterle ve daha başka şeylerle ilgisini kendimize sorarız. Elmalılı’nın aktardığına göre âlimlerimiz bu hadiseyi bilginin faziletine delil göstermiştir. Çünkü olayı izleyenler, cehaletlerinden dolayı “bu bir sihirdir” denildiğinde şüpheye düşüvermişler, sihirbazlarsa sihrin mahiyet ve sınırını bildikleri ve son kertesine kadar vâkıf oldukları için Musa’nın asasını sihirle açıklayamayacaklarını anlamışlar ve ilahi bir mucize karşısında olduklarını ikrar etmişlerdir. Biz yine de bu ikrarda bilginin etkisi kadar ölüme pervasızca yürüyen güçlü karakter yapısının, yani ahlakın da payı olduğuna dikkat çekmek isteriz. Zira nice bilgi sahibi kişiler vardır ki sosyal baskı nedeniyle bildiklerini açıklamaktan korkar, piyasanın bilgileri üzerindeki kontrolüne seyirci kalmayı tercih ederler.
Âlemi nasıl bilirsin, kendin gibi, demişler, Firavun da ancak Allah’a, resulüne ve ahirete iman etmeyenlerde işe yarayacak olan tehditlerin, bu esaslara gönülden inanan -eski- sihirbazlar üzerinde de tesirli olacağını zannetmişti. Bu tehditler karşısında pabuç bırakmamaları, iman sınavından yüz akıyla geçmelerine vesile olduğu gibi Firavun ve şürekâsının öne sürdüğü hile ve tuzak kurma iftirasından da berat etmelerini sağlamıştır. Kur’an’da yeri geldikçe sahabe efendilerimizin de böyle tehditlerle karşılaştıkları, münafıkların nifakını açığa çıkaran bu tehditlerin müminlerin imanını pekiştirdiği anlatılır. (Ms. ahzab 33/18-22) Bu noktada sağlam imanın sağlam karakterle; münafıklığın da karakter zayıflığıyla ilişkisine dikkat çekmek isteriz. Ölümle yüz yüze gelen sihirbazların bunu, insanı onların akıl ve ferasetinden kuşkuya düşüren bir deli cesaretiyle değil, Allah’tan yardım ve dayanma gücü isteyerek karşılamaları ve (Hz. Yusuf’un son duasında olduğu gibi) hayatın nihai hedefini ortaya koyan şu duayı etmeleri içinde bulundukları duygusal atmosferi anlamamıza yardım eder: Canımızı Müslüman olarak al! (Araf 7/126)
Bütün zalimlerde görüldüğü üzere Musa’nın düelloda kazanmış olması Firavunu yatıştırmaz, aksine bu yenilgi onun zulmünü doruk noktasına çıkarır. Başkalarını suçlarken aslında kendi zaaflarımızı anlattığımız gerçeği insanoğlunun ezeli vasfı olduğundan Firavun da Hz. Musa’yı politik amaçlarla sihirbazlarla anlaşıp gözbağcılığı yapmak ve ülkenin düzenini bozarak fesat/anarşi çıkarmakla suçlar. Giderek Hz. Musa’ya inananlar da onun zulümden paylarını almaya başlarlar. Hz. Musa şimdi iki ateş arasındadır. Bir yanda firavun ve adamları, diğer yanda kendisine iman ettikleri halde (bu imanın sonucu olarak) başlarına gelen olumsuzluklardan ötürü sürekli yakınan İsrailoğulları. Söyleyip durdukları şey şuydu: “Senin gelmen bizim durumumuzu değiştirmedi, sen gelmeden önce de sonra da eziyet çekiyoruz.” (Araf 7/127-128) Hayat başarısını değerlerine göre yaşayabilmekle değil de kullandıkları araçlarla ölçenlerin asırlardır değişmeyen şikâyetidir bu. Oysa Allah’ın kanunu, güzel sonuçların ancak o uğurda direnmeyi göze alabilenlere nasip olacağıdır. (Araf 7/137) Bu süreçte mümin karakterin en mühim dayanak noktasını oluşturan sabır telkini bir kez daha karşımıza çıkar. Sabır, zaferin anahtarıdır. Önceki sahnede sihirbazlar Firavunun tehditlerine karşılık Allah’tan üzerlerine sabır yağdırılmasını istemişlerdi, burada da Hz. Musa kavmine Allah’a sığınıp sabırlı olmalarını telkin eder. İslam ahlakının kilit kavramı olan sabır, Türkçemizde anlam daralmasına uğrayarak pasif ve edilgen bir tutum gibi anlaşılsa da bir Kur’an kavramı olarak “doğru olanı yaparken karşılaşacağımız olumsuzluklara direnme” anlamı verebileceğimiz, son derece aktif bir duruştur. İçlerinden pek azı müstesna olmak üzere İsrailoğulları, üstün değerleri önemsemeyip, basit istekler için sürekli sızlanan, ellerindeki nimeti hiçbir zaman yeterli görmeyen, en ufak bir zorlukla karşılaştıklarında hemen yan çizen, inançlarında sebat göstermeyen, döküldükleri kabın şeklini alan bir yapıya sahiptirler. Onlarla uğraşırken Hz. Musa’nın zaman zaman öfkelendiğini bilsek de çoğunlukla öğüt vermeyi seçmiş, affedilmeleri için yalvarmış, zaman içinde onları eğiterek cahilliklerini (burada cehalet, bilgisizlik değil, yersiz davranma anlamındadır) gidermeye çalışmıştır.
(Devam edecek)