Bu geleneğin medeniyetimiz içindeki unutulmaz örneği Medine’de cereyan etti. İslam’ın hızla yayılmasından son derece rahatsız olan Malik b. Nadr, karısı Ümmü Süleym’in Müslüman olmasına o kadar içerledi ki evini barkını terk edip Şam’a gitti ve ölünceye kadar da dönmedi. Malik’in ilahi davete bu kadar inatla arkasını dönmesinin ve onun nazarında emri altında olması gereken karısının ise bu katı tavırdan hiç etkilenmeden yeni dini kabul etmesinin arkasında, günden güne yıldan yıla örülmüş büyük bir ilahi hazırlık olduğunu sonradan anlıyoruz. O evde yetişmekte olan zeki bir çocuk bu ilahi planda başrole hazırlanmakta.
Oğulları Enes, annesinin telkini ile İslam’ı kabul etmiş ve henüz küçük bir çocukken okuryazar biri olarak sayılı insanın arasına girmişti. Enes on yaşına geldiğinde Rasûlullah (sav) Medine’ye hicret etti. Adetleri olduğu üzere Medinelilerin her biri kendi imkânına göre eline bir hediye alarak heyecanla Peygamberlerini ziyarete koştular. Ümmü Süleym de aynı heyecanı paylaşıyor fakat kısıtlı imkânlarıyla giderken ne götüreceğini bilemiyordu. Derken, inancı ve aklı her türlü bağımlılığı aşmasını sağlamış olan bu kadın, elinde Efendimiz’in huzuruna layık çok kıymetli bir hediye olduğunu gördü: Oğlu. Aklının kalbi, kalbinin aklı olan birinin yapabileceğini yaptı; oğlunu elinden tutarak Rasûlullah (sav)’e vardı ve “Bu oğlumu yardım etmek ve hizmetinizde bulunmak üzere size bırakıyorum, onu kabul ediniz” dedi. Bir insan daha ne verebilirdi ki? Kaynaklarımız, hediye edilen oğul ve onun hadis ilmine katkısını yüzyıllardır nesilden nesle aktardı.
Kur’an-ı Kerim, Ümmü Süleym’den çok önce hediye edilen bir evlattan daha bahseder. Hamileliği esnasında doğacak çocuğunu mabede hediye adamış gelenin bir kız olduğunu görünce de şaşırıp kalmış Hanne’den ve kızı Meryem’den. O güne kadar mabede adanmış bütün çocukların erkek olmasından dolayı Hanne ne yapacağını bilememişti. Kur’an’da anlatıldığına göre ise Rabbi onun bağışını hüsn-ü kabul ile kabul etmiş ve Meryem’i güzel bir bitkiyi yetiştirir gibi yetiştirmişti. (Al-i İmran, 37)
Etimolojik açıdan baktığımızda hedy (kurban) ve hidayet kelimelerinin de aynı kökten geldiğini görürüz. Bu anlamda kurbanın da bir hediye olduğunu düşünebiliriz ve o zaman karşımıza bir başka çocuk çıkar: İsmail. Her üç örnekte de inanç ve değerlere bağlılık evlada duyulan sevgi ve düşkünlükten önde gelmekte ve bu vazgeçiş hem ihsanda bulunana hem de ihsan edilene büyük bir kıymet kazandırmaktadır.
Hediye kelimesi ile akraba olan hidayet “yol göstermek, doğru yola iletmek” anlamına geliyor. Ragıb el-İsfehani’ye göre bu üçünün (hediye, kurban ve hidayet) de temelinde lütuf ve iyilik anlamları var. Hidayet Allah’ın kuluna ikramı; hedy kulun Rabbine teslimiyetini gösteren bir yakınlaşma vesilesi ve hediye kulun kula ikramı. Her üçünde de amaç yakınlaştırma/yaklaşma. Hediyeleşmenin insan ilişkilerde muhabbeti var eden güçlü bir sevgi dili olduğunu ifade eden hadisler ve güncel çalışmalara ilaveten veren kişinin kendisi açısından bir terapi işlevi gördüğünü söyleyen yaklaşımlar da mevcut. Tasavvufta nefis mertebelerini aşma konusunda müride yol gösteren mürşit bunu bir yandan Rabbine ibadet ve zikir diğer yandan da insanlara karşılıksız hizmet ödevleri vererek başarmaya çalışır. Rahmetli Ali Murat Daryal hocamız da insanın maddi gücünü kaybettiğinde ona psikolojik olarak en ağır gelen şeyin veren el olma konumunu kaybetmesi olduğunu söylerdi. Anlaşılan o ki vermekteki iyileştirici güç hem vereni, hem verileni hem de ikisi arasındaki ilişkiyi onarmakta.
