Günümüzde hemen her alanda olduğu gibi ibadetlerde de geçmişle bugünü kıyaslama eğilimi var. Özellikle de Ramazan ayında… Ramazanların eskiden daha farklı, daha güzel, daha samimi vs. olduğuna dair söylemleri sıkça duyuyoruz. Bu bağlamda, geçmişi ve günümüzü kıyaslamak amacıyla Belkıs İbrahimhakkıoğlu, Prof. Dr. Alâattin Karaca, Dr. Mustafa Özel ve Prof. Dr. Mustafa Fayda ile konuştuk, kendilerine nelerin değiştiğini (veya değişmediğini) sorduk.
“Müslüman olarak bize bahşedilen bu manevi zenginliklerin tefekküründe yoğunlaşmamız gerekir”
Belkıs İbrahimhakkıoğlu
Cenab-ı Hakk’ın emrettiği ibadetlerin elbette ki inanmış bir insan olarak eskisi ve yenisi olabileceğini düşünemeyiz. Allah, yarattığı kulunun nerede şaşıracağını, ona neyin iyi geleceğini, hangi durumlarda nasıl davranması gerektiğini, iradesinin nasıl çabuk kayabileceğini, velhasıl “nefs-i emmare” dediğimiz basamakta neler yaşayabileceğini elbette ki en iyi bilendir. Bu bakımdan Ramazan ayının ve orucun hikmetini, neleri arındırdığını, neleri koruduğunu gizli açık yine en iyi bilen Hz. Allah’ın kendisidir. Bizler böyle bir mübarek ayın anlamını ne kadar kavradığımızı ne kadar içselleştirdiğimizi ancak yaşam şeklimizle ortaya koyarız.
Ben Erzurumluyum. Çocukluğumda Erzurum’da yaşadığım Ramazanların içimdeki karşılığı çok anlamlıdır. Çünkü Ramazan ayı müddetince yaşam; iftara, sahura, yapılacak nafile ibadetlere uygun şekilde ayarlanmıştır. Mesela gündüz hayat çok sakindir. Camilerde, evlerde mukabele okumaları ruha şifa bir hâlle adeta ebedi olanın huzurunu hissettirirdi. Buna karşılık geceler hareketli geçerdi. Mağazalar, hamamlar, kahvehaneler açıktı. Sahura kadar erkekler kahvehanelerde otururlardı. Orada Ramazan sohbetleri yapılırdı. Eskiden halk âşıkları vardı, o âşıklardan hikmetli hikâyeler dinlenirdi. Ramazan bir eğlence ayı olarak görülmezdi; alışkanlıklar, orucun manevi anlamını daha da açığa çıkaran bir şekilde yeniden düzenlenirdi. Yoksa mana içeriğinden uzaklaşmış şekilde hayata, dünyevi anlamda renk katan bir zaman dilimi olarak bakılmıyordu. Kısacası Ramazan, ibadetleri mana içeriğinden uzaklaştırıp başka bir şekle büründürmek değildir.
Maalesef günümüzde birçok ibadeti asıl manasından uzaklaştıran, şekle bağlı bırakan, ruh ikliminden koparan yeni yeni şeyler icat ediyoruz. Ramazan bize ne kazandırıyor? Cenab-ı Hakk’ın zaman, mekân ve insan olarak bizi gafletten uyandıran işaretleri var. Hz. Allah’ın bu aydan muradı nedir ve bu ikramdan nasıl nasiplenmeliyiz? Mesela gece vakitleri çok önemli. Bunlar Rabbimin bizlere lütuf olarak ihsan ettiği, ziyan edilmemesi gereken çok kıymetli vakitlerdir. Bu yüzden Müslüman olarak bize bahşedilen bu manevi zenginliklerin tefekküründe yoğunlaşmamız gerekir. Meselâ Ramazan ayını nasıl yaşayalım, neler yapalım ki o dönemde yoğunlaştığımız ruh hâli bizim daimî halimiz olsun? Biz bunların peşinde olmak zorundayız.
Mesela biz Ramazanları bir yemek şenliğine, iftar şenliğine dönüştürmüşüz. Yemek telaşından, koşuşturmalardan, sıradan konuşmalardan o çok mübarek anları ziyan ediyoruz. İftar vakitleri o kadar kıymetli vakitlerdir ki en olumsuz bir şeyi aklınıza getirmeye çalışın, gelmez! Çünkü Allah o zaman dilimini, teşbihte hata olmaz derler, adeta kendi nuruyla hususen aydınlatmıştır. O vakitlerde esas olan sessizliktir. İşte benim çocukluğumun Ramazanları bu güzellikleri taşıyordu. İftar vaktinde tamamıyla sessiz bir şekilde ezanın okunması beklenir ve o arada herkes sessizce içinden dualar okurdu. Mesele, o mübarek vakitlerin kıymetini bilmektir. Yoksa içi boşalmış şeklî bir ibadetin eski de olsa yeni de olsa hiçbir kıymeti yoktur.
