Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Müslüman Seyircinin Çağrı Filmi Tutkusu

22 Haziran 2015 Pazartesi Sonpeygamber.info / Yazarlar


Işıklar sönüp de perdede vahyi ulaştırmak üzere farklı yönlere dağılan üç atlı göründüğünde seyircinin hikâyesi de başlamış oluyor. Yerden kalkan çöl tozuyla birlikte başlayan uzun macerayı soluksuz izleyen milyonlarca insan. İnandığı dinin temel ilkelerinin ilk kez görsel dile aktarımına şahit olanların heyecanı. 

Mustafa Akkad’ın yönettiği ve İslam’ın doğuş günlerini anlattığı Çağrı (The Message,1976) filmi bütün dünyada yankı yaptığı gibi Türkiye’de de yaklaşık bir yıl vizyonda kalmıştı. Akkad senaryodan mekânların tercihine, filmin müziğinin bestelenmesinden oyuncuların seçimine kadar her konuda çok titizlenmiş ve konunun evrensel dile aktarımında çok önemli bir başarı elde etmişti. Mesela Peygamberimiz’in amcası Hz. Hamza’yı oynayan Anthony Quinn o kadar iyi bir seçim olarak görüldü ki yıllarca İslam dünyası onu bağrına bastı, kendisi Peygamber’in hayatından etkilendiğini söylemekle yetinmesine rağmen “Müslüman oldu” söylencesi yıllarca dolaşımda kaldı. Film 40 yıldır birçok Müslüman ve gayrimüslim tarafından ilgiyle izlendi hâlâ da izlenmeye devam ediyor.  

Akkad aslında filme son derece kişisel bakıyordu. Batı’da yaşayan bir Müslüman olarak İslam hakkında doğruları anlatmak bir borçtu onun için. Büyük bir hikâye ve dramaydı bu. Ona çalışmasında motivasyonu sağlayan şey, Batı’daki İslam’a dair büyük çatlağı bir köprüyle aşma arzusu ve mecburiyetiydi.

Yönetmenin Profili

İslam dünyasını onurlandıran bu etkileyici filme giden yolu anlamak için öncelikle Akkad’ın yaşamına eğilmek lazım. Sinema eleştirmeni Sami Moubayed onunla Suriye’de ortak bir arkadaşları olan aktör Duraid Lahham’ın  evinde tanıştı ve sonra geniş bir biyografisini yazdı. Tutkuyla çalışan, işine sıkıca sarılan biri olarak tasvir ettiği yönetmen Halep’te oldukça anlayışlı dindar bir ailede doğmuş. Annesi Antepli. İlkokulu yerel bir Fransız okulunda, ortaokulu Amerikan Halep Kolejinde okumuş ve genç yaşta okulda katıldığı tiyatro faaliyetlerinde oyunculuktan ne kadar keyif aldığını keşfetmiş.

Daha çocuk yaşta büyük bir yönetmen olmayı kafasına koyan Akkad’ı, orta halli bir gümrük memuru olan babası ABD’ye uğurlarken cebine bir Kur’ân bir de 200 dolar koyabilmiştir. On dokuz yaşındayken Los Angeles’taki California Üniversitesinin tiyatro sanatları bölümüne (UCLA) kabul edilmeyi başarmasını takdir edebilecek bir aile ortamında yetişmiş. Üniversite yıllarında Cezayir’deki işgal üzerine kafa yorarken, antiemperyalist bir yönetmen olan ve orada yaşananlarla ilgili film yapmak için Arap asıllı yardımcı arayan Sam Peckinpah ile karşılaşması tesadüf olmasa gerek. Ride The High Country filmini birlikte çekmeleri, usta bir yönetmene asistanlık yapması önemli bir deneyim. Yaptığı film ve belgeseller, ona Lübnan Londra ve Hollywood gibi üç merkezde ofis açma, kendi film şirketini kurma cesaretini verir.

