24 Temmuz 2012

Ortak nokta

Bu hadislerden anlaşıldığına göre Oruç ile İmam'ın ortak oldukları anlam ve fonksiyon "korumak"tır. Birincisi ferdi, kendisine sıkıntı veren bir takım duygu ve isteklerin baskısından ve olumsuz etkisinden koru­yan bir kalkan durumundadır. Ötekisi de millet ve ümmeti, düşmanların verebilecekleri maddî ya da kültürel zararlardan koruyan bir siper-i sâika, bir kalkandır.

Tabiî olarak oruçsuz insan gibi başsız millet ya da ümmet de böylesi bir korunma imkânından yoksun, her türlü iç ve dış tehlikelere açık demektir.

Tecrübe

Öyle sanıyorum ki özellikle Ramazan aylarında her birimizin, şahsımızda, yakın çevremizde ve cemiyette gözlemlediğimiz oruçlu olmak­tan ileri gelen bir takım güzellikler, düzelmeler duygu enginlikleri ve buna paralel olarak yapılan iyilikler, hayırlar, güzel uygulamalar bulun­maktadır. İşte bütün bunlar büyük bir çoğunlukla oruç kalkanını birlikte kuşanmış olmanın, önce duygularımıza sonra da sosyal hayatımıza ka­zandırdıklarıdır.

Davranışlarımızı etkileyen duygularımız ve düşüncelerimizdir. Duygu ve düşüncelerimizin belli bir düzey ve kıvamda, belli bir disiplin altında olması da en yoğun şekilde oruç ibadeti vesilesiyle mümkün ol­maktadır. Sınırsızlıktan hoşlanan his ve hevesler, daha baştan irâdî ola­rak en üst seviyeden benimsenmiş sınırlar ve kayıtlar yumağı demek olan oruç ve imsak disiplini ile belli sınırlara çekilmekte ve olumsuz etkileri önlenmekte, bir çeşit sıkıyönetime tâbî tutulmaktadır. Bu da orucun in­san ruhunu, duygu ve düşüncelerini ve dolayısıyla günlük hayatını ko­ruyan nasıl bir kalkan ya da insan için ne ölçüde emin bir siper olduğunu göstermektedir.

Şu noktaya da işaret edelim ki, orucun koruyuculuğu sadece Rama­zan ayına mahsus değildir. O, kendisine başvurulan her gün ve şartta koruma işlevini, kalkan görevini yerine getirmektedir. Bu durum, Rama­zanda bütün bir toplumu kapsadığı için çok daha belirgin olarak görüle­bilmektedir. Fark bundan ibarettir. Unutulmamalıdır ki İslâm, topluca ve toplumca yaşandığı oranda kendisinden istifade edilebilecek bir dindir. Çünkü o bütün insanlığın dinidir. Dünya ve ahiret mutluluğunu kazandırmak istemek­tedir. Getirdiği esaslar da işte bu hedefi yakalayacak niteliktedir. Önemli olan İslâm'a, kendisine has sınırları içinde yaklaşabilmek, onu kendi bütünlüğü içinde yaşayabilmektir.

Kaynaklardaki bazı rivayetlerde orucun, “mükemmel bir kalkan”, “ce­henneme karşı bir kalkan”, “sizden birinizin savaşırken kullandığı gibi bir kal­kan” olarak tanıtıldığını da görmekteyiz. Bu tanıtımlar, koruma işlevinin iyice anlaşılmasını sağladığı gibi, işin ahiret boyutunu da açıkça ortaya koymaktadır.

Kendisini sosyal bir bünye olarak gören ve tanımlayan her insan topluluğunun, kendine has mutlaka bir imamının olması ve açıkça Allah'a isyanı emretmedikçe her hâlükârda onun emirlerinin dinlenip kendisine itaat edilmesi gerektiği, yönetimdeki isabet ve aksaklıklarda doğacak ecir ve sorumluluğun imam'a yönelik olduğu anlaşılmaktadır. 

İmam

İkinci hadiste geçen el-İmam kelimesi, halife, başkan, emir veya halife­nin görevlendirdiği komutan gibi yüksek düzey yönetici anlamına gel­mektedir. Hadiste Hz. Peygamber “Kim Rasûle itaat ederse Allah'a itaat etmiştir”[3] ayetinden iktibasen “Bana itaat eden Allah'a itaat etmiş olur, bana isyan eden de Allah'a isyan etmiş olur” genel kuralını dile getirdikten sonra, “Benim tayin ettiğim komutana itaat eden bana itaat etmiş, komutana itaatsizlik eden de bana isyan etmiş demektir” buyurmak suretiyle Müslümanların itaat mükellefiyetinin sınır ve anlamını ortaya koymuştur. Bu işin temelinde yatan gerçeği ise, “İmam ancak bir kalkandır, onun emri altında savaşılır ve onun sayesinde düşmana karşı korunulur” buyurarak, ümmet için liderin asıl işlevini ve yerini belirlemiştir. Bir millet ya da ümmet için liderin, asker için kalkan ya da zırh gibi koruyucu bir fonksiyona sahip oldu­ğunu açıklamıştır. Ancak burada dikkat çeken bir başka husus daha bu­lunmaktadır. O da imamın, taarruz ve savunma gibi savaşın her iki saf­hasında da gereğine işaret edilmiş olmasıdır. Bu, imamın her iki du­rumda, bir başka ifade ile her hal ve şartta ümmet için gereğine işaret etmektedir. Nitekim hadisi değerlendiren şârihler de, burada vurgulan­mak istenen mananın, sadece harb hali ile sınırlı olmadığını, bütün bir hayatı kapsadığını, çünkü imamın, Müslümanlar için her türlü ihtiyaçla­rını karşılamakta daimî bir melce, sığınak ve müracaat kaynağı olduğunu bildirmişlerdir. İmamın sadece dış tehlikelere karşı bir kalkan değil, aynı zamanda iç kargaşa hallerinde de bir kısım insanların diğerlerine verecekleri zararı önleyici, İslâm merkezini ve otoritesini koruyucu, her türlü şer odaklarına karşı bütün değerleri himâye edici olduğu sonucuna varmışlardır.[4]

