Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Kur'ân Yolculuğu: Beled Suresi

26 Haziran 2014 Perşembe Sonpeygamber.info / Yazarlar


Derde düştük…

Bilir misin nedir o sarp yokuş?     
O, boynunu günah zincirinden kurtarmaktır
Yahut kendi aç iken başkasını doyurmaktır...

Ben bu beldeyi tanıklığa çağırırım, senin serbestçe yaşadığın bu beldeyi... Ve tanıklığa çağırırım anne-babayı ve çocukları... Gerçek şu ki, biz insanı acı, sıkıntı ve imtihan ile yüklü bir hayata gönderdik. (1-4)

Dünyaya seslenen iman çağrısının ilkin başladığı o mekân; sevgili elçinin -bir zaman sürülmüş olsa da sonrasında- özgürce yaşadığı Mekke ve onunla birlikte kentleri, kasabalarıyla insanlığı ağırlayan bu koca bahçe, bütün bir yeryüzü tanıktır insanın düştüğü bu duruma.

Yine o dönemde veya şimdilerde bütün Mekkeliler, İstanbullular, New York veya Londralılar, Tahran veya Çemişkezekliler’e varıncaya değin bütün insan soyu, yaşanmışlıkları, yaşanmamışlıklarıyla bütün insan hayatları... Hepsi, hepsi o hakikate tanıktır. Bir gerçeği görmezlikten gelemezler. Bu yaşanmışlığı kabul etmeme veya yok sayma seçenekleri olamaz.

Bunu her insan iyi bilir. Gelmiş geçmiş bütün uygarlıklar, medeniyetler; her kent ve kasaba; rezidans ya da gecekondu, gök-yerdelen, köy, yol yolak, bağ bahçe,  izbe, mahzen, merdiven altı veya harman yeri, meydan; yaşayanlar ve yaşananlar, özneler ve olaylar onun tanığıdır.

Ki insan buralara düşmüşse, düşmüşse bu dünyaya: “derde” düşmüştür.

Bu alçak(ta olan) bahçeye “fi kebed”/ bir derdin, bir baskının, bir imtihanın, zorluğun, zahmetin, endişenin, sıkıntının, kederin, hüznün, acının, tasanın, kaygının, korkunun içine.

Bir yükün, sorumluluğun içine...

Düştü.

Evrensel yaşam güftesi “ınga” bin bir çeşit besteyle bu hakikat bilincinin ilk ifadesidir. Ne kadar neşeli günler, hayatlar yaşanmış bile olsa yalnız gelmek ve yalnız gidecek olmak, onu bırakın illa bir gün gidecek olmak, hemen her şeyde yaşanan o zorunlu son, o fanilik tadı düşünüldüğünde yaşamın kendisinin bir ağıt olduğunu söylemek yerindedir.

Yüksek fakat görece soyut bir bahçeden, alçak fakat somut bir bahçeye düştü.

Fakat işte tenden üstlüğünü alıp da çıkınca bir hışımla – çarparak kapıları- cennetten, erginlikten ergenliğe... Asıl memleketinden gurbete düştü. Mutluluğa uçabilmekten; keyfe, dinlenmeye, hoşluğa, sonsuz muhabbete kaçabilmekten ayrıldı. Gayrısında “yeni kendisi için” bir kalkması ve dünyasında bir işin ucundan illa ki tutması gerekiyordu.

Karnı öğünlerce aç/lıktı. Kucağı, bağrı... Ayakları yollarca adım. Gözü, ağzı açıldı. Dili çözüldü. Çenesi düştü. Elleri, kolları... Yeni kendisi bambaşkaydı. Kap kacağın içinde bir ruh, hangi kabın içinde ne kadar var, hepsi kalp kacağında mı birikecek, akışkan ruhunu kaplayan bu kabın darası ne kadar, kendi ne kadar? İşte bunlar hepsi birer dertti.

Ne olursa olsun insan sorumluluğa, meşgaleye, işe-güce, gündelik telaşa, geçmişin bir türlü geçmeyen hatırasına, yarın kaygısına, beden ve ruhunun temel muhtaçlıklarına veya lükslerine yetişmek, hepsinden önce ve hepsiyle birlikte insan olmak ve kalmak derdine düştü.

Dünya dertti insana. Yaşamak zahmet.