“Acıya bir nebze dahi tahammül edemeyen insan, iradesini nasıl terbiye edebilir?”
Prof. Dr. Alâattin Karaca
Öncelikle şunu belirteyim: İslam’da oruç ibadetinin çerçevesi, usulü, kuralları bellidir ve tüm İslam coğrafyasında ana çerçeve aynıdır. Ama coğrafyadaki, iklimdeki, toplumlardaki farklılıklara göre, orucun ana çerçevesi aynı kalmak şartıyla birtakım değişik âdetler görülüyor. Mesela Osmanlı’da hilâlin gözlenmesi, görülmesi, kadıya bildirilmesi, sonra Ramazan’ın ilânı bir usul üzre olur. Hilâlin görüldüğü şahitlerle teyit edildikten sonra Ramazan’ın başladığının veya yine bayramın ilânı, meselâ top atışıyla yapılır veya sahurda mahallelerde -eskiden- halk sahura davullarla kaldırılır. Üstelik Ramazan davulcularının söylediği mâniler vardır, sonra iftar vakti topla duyurulur, Ramazan boyunca teravih kıldırmak üzere bazı büyük konaklarda özel hocalar tutulur, onlar Ramazan boyunca o konakta ikamet ederler, Ramazana özgü bir mutfak -yiyecekler- vardır, diş kirası denilen bir âdet icra edilir, sarayda bayrama özgü bir tebrik merasimi tertip edilir; mahyalar, hediyeler, bahşişler, mendiller vb… Namık Kemal, Ahmet Mithat, Ahmet Rasim, Cenap Şehabettin, Ercüment Ekrem, Refik Halit, Osman Cemal Kaygılı, Sermet Muhtar Alus, Reşad Ekrem Koçu ve daha nice Türk yazarı hatıralarında bunlardan uzun uzun bahseder.
Güzel!.. Ama bugün bu âdetlerin çoğu yok ya da değişti. Oruç değişmedi, aynı usul, aynı kurallar çerçevesinde devam ediyor. Değişimde pek çok faktör rol oynamıştır. Mesela ne Ramazan ne de iftarlar veya bayram, genelde artık top atışıyla ilan edilmektedir. Bunda herhalde dönemin yönetiminin ateşli silahlara karşı alınan tavrı da rol oynamıştır. Bunun gibi mahya geleneği de pek yaygın değil ya da mahyalardaki yazılar değişti. Bu değişimi en çarpıcı biçimde harf inkılâbından sonra görürüz; belli ki bir dönem siyasi rejim de mahya âdetinin değişmesinde etkili olmuştur. Sonra bu zanaatın ustalarının giderek azalması da başka faktördür.
İkincisi, evin değişmesi… Artık büyük konaklar yok, dededen toruna bir arada yaşanan büyük evlerde değiliz, dolayısıyla teravih için özel hoca tutmak da yok! Eski mahalle mimarisi, yapısı yok, o halde Ramazan davulcusu, bayramda kapı kapı bahşiş toplama da sınırlı ve giderek yok olan bir âdet. Gökdelenlerin yükseldiği bir semtte bu âdetin uygulanmasının anlamı var mı? Ayrıca dönemin idari yapısı gereği sarayda bir tebrik merasimi var, ama günümüzdeki siyasi rejime göre bu âdet de yok! Bunlara bir de oruç tutmayı azaltan hastalık anlayışıyla ilgili kaygıları eklemek mümkün. Günümüz insanı, sağlıkla ilgili en küçük sorunda doktora koşuyor ve ona göre oruç tutmaktan imtina ediyor. Byung Chul-Han, bu konuda Palyatif Toplum: Günümüzde Acı adlı eserinde önemli eleştiriler yapar; özetle “inançlar, ibadetler -oruç gibi- hayatta kalmaya feda ediliyor”, “Sağlık yeni tanrıça mertebesine çıkarılmıştır” der.
Oruç, bir bakıma “irade terbiyesi”dir. Acıya bir nebze dahi tahammül edemeyen insan, iradesini nasıl terbiye edebilir? Asıl değişen bunlar galiba... Değişen insan! Yoksa oruç aynı, Ramazan aynı!
“Özgürlük havasını oruçla soluyor, açlıkla diriliyordum sanki”
Dr. Mustafa Özel
Beş altı yaşlarında oruç tutmaya başladığımı ve on yaş civarından itibaren de Ramazan boyu oruç tuttuğumu hatırlıyorum. Neler hissediyorduk acaba?