Bu arada hem dünyadaki Arap ve Müslüman imajının kırılmasına yönelik hem de İslam dünyasının kendi içinde bir çıkış olması amacıyla kafasında sürekli taşıdığı bizim Çağrı diye bildiğimiz bir proje vardır: Al-Risalah. Mısırlı aktör Abdallah Ghaith ve Suriyeli aktris Mona Wasif’in oynadığı İslam’ın ilk dönemini anlatan bu filmi 1976’da çeker. Arap dünyasında çok popüler olması üzerine vakit kaybetmeden İngilizce versiyonu için farklı oyuncularla ve senaryoda bazı değişikliklerle tekrar harekete geçer. Bu filmin adı da Mohammad: The Messenger of God. Burada Peygamberimiz’in amcası Hz. Hamza’yı Antony Quinn, Mekke’nin otoritesi Ebu Süfyan’ın karısı Hind’i ise Yunanlı oyuncu İrene Papas oynar. Bu versiyon Amerika’da büyük yankı bulmuş, 3000 tiyatro ve sinema salonunda aynı anda gösterime girmişti.

Akkad İslam dünyasının belli başlı otoritelerinden onay almış olmasına rağmen tepkilerden kaçınamamıştır. İslam’ın ilk dönemini görsel dile aktarmada akideyle ters düşmeyecek yollar bulmak için çok kafa yormuş emek vermiş biri. Tarihi çok iyi çalışmış, senaryoyu ihtimamla olgunlaştırmış olmasına rağmen filmini itibarsızlaştırıcı eleştiriler hiç eksik olmadı. Peygamberimiz’in yanı sıra, manevi şahsiyetlerine gölge düşmemesi için Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Hz. Ömer ve Hz. Osman gibi halifeleri de göstermemişti. Sadece Hz. Hamza’nın görünmesine izin çıkmıştı açıkçası ve o bununla bile büyük bir esere imza atabildi. Bazı Afro-Amerikalı Müslümanlar filmin inançlarına, Yahudiler tarafından örgütlenmiş bir saldırı olduğunu söyleyerek filmin gösterimden çekilmesi için kampanya başlattılar. Akkad grubun liderleriyle görüşüp filmi izlemelerini teklif etti. Gerçekten dine aykırı bir şey varsa duyarlı bir mümin olarak filmini yakacaktı çünkü. Teklif reddedildi ve eğer filmi gösterimden çekmezse gösterildiği sinemaların yakılacağı tehdidiyle karşılaştı. Tehditler işe yaramış Amerika’da izleyicinin can güvenliği gerekçesiyle birçok sinema filmi kaldırmıştı. Film Suudi Arabistan ve birkaç ülkede yasaklanmıştı fakat İmam Humeyni filmin İran’da dağıtımını onayladıktan sonra İslam dünyasında hızla yaygınlaşıp izlenir oldu.  

Daha sonra Akkad 1932’de İtalyan faşisti Mussolini’nin emriyle idam edilen Libyalı büyük direnişçi Ömer Muhtar’ın hayatını konu alan Çöl Aslanı filmini (Lion of the Desert -1981) çekti. Bu çok özel ve epik filmde de yine Antony Quinn oynamıştı. General Graziani’yi ise yine ünlü bir oyuncu, Oliver Reed oynadı.

Bu arada Akkad düşük bütçeli Halloween korku filmleri serisini çekti. Kendi söyleyişiyle içinde kan ya da özel korku efektleri olmayan, sadece insanın ruhundaki şüphelerle oluşan korkuları ele alan filmlerdi. Free Ride (1986) adlı bir komedi de var filmografisinde. An Appointment with Fear’da (1987) yine bir korku filmiydi.

Üçüncü epik filmine hazırlanıyordu Akkad, Selahaddin-i Eyyubi için kolları sıvamış, başrol için Sean Connery ile anlaşmıştı bile. Yüksek bütçeli büyük bir Hollywood çalışması olacaktı. Bakalım böyle bir film kime nasip olacak. Kim cesaret edebilir yıllar sürecek bir emeğe, okumaya ve çalışmaya. Fatih Sultan Mehmed’i çekmek için de senaryo yazmaya, kaynak aramaya başlamıştı. 2005’te Ürdün’deki saldırıda yaşamını yitirmesiyle İslam dünyası kıymetli bir yönetmenini kaybetti.  