Hadisin bundan sonraki cümlesinde, vazgeçilmezliği belirlenmiş olan imamın, ortaya koyacağı iki ayrı tavra dikkat çekilmiştir. "Eğer, Allah'a karşı saygılı davranmayı (takvâ) emreder ve adil davranırsa, bunun ecir ve sevabını alır. Bunların dışında bir yola sapacak olursa, bunun da vebali sadece onadır."

Peygamberinin diliyle, en üst dü­zeydeki ‘kalkan’ından mahrum bırakılmış bir ümmetin kendisini ifade etmesi elbette çok zordur, hatta imkânsızdır. Tıpkı, meşru mazereti ol­madığı halde Ramazan günlerinde oruç kalkanını kuşanmamış olanların, duygularına ve çevrelerine karşı İslâmî kimliklerini ispatta zorlanacakları ve de zorlandıkları gibi.

Kendisini sosyal bir bünye olarak gören ve tanımlayan her insan topluluğunun, kendine has mutlaka bir imamının olması ve açıkça Allah'a isyanı emretmedikçe her hâlükârda onun emirlerinin dinlenip kendisine itaat edilmesi gerektiği, yönetimdeki isabet ve aksaklıklarda doğacak ecir ve sorumluluğun imam'a yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, birlik ve beraberliği her şeyin üzerinde tutan, birlik ve bera­berliği inanç esaslarındaki tevhid ilkesinin bir çeşit sosyal hayata yansı­ması kabul eden İslâm ve Müslümanlar için fevkalade önem arz etmektedir. Müslümanların birlik ve beraberliğinin korunması, onla­rın din ve dünyalarının korunması anlamına gelmektedir. Günümüz gerçekleri de bunun ne kadar böyle olduğunu, maalesef tersinden açıkça ve acı bir şekilde ortaya koymaktadır. Dünyanın değişik yörelerinde sırf Müslümanlıklarından dolayı zulüm gören ve kıyıma tabi tutulan Müslümanlara, İslâm dünyasının el uzatamaması, zalimlere karşı etkili bir tavır alamaması neyin sonucu ve göstergesidir dersiniz?

İslâm içtimâî bünyesinin, kendisine İslami kimliğini kazandıran sistemin bütün ünitelerine sahip olması hem hakkı hem de asıl güç kaynağıdır. Sistemle­rin bünye bütünlükleri korunduktan sonra öteki güç ve kudret unsurla­rının bir anlamı olabilir. Sistemin ünitelerinde noksanlıklar varken, ger­çek bir varlık ispatına imkân yoktur. Peygamberinin diliyle, en üst dü­zeydeki ‘kalkan’ından mahrum bırakılmış bir ümmetin kendisini ifade etmesi elbette çok zordur, hatta imkânsızdır. Tıpkı, meşru mazereti ol­madığı halde Ramazan günlerinde oruç kalkanını kuşanmamış olanların, duygularına ve çevrelerine karşı İslâmî kimliklerini ispatta zorlanacakları ve de zorlandıkları gibi.

Sonuç olarak şuna da işaret edelim ki, her şeyi ‘imam’da gören bir düşüncenin eksikliği ne kadar ortada ise, onun millet ve ümmet için "kal­kan" niteliğini göz ardı etmek de meseleyi hiç anlamamak ya da anlamazdan gelmek demektir. Dikkat edilirse, sembolik anlamda da olsa merkezî otoriteden mahrum yegâne ümmet, İslâm ümmetidir. Bize göre Müslümanlarla birlikte tüm dünyanın çektiği ızdırap, biraz da işte bu boşluğun ve dengesizliğin faturası olsa gerektir.

 

Kaynakça:

[1] Buharî, Savm 2, Tevhid 35, Müslim, Sıyam 162; Ebû Dâvûd, Savm 25; Tirmizi, Cum'a 79, Savm 54, İman 8; İbn Mace, Sıyâm 1, Fiten 12, Zühd 22; Dârimi, Savm 27, 50; Muvatta, Sıyam 57

[2] Buharî, Cihad 109; Müslim, İmâre 43; Ebû Dâvûd, Cihad 151; Nesâî, Bey'at 30

[3] En-Nisa (4), 80

[4] Bk. Aliyyu'l-Kârî, Mirkatu'l-mefâtih, VII, 244245, (tahkikli baskı)