İlkokulda kişiliğimizin ispatıydı oruç, artık reşit olduğumuzun ikrarı. Bedeni biraz yoruyordu ama moralimizi yükseltiyor, artık cemiyetin olgun bir ferdi olduğumuzu hissettiriyordu. Neşeli teravihler ise “onaylı gece hayatımızın” başlangıcıydı. Namaz dönüşü, yol boyunca bir tür “Saklambaç 2.0” sayabileceğimiz “haray molla!” oynardık. Lise yıllarında oruçlarımız ideolojik birer kalkana dönüştü. Bu ülkede mektep, uzun zamandan beridir memleketten kopma köprüsü olagelmişti. Oruçla millete (din ü devlete) bağlandığımızı hissediyorduk.
Üniversitede oruç, kişilik veya millete bağlılığın ötesinde, doğrudan Yüce Yaratıcıya bağlılığın kanıtı haline geldi. Ramazan’ın ilk günleriydi ve hiçbir sosyal baskı altında değildim. Boğaziçi’ndeki özgürlük havasını tahayyül ederseniz, oruç tutmama yönünde baskıya maruz kaldığım bile söylenebilir. Dostoyevski’nin kahramanları özgürlüklerini kanıtlamak için intihar ediyorlardı. Bense özgürlük havasını oruçla soluyor, açlıkla diriliyordum sanki. (Koca üniversitede oruç tuttuğumu bir tek Alman Hoca anladı! Akşam yemeği iftardan 10-15 dakika önce bitiyordu, ben de son beş dakikada yemeğimi alıp çeyrek saat kadar bekliyordum. Beklerken Hermann Hesse görünümlü Prof. Traugott Fuchs, yarıladığı yemeğiyle yan taraftan benim masaya kaydı. “Oruçlu musunuz?” Evet, dedim. “Ne güzel, maneviyatın ayakta durması ne muhteşem bir şey. Size teşekkür ediyorum!” Sonradan epey samimi olduk Profesör Fuchs’la. Hesse’yi yıllar sonra okuduğumda, Fuchs’un maneviyat özlemini daha iyi anladım. Bir tür metafizik yolculuğa çıkmıştı o da.)
“Oruç, yaşanışını toplumda hissettiren bir ibadettir”
Prof. Dr. Mustafa Fayda
Ramazan hem ev merkezli hem cami merkezli hem de sokak merkezli bir ibadet olarak Türkiye’de her zaman varlığı hissedilmiş bir ibadettir. Namazdan farklı olarak (en azından görünen cemaatteki kalabalık bakımından söylüyorum bunu; Türkiye’deki Müslümanların ibadetlerin kabulü manasında değil, daha çok yerine getirilmesi manasında) oruca itibar ettiklerini görüyoruz. Bundan dolayı namazdan farklı olarak oruç, yaşanışını toplumda hissettiren bir ibadettir. Oruç tutmalarının hiç merbut olmadığını düşündüğünüz zümreleri bir lokantanın iftar sofrasında ezanı beklerken görünce o düşünceden utanıyor musunuz bilmiyorum. Ben utanıyorum, iftira atmışız demek insanlara diyorum. Mesela trafikte oruç saatinde yolları ölçebilirsiniz; özellikle işten dönüş saatinde trafiğin nasıl sıkıştığını görüyoruz. Herkes evine iftarına yetişmek istiyor. Onun için oruçla ilgili bir hüküm verileceği zaman bu konuda kalem oynatanların Ramazan’ın toplumun farklı kesimlerindeki tezahürlerini görmeden karar vermesinin doğru olmayacağı kanaatindeyim. Bu nedenle peşin hüküm vermekten kaçınmamız lazım.
Son senelerde -ilk defa Kubbealtı’nda başlayan- çocuk iftarları çok tuttu, şimdilerde daha çok yayıldı. O çocuk iftarları otellerde, büyük lokantalarda yapılmadan önce Samiha Ayverdi’nin ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi Bey’in evinde yapılıyordu. Sonra müsait olan diğer evlerde de yapıldı. Oruçlu İstanbul günlerinde orta oyunu diyebileceğimiz Hacivat Karagöz başta olmak üzere çocukların gittiği oyunlar, akşam namazı ve teravih namazından sonra icra edilmeye başlandı. Böyle bir geleneğin eskiden yaşandığını, en azından İstanbul hayatında olduğunu öğrenmiş olduk. Benim çocukluğumda da çocuk iftarları vardı fakat reklamı yoktu, cemaati fazla değildi. Bir kere aileler arasında yemek ziyafeti hep olan bir şeydi. Anne, baba, amca, dayı, yenge… Akrabalar karşılıklı iftar vermeye başlayınca birden iftar programları çoğalırdı. Bazen 30 gün yetmez oluyordu büyük ailelerde. Biz mesela herkesin evine gidemezdik çünkü gün kalmazdı. Yemeklerde çocuklara sofrada yer kalmadığı için onlara ayrı bir sofra kurulurdu. Konya’daki adeti söylüyorum ben. Çocukların iftarda eskiden beri farklı muameleye tabi tutulduğunu söyleyebiliriz buradan hareketle. Çocuklara oruç tuttukları için alınan hediyeler, verilen bahşişler… Tüm bu iltifatlar, bu ibadeti çocukların gönlüne yerleştirmek ve bunu yaptıkları için onları bağırlarına basmak niyetiyledir.
