Bize Yine Neler Oluyor Gülüm...

03 Haziran 2011
 
 
Bilirim seni yalan dünyasın
 
Evliyaları alan dünyasın
 
Yunus
 
Bir tutsaklıktır başlar, biz doğunca; dünya denir adına. Bir telaş, bir koşturmaca, dursuz duraksız. Rahmân’a isyan isyan kendimizden gafletin adıdır o. Maldan ve mülkten, çıkardan ve hesaptan, makamdan ve itibardan, şandan ve şöhretten olur sınanmalarımız çoğu kez. Bağına düşen bir dahi kurtaramaz başını beladan, bir daha aydınlatamaz ruhunu karamsar zindanlarda.
 
Dünyaya değil belaya geliriz biz, Kalû’dan söz açıp Bela’yı ölçeriz hep. Şekerden ve baldan umar, ağudan ve zehirden içeriz; güzeller ve güzellikler der, çark–ı felekten geçeriz. Mert gelip mert gitmektir erlik, biliriz de, yine hilelere, oyunlara, oyuncaklara düşeriz. Üç talakla boşanası kumamızdır bizim, deriz de, her gece onun acüze koynunda sabahlarız.
 
Biz değiliz artık onu şekillendiren, bize fikrimiz bile sorulmuyor nedense. Oysa “Biz” bir medeniyetin adıydı eskiden, bir hayat tarzının.
 
Ayrık gözlüklerinin ardından ötekiler hükmediyor şimdi ona ve zamanı fişliyorlar durmadan. “Öteki” bir başkalaşmanın sancısıdır aslında, belki bir dayatmanın.
 
Biz, biz olmayı yitirdikten sonra oldu olanlar, miskinliği gayrete tercih etmemizden sonra oldu. Gölgelerden kan sızdı sükunetimizin üstüne. Suçlarımızın kanıydı hem... Sicim sicim gözyaşlarımızı dolayıp hoyrat ellerine gülüşlerimizin uçurtmalarını ötekiler uçurmaya başladı sonra. Rüzgarlar avare çıktı. Yalnızlığımızı duyduk bir uçtan bir uca sarındığımız dumanlarda, ve çığlıklarımız anlamsız kalabalıklara tutsak edildi. Zamanı kösele niyetine çiğneyen açlıklar ayarladı yelkovanların parmaklarını bunalım saatlerine. Her renkten pencereler açıldı azgın emellerin aynalarına ve yüzlerimizi seçemez olduk. İşsiz kaldık, kalbimiz katılaştı; aşsız kaldık, ruhlarımız dalaştı. İçimiz aynıydı, dışımız kabuk kabuk döküldü. Günleri sek sek oynayarak geçmenin bedelini umut taşlarından hayali saraylar yaparak ödedik. Kristal adalar boş havuzlara düştü; güz yapraklarının kıvranarak öldüğü susuzluklarda korkularımızı yüzdürür olduk. Ve iri çuvaldızlarla diktik güzelliklerin ağzını. Hep dünya idi sebep, hep dünya sevgisi oldu yenilgilerimiz.
 
Dünyaya bu kadar düşmeseydik kalbimiz rahatlayacaktı belki. Belki işimiz ve aşımız olacaktı, imanımız ve mutluluğumuz olacaktı. Olmadı; bunalımlarımızın kancalarını kör kuyulara sarkıttık; tekilliğimizi sokaklara çözdük, yuvadan ve eşten ayrıldık. Beyhudeliğe ayarlı zamanlarda intiharları taktık yakalarımıza rozet rozet. Eldivenlerimizde kaldı ellerimizin sıcaklığı, ve tozlu çekmecelere kaldırıldı dostluklarımız. Hep eski ve kırık şeylerle avunduk çocuklar gibi, ve ötekiler dizdi içleri başkaldırı dolu şişeleri yüzlerimizin raflarına göz göz... Mavi, yeşil, sarı ve mor fırıldaklara takılı kaldı bitimsiz can sıkıntılarımız, nakışlı gündüzlerde karanlığımızı artırdılar peyderpey. Duygularımızı mesafelere serptiler boylu boyunca, ve ölümü mezarlıklara hapsedip tabaka tabaka, zamandan kopardılar ilkin bizi, ölmeyeceğimize inandırdılar; ve sonra hırs çivilerinin başlarını koparıp çaktılar tabutlarımıza, “dünya” diyerek, hurdaya döndürdüler yüreklerimizi, varlığımızı, medeniyetimizi. En asil tutkularımız, kendini tutmaktan yoksun tutkallarla tutturulunca kendimizi bir ayarda tutamadık, ve yabancı bir konuk olduk şu bir demlik yapıda, dem geldi geçti, biz bir köşeye ilişip kaldık; ellerimizi birleştirmeyi akıl edemedik, imanlarımızı Bir’leştirmeyi akıl edemedik.
 
Neler oluyor bize yine neler oluyor gülüm?!..
 
 
 
*Ahmed b. Hanbel, Kitabü'z-Zühd, s.24; Beyhakî, Şuabü'l-İmân, VII, 347, 348, 368