Bunu kendisi de hep söyler ve aslında geçimsizdi/r insan dünyayla. Bütün zamanlarda geçim başlı başına bir dert olduğuna göre...

Dünya telaştı. İnsana... Sakinlik ve düşünmeye an kalmamacasına. Nerden ve nereye böyle diyememecesine günler ve gecelerce kendisine dönüp de... Biteviye telaştı.

Yazmadığı bir senaryodan çıkıp geldi bu sahneye. Fakat bir kalemle. İradesi onun yaşamının baş kalemiydi.

Bu derdi o istedi. Hayır, o istemedi. Evet, o istedi. Hayır, o istemedi.

Ne olursa olsun insan sorumluluğa, meşgaleye, işe-güce, gündelik telaşa, geçmişin bir türlü geçmeyen hatırasına, yarın kaygısına, beden ve ruhunun temel muhtaçlıklarına veya lükslerine yetişmek, hepsinden önce ve hepsiyle birlikte insan olmak ve kalmak derdine düştü. Sorumluluklarını hiçe sayıp hazzına, keyfine baksa da içindeki bu ateş hiç sönmedi. Rahatsızlık ateşi. İnsan ‘dünyaya bir kere geldim’ dedi, fakat işte bu bir kere tam da derde bin kere düşmekten başka bir şey değildi.

İnsan gününü gün etse de gün, günler ona bir yarın hazırlıyor.

Umursamasa da umursanıyor. Dikkate değer bulunuyor, kayıtlara alınıyor. Bu dertli yaşam öyküsünden “bir günlük, bir yarınlık, yarından sonralık” oluşturuluyor.

İnsan, kimsenin kendi üzerinde güç sahibi olmadığını mı zannediyor? Övünüp duruyor: "Ben, yığınla servet tükettim!" Peki, kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor? Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve bir çift dudak ve ona [kötülüğün ve iyiliğin] iki yolunu da göstermedik mi?(5-10)

Kendisine iki yol bilgisi verildiği ve bunu görebilme, ifade edebilme özelliğiyle donatıldığı halde bu açık gerçeği görmezlikten gelebiliyor insan.

En çok da maddi bir güce, servete; holdinglerine, medya grubuna, devasa sitelere, yata, cipe, akademik kariyere, siyasilere yakınlığa veya başka başka maddi değerlere; moda olmuş bir ideolojiye, kendini pek beğenmiş bir sanata, kibirli ve bilmiş bir bilime, teknolojideki arkası toparlanılamaz öncülüğüne olmadı kimi zaman da manevi değerlere; hacı, hoca, şeyh, müftü, Müslüman, şuurlu, takvalı, sakallı, cübbeli oluşuna yaslanıp insan, kendisini sorumluluktan, kul/şahsiyet olmaktan azade kılar. Kaykılabileceği bir güç bulur bulmaz hesapsız, kitapsız, kuralsız yaşamaya cüreti ilk iş edinmekte gecikmez.

Kendi başına biri, bağımsız biri olduğunu düşünür. Yaslandığı bir gücü ahlaki anlamda bağımsızlığının sponsoru edinir, kuralsızlığı adeta satın alır. Pahalıya patlasa ve ilerde de patlayacak olsa da bu müstağnilik ona. İnsan haddini bilmez, kendinde güç görerek. Sorumsuzca yaşamak ister. Yaşar da...

Ne görebilir ne de dillendirir gerçeği... Hakikat onun varlığında ifadesini bulamaz. Onun yaşamında “bir dert” olmaz.

O erdemli yaşama gerçeğini kendisi için aşılmaz bir dağ, belki de azimle tırmanılmaya değer bir yokuş olarak görmez.

Erdemliliği bir yokuş olarak görmek insanın doğasında mı vardır? İnsanın doğası fıtri iyiliği, aslında masumluğu, temiz kalpliliği zaten o yokuşun bir parça tırmanılmışlığı değil midir? Bu kadar zor mudur henüz tabiatıyla oynamamış saf bir insanın erdemliliği. Kendisiyle inatlaşan bir zıddı, nefs denilen gizli bir düşmanı olsa bile, aynı zamanda o nefsin diğer yanıyla gizli bir erdemlilik dostu olduğu da vakidir.

