Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Edebiyatın Kandilleri: Ramazaniyeler

25 Nisan 2021 Pazar Kültür Sanat / Edebiyat


“On bir aydır gideli biz de çekerdik hicran
Merhaba etti yine bizimle şehr-i ramazan.”

Bahtî (Sultan I. Ahmed Han)

Din, bütün toplulukların sosyal ve kültürel yaşamlarının arka planını oluşturur. Arzın üzerinde kendini konumlandırmanın ve varlığını bütün dünyaya gösterebilmenin mücadelesini veren her milletin hayatında olduğu gibi Müslüman Türk toplumunun kültür ve medeniyetinde de dinin ve dinî motiflerin belirleyici rol oynadığı, dolayısıyla sosyal, kültürel ve edebî literatürüne kaynaklık ettiği yadsınamaz bir gerçektir. Önce sözlü sonrasında yazılı edebiyatımızın her alanına ruh veren, manilerden deyimlere, hikâyeden romana ve musikiden şiire varana kadar tüm edebî metinlerimizde baş tacı edilen en önemli unsur hiç şüphesiz yüce dinimiz İslam’dır. Hususiyetle ramazan ve oruç, beraberinde getirdiği yeni alışkanlıklar ve kavramlarla hayatımızın her alanında etkisini derinden hissettirmiş ve bu durum doğal olarak edebiyatımıza da yansımıştır.

Oruç, imsak, sahur, iftar, teravih, mukabele gibi kavramlar kendilerine yaşamın içinde güzide birer yer bulur; teravih namazından sonra başlayıp sahur sofralarının kurulmasına değin süren muhtelif etkinliklerle hayatın akışına da güzel dokunuşlar yapan ramazan, edep ve hüzünle “elveda” diyerek uğurlanır.

Dünyanın her yerinde Müslüman halklar, ramazan ayını Allah’a yakarış ve günahlara tövbe etmek, manevi temizlik ve arınmak, gamdan kasavetten kurtulmak, bütün hastalıklara şifa bulmak ve her zamankinden daha fazla Kur’an ile hemhâl olmak için iyi bir fırsat olarak görür ve bu inançla idrak etmeye çalışırlar. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi’ni içinde saklayan bu kutlu ay, Osmanlı toplumunda ise yalnız dinî bir vecibe ve ibadet ayı olarak algılanmamış, âdeta kültür ve medeniyetin harcı olarak nitelendirilmiştir. Ramazan ayı, coşku ve hasretle beklenir, gelişi “merhaba/hoş geldin” diyerek karşılanır, gündüzü ayrı gecesi ayrı idrak edilir. Oruç, imsak, sahur, iftar, teravih, mukabele gibi kavramlar kendilerine yaşamın içinde güzide birer yer bulur; teravih namazından sonra başlayıp sahur sofralarının kurulmasına değin süren muhtelif etkinliklerle hayatın akışına da güzel dokunuşlar yapan ramazan, edep ve hüzünle “elveda” diyerek uğurlanır. Bu coşku, toplumun her kesiminden her ferdinin hayatının her safhasına sirayet eder. Halkın üstün bedii zevki ve duyuşunun tesiriyle de ramazanı hoşnut edebilmek ve onun bereketinden azami düzeyde istifade edebilmek için yapılagelen etkinlikler inanç ve kültür yaşamında çok kapsamlı ve çeşitli bir birikim ortaya çıkarmış ve adına “ramazan medeniyeti” diyebileceğimiz kültürel bir zemin meydana getirmiştir. Klasik Türk edebiyatından başlayan ve günümüz Türk edebiyatına kadar gelen süreçte hemen her türden edebî metinlerimizin muhtevasını bu kültür ve medeniyet doğrudan etkilemiştir. Ramazan, kendisine en büyük sahayı klasik edebiyatımızda “ramazaniye” adlı şiirle açarken nesir dünyasında da azımsanmayacak bir yer tutmuş, Tanzimat sonrasında hatırat, roman, hikâye ve modern öykülerde günümüze kadar varlığını koruyabilmiştir. Yazımızın esas konusunu divan edebiyatı semalarını tezyin eden yıldızımız teşkil edeceğinden nesir dünyamızın birkaç ismini zikretmek kâfi olacaktır. Bu bağlamda edebiyatımızın güçlü ve tesirli kalemlerinden Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halit Fahri Ozansoy, Ahmet Rasim, Yahya Kemal, Halide Edip, Mustafa Kutlu, Fatma Barbarosoğlu gibi isimlerin eserlerinde ramazan edebiyatının en güzel temsillerini görmek mümkündür.

