Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Hamidullah'ın Peygamberimiz'den Öğrendiği: "Sen de Reyini Söyle"

12 Aralık 2014 Cuma Sonpeygamber.info / Yazarlar



Namazdan önce daima Kur’ân okuyan, kurbanını eliyle kesen, Bedir, Hendek ve Uhud gibi savaşları yazmadan önce Mekke ve Medine’deki olay mahallerinde incelemeler yapan, inancında ve işinde titiz biri.

Bazı fotoğraflarda doğrudan suretin kalbi görülür. Muhammed Hamidullah’la yakınlık kurmam, tezkiye olmuş yüz ifadesiyle olmuştur. Peygamber hakiki mânâda, çektiği bütün ıstıraplar, sevinçler özümsenerek her haliyle rabıtalar kurularak sevilebilir mi. İslam’la Müslümanın bir türlü birbirine yakınlaşamadığı günümüz dünyasında bu sevgi nelere yol açar, sonuçları nedir? Yolunu kavrama, temel ilkelerini halini bedeninden ruhundan geçirerek taşıma ve aktarma sevdasına tutulmayla tezahür eden sevme bir insanda nasıl cisimleşir? Hamidullah hocanın bizzat kendisi bu soruların cevabı.

1908’de sekiz çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak Hindistan’ın Haydarabad şehrinde başlayan sonra 2002’de ABD’nin Florida eyaletinde son bulan bir hayat onunki. İslam dünyasının ve Avrupa’nın 20. yüzyıldaki en önemli şahitlerinden ve ilim adamlarından.  Mustafa İslamoğlu müstesna hayatına işaret ederken bu dünyanın yıldızları varsa ukbanın da yıldızları var diyor haklı olarak. Onu yaşadığımız çağın kıymetlisi yapan en önemli vasfı ilmiyle amil olmasıdır kuşkusuz.

Eserlerini çalışmalarının etkilerini akademik camiadaki yerini her yerden öğrenebiliriz ama Peygamberin öğretisine bu denli eğilmek onu insan olarak nasıl şekillendirdi bu çok önemli.

Kendisini Paris’te ziyaret edenler Louvre Müzesine yakın olan eski taş yapı evini hiç unutamazlar. Taş yapılardan oluşan dar bir caddede beş katlı bir apartmandır. İslamoğlu 1994’teki ziyareti şöyle anlatır:

“Han kapısı gibi eski bir kapının önünde durduk. Hocamız evde yoktu. Paris’in soğuğunu yeme pahasına bekledik. Bir müddet sonra sırtındaki kaşe paltonun içinde adeta kaybolmuş nurani yüzüyle Hamidullah hoca göründü. Elini öpeyim dedim kucaklayarak mani oldu. Görmesi ve işitmesi zayıflamış ama aşkından hiçbir şey kaybetmemişti. Binanın bastıkça gıcırdayan merdivenlerini son kata kadar çıktık. Doksanına merdiven dayamış bu ihtiyar âlimin beş katı her gün nasıl inip çıktığına şaşarken, hayretim o küçük odadan bozma eve girişimizle bir kat daha arttı. Kitaplarla dolu ikiye taksim edilmiş bu taştan çatı odasında tek başına yaşıyordu. Söylediği ilk şey ‘elhamdülillah bugün yedi Fransız daha İslam’la şereflendi’ oldu.”    

Bu hatırayı düşününce insan en baştan her şeyi öğrenmek istiyor. Önce çocukluğun aziz günleri elbette. Çok küçük yaşlarda halalarının, teyzelerinin anlattığı masalların, hikâyelerin aslında sahabe hayatları olduğunu anlıyor ilim yoluna girince. Meğer Medine ve Mekke’nin yaşantısını anlatırlarmış masal niyetine. Çocukluğun ılık ruhunun içine çektiği masallardan daha derin izleri ne bırakabilir. İlkokul eğitimini evde, Haydarabad müftüsü babadan almak, sonra Dar-ul Ulûm medresesinde İslam’ın temel ilkelerine ilimlerine aşina olmak, daha sonra bölgedeki Osmaniye Üniversitesinde lisans eğitimine başlamak büyük ayrıcalık.