Yaslandı gücüne, güçlerine insan ve sarplığı tırmanılası bulmadı. Dedi ki; “kasmaya gerek yok, günü gün etmeli, banane başkasından...”

Sarplığın ilki mesela bir boynu tutsaklıktan kurtarmaktır. Mesela en başta kendi boynunu... Anlamsız bağımlılıklardan, tiryakiliklerden, düşkünlüklerden; ona buna kulluk, köleliklerden, anlam yükleyip değer vererek tapındıklarından, bir dediğini iki etmediklerinden...           

Ama o, sarp yokuşa tırmanmayı denemedi.         

Bilir misin nedir o sarp yokuş?      

O, boynunu günah zincirinden kurtarmaktır;

("kölelik" bütün tutsaklık ve sömürü -sosyal, ekonomik veya politik- biçimleri)

Yahut kendi aç iken başkasını doyurmaktır,       

Yakını olan bir yetimi,        

Yahut toprağa uzanıp kalmış olan yabancı bir yoksulu,

Ve imana ermişlerden ve birbirine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. (11-17)

Başaşağı koşmakta ne var ki? Kolayın cazibesizliği çekici değildir asıl. Kolayda yoktur insan, zorda vardır daha çok. Varlığını, seçimini, seçimindeki zoru, iradesini hissettirende vardır. İnsan bu derde düşse de bu dertten bir çıkış, bir yokuş vardır. O yokuş evet sarptır. Kolaya, rahata, garantiye, kurulu düzene, konfora, bencilliğe, keyfe, sefaya terstir belki, fakat işte bir şey olabilmesi için bir zor gerektir. Zorsuz var olur mu bir varlık? Kendini zorlayacak, darlatacak, uğruna çaba harcataracak, emel duyacak bir amacı olsun ki zorlanarak var olduğunu hissetsin. Öz kendini keşfetsin. Nerelere kadar gidebileceğini görsün.

Bu dertten çıkış o sarplığı tırmanışta!

Sarplık işte insan olabilmenin zorluğudur. İlklikten, ilkellikten mükemmelliğe çıkılan basmaklardır.

Sarplığın ilki mesela bir boynu tutsaklıktan kurtarmaktır. Mesela en başta kendi boynunu... Anlamsız bağımlılıklardan, tiryakiliklerden, düşkünlüklerden; ona buna kulluk, köleliklerden, anlam yükleyip değer vererek tapındıklarından, bir dediğini iki etmediklerinden... Emeğini, özverisini, zamanını, hayatını uğruna sarfettiklerinden, onlara olan bağımlılıklarından özgürleştirmek olabilir. Servete, paraya, konfora, hazza, herhangi bir ideolojiye, liderine, kahramanına, hocasına, şeyhine... Gereğinden fazla, abartılmış bir halde, ölçüsüz, sorgulamaksızın, körü körüne bağlılık, bu bağlılığın ilkeleri çiğneyecek ölçülerde olması bir boynun tutsaklığıdır.

Herkes kendi boynundaki zincirlerden başlasın o halde. Her insan.

O kadar tutsaklık çeşidi var ki; aşk tutsaklıktır, hayranlıklar da... Haklarının bilincinde olmayan halkların tutsaklıkları da var. Hakkını bilmeyen ve ödev yüküyle yaşayan bilinçsiz her insan, kadınlar belki de en başta tutsak yaşamaktadırlar.

Ya da açları doyurmaktır sarp yokuş. İnsanlık yokuşu... Sade karın açlığı değil, açlık kalpte, beyinde ve kimbilir daha hangi kaplarında var insanın... Kim olursa olsun yakın çevrene veya uzağındaki açlıklara karşı duyarlı olmaktır.

Olmadı; bütün tutsaklıklardan özgür kılan bir imanı, bir başkaldırı imkânı olarak imanı anlat ve paylaş. Yay ve yaygınlaştır. Herkese merhametli olmayı ve bütünüyle dünya derdine, yaşama karşı sabrı, direnmeyi öğret kendine ve herkese... Her şeye rağmen insan kalmakta direnmeyi...

İşte böyleleri dürüstlüğe ve erdemliliğe erişmiş olanlardır. Bizim mesajlarımızın doğruluğunu inkâra şartlanmış olanlar ise kötülüğe batmış kimselerdir. Üzerlerine salınmış ateş ile. (18-20)