Ramazanı sırf bir ibadet iklimi olarak görmeyen, bu kutlu aya mahsus geleneksel bazı uygulamalar tertip eden ve özgün bir hayat tarzı geliştirerek ramazan faaliyetlerine folklorik ve kültürel bir boyut kazandıran Türkler, ramazan medeniyetinin tesirinde en seçkin şiirlerini klasik edebiyatta kaleme almıştır. Şiir dilinin kuvvetini ve sanatsal ifade zevkini bütün ihtişamıyla sergileyen divan şairi, birçok dinî eğilim, muhabbet, şuur gibi farklı saiklerle muhtelif kasideler yazmıştır. Mevlit, Muhammediye, hilye, mesnevi gibi manzum eserler; münacat, tevhit ve naat adı verilen kasidelerle dinî bir hüviyet kazanan klasik Türk edebiyatının en eski türlerinden biri de ramazaniyelerdir. On bir ayın sultanını konu edinen türün kendisi tam oluşmamış olsa da etkisi, Yunus Emre’nin divanında da yer aldığı üzere on dördüncü asırdan itibaren görülmeye başlar. Kaside tarzında yazılan bu şiirlerin adını ve kimliğini müstakil olarak bulabilmesi on beşinci yüzyılı bulmuştur. On yedinci yüzyıla gelindiğinde neredeyse hiçbir divan şairi bu türün cazibesine kayıtsız kalamaz ve on sekizinci yüzyılda artık iyice yerleşmiş ve kök salmış bir gelenek hâlini alır. Bahsi geçen durumu, bu yüzyılda merasim ve eğlence kültürünün, mahallileşme akımının iyice yaygınlaşmasına bağlayanlar da vardır. Sayısı hiç de azımsanmayacak kadar şair, her biri birer kandil mesabesinde olan kasideler ile kutlu ayın gelişini muştular. Bazen padişah veya vezir gibi devlet adamlarından birine takdim edilen, şiir meclislerinde okunan bu beyitler bazen camilerde, mescitlerde bazen de tekkelerde musikiyle birlikte terennüm edilirdi. Kasidelerin yanı sıra gazel, tuyuğ, ilahi, rubai, murabba ve terkibibent gibi nazım şekilleriyle de yazılan bu türü, konularına göre dinî ve sosyal olarak iki ana gruba ayırmak da mümkündür. Zira bu şiirlerde, ramazan ayının gelişiyle evlere, konaklara ve çarşı pazara sirayet eden feyiz ve bereket, orucun hikmet ve faziletini bildiren ayet ve hadisler, Kadir Gecesi, teravih namazı, hilali gözetleme hadisesi, sosyal yardımlaşma, nefis terbiyesi, iftar ve sahur sofraları, halk eğlenceleri gibi dinî, tasavvufi, kültürel ve toplumsal konular hâkimdir. Gâh didaktik bir dille gâh bir derviş sohbeti tadında işlenen bu ciddi meselelerin yanı sıra ramazan sofularının ibretlik hâlleri, tiryakilerin ve iştah sahibi kişilerin oruçla ve açlıkla olan zorlu imtihanı gibi mevzular da ince bir mizahla nazmedilmiştir. Klasik şiirin sembolik ve dolaylı ifadelerinden, sevgili, aşk, ayrılık, vuslat gibi kavram ve benzetmelerinden bu tür de payına düşeni almıştır tabii. Oruç ayrılığa, bayram kavuşmaya, minareler nurdan sütunlara benzetilir. Dinî unsurların ağırlıkta olduğu şiirlerdeyse ayet ve hadislere yapılan telmih ve iktibas gibi edebî sanatlara yer verilmiştir.

“Gönderdi Hudâ çün bize mihman ramazanı / Hoş tutmağa niyyet edelim biz dahi anı” diyen Zâti’nin dilinde, ramazan, Allah tarafından gönderilen ve hoşça karşılanması gereken bir misafir misali kişileşirken Koca Ragıp Paşa’nın ramazaniyesinde ise bayram müjdesini bir an önce ulaştırma çabasıyla gecesini gündüzüne katarak hızla koşturan bir at ile temsil edilir.