Hz. Peygamber de hediyeleşmenin insanlar arasındaki sevgi ve dostluğu geliştirdiğini, kıskançlık, bencillik ve cimrilik gibi kötü duyguları giderdiğini ve rızkın genişlemesine vesile olduğunu belirterek teşvik etmiştir. (el-Muva??a?, “?üsnü’l-?ulu?”, 16; Müsned, II, 405; Tirmizî, “Velâ?”, 6) Bu noktada Efendimiz, ister alınan ister verilen olsun hiçbir hediyenin küçümsenmemesi gerektiğini bilhassa vurgular. Komşunuza vereceğiniz bir tas çorba dahi olsa “Bu da verilir mi” demeden vermek, size getirilen maddi değeri çok basit bir armağanı da “Bu da getirilir miymiş” demeden kabul etmek gerektiğini söyler Peygamber Efendimiz (Buhârî, Hibe, 1, 8). Bu vesile ile Rahman olan Rabbimizin yaratılışımızda verdiği fiziksel, ruhsal ve sosyal bütün varlığımızın da hak ettiğimiz bir ödül değil, peşin verilen bir armağan olduğunu bilip razı ve mutlu olmak da bu gönül terbiyesinin bir başka tezahürüdür.
Hediye sunmayı “insanın en şık icadı” olarak gören araştırmalar, armağan olarak sunulan nesnenin sahip olduğu maddi özelliklerden çok daha fazlasını ifade ettiğini, hatta bu vesileyle kişinin muhatabına sembolik olarak kendinden bir parça verdiğini söylüyor. Bu, bir alışkanlığa dönüştüğünde fark edemediğimiz derin bir bilgelik ve yüce gönüllülük içerir.
Bu nedenle olsa gerek İslâm kültüründe hediye, Allah’ın gönderdiği bir rızık olarak kabul edilmiş, reddedilmesi çirkin görülmüştür. Efendimiz “İstemeksizin verilen şeyi alın, o Allah’ın size verdiği rızıktır” (Beyhakî, es- Sünenü’l- kübrâ, Hibât, 17) buyurarak dostlarımızdan gelen yardım ve ikramları reddetmemeyi öğretir. Bu konuda Allah dostlarının prensibi kimseden bir şey istememek, insanların eline bakmamak ama verileni de reddetmemektir. Dikkatle bakılınca dostlardan, hiçbir çıkar gözetmeksizin gelen bir ikramı reddetmenin de nefsin başını çıkardığı bir kibir hali olduğu görülür.