Zamanla ilmi çalışmaları tutkulu bir aşka dönüşmüştü. Öyle ki bir kalpte iki aşk bulunamayacağı gerekçesiyle tercihini ilimden yana yaptı, hiç evlenmedi. Devletler hukukunda yoğunlaştı ve bu konuda özellikle de İslam Devletler Hukukunu incelemek üzere yıllarca Suriye, Hicaz, Filistin, Mısır, Türkiye, Kuzey Afrika kütüphanelerine kapandı huşuyla çalışmak üzere. İslam’ın hakikatinin en doğru şekilde ortaya konabilmesi yoluna hayatını adadı. 1950-1975 arası Türkiye üniversitelerinde sayısız öğrenci yetiştirdi. Doğup büyüdüğü şehir olan Haydarabad, Hind ordusu tarafından işgal edilince çok ağır eleştiriler kaleme aldığından ülkesini terk etmeye zorlandı ve siyasi mülteci olarak Paris’e geldi. Gıyabında yargılanıp mahkûm oldu. O sürgün ve vatanından koparılmış biri olarak izini sürdüğü Peygamber’in kaderini paylaşıp hicret ediyordu ama vatanına bir daha asla dönemedi.

Ekim 2014’te Meridyen Derneğinde Hamidullah ile hoca talebe ilişkisini, dostluğunu anlatan ilahiyat profesörü Salih Tuğ’un onun ilme aşkını, Edith Piaf’ın müziğe olan aşkıyla örneklemesi bir Fransız şarkıcıyı takip ediyor, dinliyor oluşu hoş bir sürprizdi hepimiz için. Tuğ’un izlenimlerine kanaatlerine kulak verirsek, dünyevi taleplerle ilim bir arada bulunamayacağından, onun sade mütevazı münzevi hayatı tamamen ilimde kaybolup gitmekle ilgili bir tercihin sonucuydu. İlim için genç bir delikanlı olarak 1932’de alt üst olmakta olan dünyanın ezaları ve güçlükleri içinde gemiyle Bombay San’a yoluyla İstanbul’a geldi.  

İstanbul onun için her zaman önemlidir, ama buradan çeşitli sebeplerle 1936’da Paris’e geçer ve Paris Üniversitesinde “Peygamber’in Siyasi Mektupları” başlıklı doktora tezini yazar. Almanya’ya gidip Tübingen Üniversitesinde Devletlerarası İslam Hukuku alanında bir doktora daha yapar. Özde siyerle ilgilenmektedir ve halklar arası ilişkilere Peygamberimiz’in ve Kur’ân’ın bakışını merkeze alır.

Hamidullah hoca Paris’te sıkı bir geçim mücadelesi veriyordu aslında. Urduca, Arapça, Farsça ders vererek hayatını kazanıyordu ki bu da ancak kıt kanaat geçinme demekti. Neyse ki Fransız İlmi Araştırmalar Milli Merkezine üye kabul edildi ve burada sayısız araştırmaya imza attı. Sayısız dilde konuşup yazabilen bir ilim adamına destek veren Fransa, sömürgeci zihniyetin yanı sıra marifet sahiplerini desteklemekte de mahirdi. Böyle bir onuru da ihmal etmemeye çalışmaları dikkate şayan. Birçok dilin yanı sıra Arapçası da o kadar iyiydi ki cahiliye devri Arap şiiri uzmanı müsteşrik Osman Reşar çözemediği şiirleri hocayla konuşur, istişare ederdi ve zaman içinde Müslüman olmuştu.

İstanbul’da hocalık yaparken Taksim’de Basın Müzesinin yakınındaki Sipahi Otel’de kalırmış. Çok erken vakitlerde okula gelip çalışmaya başlarmış. Namazdan önce daima Kur’ân okuyan, kurbanını eliyle kesen, Bedir, Hendek ve Uhud gibi savaşları yazmadan önce Mekke ve Medine’deki olay mahallerinde incelemeler yapan, inancında ve işinde titiz biri. Hadislerde geçen bilgilerin mahiyetini yerinde görmek, anlamak ihtiyacını duymuştu.

Süleymaniye ve Beyazıt gibi kütüphanelerde hazırladığı dersleri diğer fakültelere de açık tutuğundan herkes gelebilirdi. İnsanlarla ilişkileri samimi ve candandı, ama bu ilişkiler vakit kaybına dönüşmemeli diye düşünüyordu. Arkadaş canlılık ilmi çabaları engelleyecek boyutlarda yaşanmamalı ve en kıymetli hazine olan zaman doğru kullanılmalıydı.

İstanbul’a her gelişinde önce Ebu Eyyûb el-Ensari hazretlerini ziyaret eder, sonra da kitaplarını Fransızcadan tercüme eden Kemal Kuşçu’nun evine gidip vefa borcunu eda ederdi. Bir seferinde Kuşçu’nun eşi neden evlenmediğini, yuva kurmadığını sorunca gençliğinde asker olmak istediğini, bir sağlık sorunu yüzünden sınavı kazanamadığını, asker olamayan adamın bir kadının emrine de giremeyeceğini, emanetini alamayacağını söylemişti latifeyle.

İsmail Kara’nın anısı da çok hoş. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine giderken yolda kalmış bir aracı iten adamlar görüyor ve bir de pırasa gibi kuru ve uzun bir el. Bir de bakıyor ki Hamidullah hoca, arabayı itekleyenlerin arasında.  