Şiirlerini ramazaniyeler ile taçlandıran ve sanatını bu mahyalar ile aydınlatan divan edebiyatı şairleri arasında kimler yoktur ki... Fuzuli’den Koca Ragıp Paşa’ya, Nedim’den Şeyh Galip’e, Sabit’ten Sünbülzâde Vehbi’ye, Zâti’den Mesihi’ye, Gülşen-i Saruhani’den Edirneli Kâmi’ye, Bursalı Rahmi’den Gelibolulu Ali’ye, Niyazi Mısri’den İsmail Hakkı Bursevi’ye, Hayrî’den Seyyid Vehbi’ye, Sıdkî Paşa’dan Bahtî’ye (Sultan I. Ahmet), Feride Hanım’dan Enderunlu Vasıf’a ve yine divan sahibi diğer bir kadın şairimiz Leyla Hanım’dan on üç kasidesiyle bu türde en fazla eser kaleme alan şairimiz Enderunlu Fazıl’a kadar onlarca şair… Kasidelerinde ramazan esintilerine yer veren şairlerin yanı sıra oruç ibadeti ve ramazan ayı vesilesiyle tasavvufi gazeller yazan Behiştî’nin gazelleri ve Koca Ragıp Paşa’nın “iftariye” adıyla meşhur olan gazeli de ramazan rayihasını taşıyan önemli eserlerdir.

Ramazan-ı şerife dair haslet, fazilet ve her türden uygulamaları ihtiva eden şiirlerde mübarek ayın teşrifi tüm ihtişamıyla müşahede edilir. On dokuzuncu yüzyıl şairi Enderunlu Vasıf, beytinde ramazanın gelişine şükrederken Allah’ın nimetlerinin ve rahmetinin bu ayda artışına dikkat çeker. On sekizinci yüzyıl şairi Nazım Yahya Efendi’nin beyitlerinde ise ramazan hilalinin görülmesinden itibaren her sabah bayram sabahına ve her gece de Kadir Gecesi’ne, kandillerle donatılarak etrafı renk cümbüşüne çeviren her bir minare de nurdan yapılmış sütuna benzetilirken oruçlunun mekânı çorak toprak, yastığı kara taş dahi olsa uyku yerinin cennet bahçesine dönüştüğü dile getirilir. “Gönderdi Hudâ çün bize mihman ramazanı / Hoş tutmağa niyyet edelim biz dahi anı” diyen Zâti’nin dilinde, ramazan, Allah tarafından gönderilen ve hoşça karşılanması gereken bir misafir misali kişileşirken Koca Ragıp Paşa’nın ramazaniyesinde ise bayram müjdesini bir an önce ulaştırma çabasıyla gecesini gündüzüne katarak hızla koşturan bir at ile temsil edilir. Seyyid Vehbi’nin kalemiyle âdeta oruç uykusuna yatarak ramazan ayını her zamankinden daha fazla uyuyarak geçirenler acı bir dille hicvedilirken bir başka gönül şairi Niyazi Mısri’nin “Bilmedik kadrin Niyazi nidelim / Pek yazık gitti mübarek ramazan” ifadelerinde, ramazanın gidişine duyulan hüzün ve bu ayın kadrinin bilinmeyişinden hayıflanma da derundan hissedilir. Zikredilen örneklerde de görüldüğü üzere öteden beri dile getirilen, divan şiirinin toplumun kültürel ve sosyal yapısından uzak olduğu görüşünün ve kanaatinin aksine, Osmanlı Türk toplumunun dinî, ruhi, sosyal, kültürel ve folklorik yansımaları ramazaniyelere de aksetmiştir.

Ramazaniyelerin son beyitlerine gelindiğinde artık özlemle bayram günlerinin beklendiğinden dem vuran nükteler yapılır. Biz de yazımızın sonuna geldiğimizi Nedim’in söz konusu nükteli ifadelere örnek teşkil eden iki beytiyle bildirmiş olalım:

Şevkımız şimdi ana düşdi ki inşâ’allah
Ola sıhhatle selâmetle meh-i rûze tamâm
Kıla erbâb-ı dili âb-ı hayâta sîr-âb
Erişüp Hızr gibi âh mübârek bayrâm

“Şimdi tek arzumuz, inşallah ramazan ayının sıhhat ve selametle tamamlanmasıdır. Ah mübarek bayram, Hızır gibi yetişse de gönül erbabını hayat suyuna kandırsa.”