Araştırmalara göre insan hediyeyi sevgi, saygı, yakınlık, ihtimam, minnetini anlatmak, nezaketini ifade etmek vb. nedenlerle verdiği gibi korku, yandaş olma arzusu, gücün yanında olmak, şerrinden çekinmek, onay almak, çıkar sağlamak, gelecek için yatırım yapmak, az verip çok almak gibi, gizli veya açık düşüncelerle de verebilir. Meşru olmayan niyetlerle verilen armağanın Kur’an’daki örneği Belkıs’ın Süleyman (as)’ı etkilemek ve ondan yana korkularından emin olmak için gönderdiği hediyedir. Siyasî amaç taşıması sebebiyle Süleyman (a.s) bunları geri çevirmiştir (Neml 27/35-36). Efendimiz (sav) de hediyeleşmeyi teşvik ederken haksız kazanç yollarını ve bunlardan biri olan rüşvetçiliği ağır bir dille kınamış, zekât memurlarının hediye almasını bir nevi rüşvet veya görev suiistimali olarak nitelendirmiş ve bu ikisi arasındaki ince farkın belirlenmesi konusunda hassas davranılmasını istemiştir. İslam hukukçularının bu konuda getirdikleri kuşatıcı ilke, başkaları hakkında kalem oynatan kişilerin, görevleri münasebetiyle tanıştıkları kişilerden hiçbir hediye kabul etmemeleridir. Fıkıh literatüründe ganimet, zekât ve vergi memuru, ordu kumandanı, bölge valisi ve yöneticisi gibi devlet memurlarının muhatap oldukları veya yönettikleri kişilerden hediye almaları kural olarak doğru bulunmaz. Zira onlara göre hediye alan üzerinde oluşan psikolojik etki, bilerek veya bilmeyerek adaletten sapmaya yol açabilir. Mahkemede şahitlik yapan kimselerin, lehine şahitlik yaptığı kimseden hediye alması da aynı şekilde değerlendirilir.
Günümüzde hediyeleşmenin bir sektör haline gelmesi, kimsenin gerçek hayatta ihtiyacı olmayan nesnelerin “hediyelik eşya” kategorisinde bir pazar oluşturması da dikkat çekicidir. Oysa Allah Resulü ve ashabı, bu tarzda eşyalarla hediyeleşmiyordu. Verilenin karın doyuran, sırtı örten, ihtiyacı gideren bir şey olmasına özen gösteriliyordu. Veren kişiyi zorlayan ortam ve şartlar, özünde son derece yapıcı olan bu ameli külfet haline sokmakta, yeterince değerli bir şey sunulamamasının yarattığı eziklik, bu inceliği giderek çarpık bir düzene doğru itmektedir. Bu durumdan rahatsız olanların son derece zarif bir eylem olan hediyeleşmeyi çirkinleştiren bu hale bilinçli bir karşı duruşla direnmeleri gerekir. Onlardan beklenen verileni ve alınanı küçümsemeden hediyeleşmenin toplumu bir arada tutan, gelenekleri kuşaktan kuşağa aktaran yapıcılığını koruma konusunda bilgece bir yol tutmalarıdır. Sünnete uygun olan hediyeleşme, zorunluluktan doğmayan, vereni sıkıntıya sokmayan, alanı mahçup etmeyen, gönülden kopandır. Sahabe, kendilerine verilen bir hediyeyi -eğer ihtiyaç duymuyorlarsa- yakınlarına veya dostlarına verebiliyor ve bundan rahatsız olmuyorlardı. Günümüzde yadırganan bu doğallık, esasında eşyanın değerini bilmek ve onu azami verimlilikle kullanmaktır.
İslam Ansiklopedisi’nde aktarıldığı üzere hediyeleşmenin kültür aktarımındaki taşıyıcı rolüne binaen bazı fakihler gayrimüslimler tarafından kutsal sayıldığı için hediye alınıp verilen günlerde Müslümanların onları takliden hediyeleşmesini câiz görmemişlerdir. Bu dikkat ve hassasiyet Müslüman toplumun kimlik bilincini diri tutmada gösterilen titizliğin kanıtıdır. Komşular arasındaki hediyeleşmelerde müslim-gayrimüslim ayırımı yapmamak da Efendimiz’in ve ashabının dikkat ettikleri bir husustu. Şemail kitapları Efendimiz’in yabancı kralların gönderdiği hediyeleri kabul ettiğini ve kullandığını aktarırlar. O, Kisra’nın, Necaşi’nin ve Mukavkıs’ın hediyelerini kabul etmiş ve kullanmıştır. Bu da hediye edilen malzeme hakkında evham yapmamak konusunda, evhamı takva zanneden Müslümanlara güzel bir örnektir.
Not: Bu vesile ile içinde bulunduğumuz kutlu Mevlid ayında salavatlarımızı artırmanın Efendimiz’in manevi huzuruna sunacağımız aziz bir hediye olduğunu; O’nu sevindirecek, bizi de aziz kılacak bir hediye olduğunu hatırlatalım.