Nurettin Topçu Hamidullah’ın kitaplarında çok farklı bir analiz tarzı ve manevi kuvvet olduğunu söyleyerek Salih Tuğ’a tasavvufî bir bağlantı ima etmişse de böyle bir rabıtası bilinmiyor. Hatta Türkiye’de kimi çevreler onu Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Mevdudi, Seyyid Kutup gibi isimlerin yanında kara listeye bile almışlardı. Caferî külliyatına ve fıkhına da hâkim olup eserlerinde Caferî ilim adamlarına atıfta bulunması hiç hoş karşılanmıyordu.  


Peygamber'den aldığı terbiye gereğince herkesin görüşünü ortaya koymasından reyini söylemesinden yanaydı. İlmi ve akademik özerkliği, editöryal bağımsızlığı şiar edinmişti. İlmin ancak böyle ortamlarda gelişeceğine inanıyordu.

Peygamberimiz icra adamı, kanun adamı, kaza adamıydı ama en çok tebliğ insanıydı. Mahkeme hâkimi sıfatıyla hükümler verdiği bile olmuştu, ama onu Peygamber yapan temel şey tebliğ. Allah’ın buyruklarını duyuruyordu insanlara. Hamidullah hoca da Paris’te  bulunduğu sürece en çok tebliğe önem verdi. Sayısız insanın ihtidasına sebep oldu. Dünya öyle yoğun bir iletişim içindeydi ki İslam’ın toplumsal pratiğine ve söylemine giren İslam dışı zalimane yaklaşımların ayıklanması gerekiyordu. Bu nedenle tebliğinin muhatabı sadece İslam dışı dünya değildi, Müslümanlara da hakiki İslam’ın tebliğ edilmesi lazımdı. Bu “Ey iman edenler, iman ediniz” ayeti ya da “Namaz kılanların namazı sizi aldatmasın” gibi nice hadislerin yüklediği bir sorumluluktu. Bu nedenle Aliya İzzetbegoviç’in kaleme aldığı İslam Deklarasyonu risalesinin hedefi de “Müslümanların İslamlaşması” olarak bildirilmiştir.  

Hamidullah hoca hadislerden çıkardığı bilgilere karşı çıkanlarla cedelleşmeyi tercih etmedi. Peygamber'den aldığı terbiye gereğince herkesin görüşünü ortaya koymasından reyini söylemesinden yanaydı. İlmi ve akademik özerkliği, editöryal bağımsızlığı şiar edinmişti. İlmin ancak böyle ortamlarda gelişeceğine inanıyordu.

Sanat ve edebiyatın önemini gördü; İslam sağlam bir yapıydı, ama süslemeler ve bezemeler kalplere daha çok hitap ediyordu. Bizzat müşahede ediyordu ki Avrupa’da İslam’a muhabbet ziyadesiyle Muhyiddin Arabî, Celaleddin-i Rumî kapısından geliyor.

Müslüman kadınların evde oturmasından çok üretkenliğinden yanaydı ve tesettürü kuşların, hava şartlarına karşı içteki naif, dayanıksız kanatları koruyan daha dayanıklı dış kanatlarına benzetiyordu. O da örtüyü kadına hürmet olarak görüp Musa Carullah gibi zarafetle yaklaşıyordu tesettüre.

Sportmen kişiliği, izcilik yapmış olması belki de Paris’teki beşinci kata tırmanışının sırrıdır. Öğrencilerinin çantasını taşımalarına asla izin vermemiş olması da kendi işini gören Peygamber’in ahlakından geliyor. Her fani gibi hastalandı ve anlaşıldı ki bir rahatsızlığı sırasında Yemen’de şifa niyetine ona koklatılan inci tozu ciğerlerine kaçıp tıkamış.  

Paris’te birkaç kez hastaneye yatmış ve tek başına yapayalnız hayatını artık idame ettiremediği anlaşılmıştı. ABD’de yaşayan yeğenlerinin yanında geçen son iki yılında artık hiçbir yabancı dili konuşmamış olması ne çok insanlık haline işaret ediyor. Ona hangi dilde hitap ederlerse etsinler anne dili olan Urduca ile cevap veriyormuş. Ne kadar manidar bir hal. Türklere zaafı olduğundan Yusuf Ziya Kavakçı ziyaretine gittiğinde ona Türkçe “eski dost” demesi de çok manidar. Şimdi Florida’da Müslümanlara tahsis edilen bir mezarlıkta yatıyor. Peygamber’i sevmenin ne azim bir iş olduğunu, bunun ancak onun her halini her sözünü anlamaya anlatmaya ve nefsinde bizzat yaşamaya çalışmakla olacağını öğreniyoruz ondan.