Benim çocukluğumda, teravihte bazı namaz kılan amcaların, büyüklerin ayaklarını gıdıklama gibi bir huyumuz vardı. Tabii onlar namazdayken bir şey diyemedikleri için kimin yaptığını da hiç bilemezlerdi, gıdıklar kaçardık. Ben camiden hiç kovulmadım. Camiye bizim ısınmamız için en iyi günler teravih namazlarıydı. Yine biliyorsunuz öğlene kadar yarım oruç var. Böyle bir âdet gelişmişti. Anneanneler babaanneler “orucunu bana sat” derler biliyorsunuz. Çocuğa ciddi para verirlerdi. Bu bugün hâlâ var, çok canlı yaşayan şeyler bunlar. Bir çocuğu ailenin içerisindeki bir fert olarak yetiştirirken muhabbet çerçevesi içerisinde yetiştirmektir bu.
İzin verirseniz iki çocukluk hatıramı aktarmak istiyorum. Biz yaz günleri mektepler kapandığı zaman Meram’a göç ederdik. Sayfiye yerimiz gibi, mütevazi bir evimiz vardı. Oradan mektepler açılınca tekrar Konya’ya göçerdik. Konya’da benim çocukluğumda iftar saatini Takkeli Dağ’dan atılan top ile idrak ederdik. Takkeli Dağ’dan atılan top Konya’dan duyuluyordu. Millet topu duyunca orucunu açıyordu. Topu duymayanlar da ezanla oruçlarını açıyordu. Bizim Meram’daki evden de Takkeli Dağ görünüyordu. Biz bahçeye çıktığımızda topun atıldığı zaman fişekten çıkan ışıklarını, bazen de parçalarını görürdük. Elimizde iftariyeliklerle topun sesi gelmeden evvel o ışığı görür abimle orucumuzu açardık. Az bir zaman sonra da -artık kaç saniyedir bilmiyorum- topun sesi duyulurdu. Bizim için çok büyük bir keyifti o kısacık anda herkesten evvel orucu açmak.
İkinci hatıram ise çok küçük yaşımda, herhalde 7 yaşıma kadar olmuş bir hatıradır. Dedem Konya’da eski Mevlevihane olan, bizim tekke diye isimlendirdiğimiz Piri Mehmet Paşa Camii’nde teravihi hatimle kıldırırdı. Biz çocuğuz, bir iki defa gittiğimiz oldu. Dedemin hatimle kıldırmasına dayanabilecek erkeklerle bazı hanımlar, teyzelerim, yengelerim ve onların çocuklarından gidenler de oluyordu. Bir seferinde bizim de gittiğimiz belki bir mübarek kandil gibi bir akşamdı şimdi net hatırlamıyorum, eve döndük teravihten sonra. Bir baktık anneanne kayıp, dedemin hanımı. O zaman adam kaçırma yok, cinayet yok, bilmiyoruz onların hiçbirini. Her yere aradık baktık yok. Biri dedi ki camide uyuyakalmıştır. Sonra gidip baktık hakikaten uyuyakalmış orada. Anneannem bütün evin işlerini kendi yapan, kurbanını kendi kesen, temizliğinden şüphe ettiği için zeytinyağı yemeyen, kendi takunyasını, terliğini, havlusunu, seccadesini, başkasına kullandırtmayan, bu tür hassasiyetleri olan bir insandı. Çok temiz bir hanımdı benim anneannem. Annem ve dayılarımdan biri de ona çekmiştir. Böyle bir hassasiyeti olan bir aile olduğu için anneannem tabii çok yoruluyordu. Eşi, yani dedemin zaten beş vakit namaza hazırlanması başlı başına bir insana yük olarak yeterdi. Bahçede musluktan su akmasına rağmen o muslukta bir gün abdest aldığını görmedik dedemin. Leğen getirilecek, leğenin yanında ayrıca sabun konan yeri var. Üzerine oturacağı kalın bir yastık lazım, örtü lazım vs… Çok zahmetli bir şeydi. Dedem öldüğünde 73 yaşındaydı ve her namaz vakti abdesti böyle alırdı. Haliyle anneannem de çok yoruluyordu, camide uyuyakalması muhtemelen ondandı.
Velhasıl, Ramazan her daim maddi hayatın içindeki neşvünema ile hep canlı tutulmuş, sevilmiş, beklenmiş, Allah’a şükredilmiş bir ibadet olarak varlığını hep devam ettirmiştir.