Ölümünün ardından yazan Telegraph yazarı Chris Irvine’e göre yıllarca alkışlanan The Message (Çağrı) filmi ticari Batı sinemasının İslam’a saygı duruşuydu. 1,5 milyar takipçisi olan bir din hakkında yapılmış ilk filmdi ve zamanının teknolojisini çok iyi kullanmıştı. Film için herkes şevkle çalışmıştı. 21. yüzyılda duygusal bir ihtiyaç ve zaruretti İslam’ın doğuş ilkelerine dair bir filmin yapılması. İslam ve Batı arasında oluşan büyük yarığa karşılık köprülerin kurulmasında muazzam etkisi oldu. Buna karşılık Hristiyanlığı anlatan sayısız film var. Burada İslam dünyasındaki görsel temsil hassasiyeti göz önünde bulundurularak Peygamber’in varlığı  ışıkla ya da duyumla hissettiriliyor. O görünmüyor, konuşmuyor fakat bakış açısı duyuruluyordu çeşitli yöntemlerle.

Film gösterime girdikten kısa süre sonra Müslümanların manifestosuna dönüştü. İslam dünyası filmle iman tazeledi diye düşünenler bile oldu. Birçok insanın Müslüman olmasına sebep olan film, Müslümanlarla ilgili imaja büyük darbe indirdi ki zaten yönetmenin temel hedeflerinden biri de buydu.

Filmin Özellikleri

Filmin başkişisi olan Hz. Muhammed (sav) görsel âlemde hiç gösterilmeden çekilebilmişti. 16 Nisan 1974’te Fas çöllerinde başlayan çekimler, yüz kırk beşinci gününde durduruldu. Zamanın Suudi kralı filmin devrimci İslam içeriği yüzünden Fas kralından ekibi ülke dışına çıkarmasını rica etmişti. Böylece kovuldular Fas’tan bir bakıma. Libya kralı Muammer Kaddafi daha yatkındı filmin söylemine, ülkesini de kasasını da açtı yapımın tamamlanabilmesi için. Ardından Ömer Muhtar filmi için de destek vermişti.

Ünlü senaryo yazarı Harry Craig, görüntü yönetmeni Jack Hilyard, besteci Maurice Jarre, oyuncu Antony Quinn, hepsi de çok önemli yapımlarda görev almış, işlerinin en iyisi olan insanlardı. Filmin müziğini yapan Jarre üç Oscar ödülüne sahipti ve Doktor Jivago filminin (1965) meşhur müziğinin de bestecisiydi. Çöl Aslanı’nın müziğine de katkı verdi daha sonra. Çok önemli bir eserdir o da; Çöl Aslanı için sinema sanatının bütün inceliklerini gösterebilmiş olmam bakımından en önemli filmimdir der Akkad.

Filmin senaryosunu İslam dünyasından farklı ülkelerden birçok insanın katkısıyla Tevfik el Hâkim ile Katolik İrlandalı ünlü senarist Harry Craig birlikte yazmış, fetva almak üzere Ezher ulemasına yollamışlardı. Fetva alındıktan sonra sıra müziğine geldi. Maurice Jarre İslam’ı ve doğuşunu anlamak üzere sayısız kitapla çölde bir otele yerleşmiş ve iki ay boyunca duyumsamaya çalışmıştı bütün hikâyeyi. Bestelediği müziğin seslendirilmesinde İngiliz Filarmoni Orkestrası görev yaptı sonra. On iki dile çevrilen 28 farklı milletten oyuncunun görev aldığı, savaş sahneleri için atların özel olarak eğitildiği filmin setinin kurulmasında da 300 kişi görev almış. 

 Akkad aslında filme son derece kişisel bakıyordu. Batı’da yaşayan bir Müslüman olarak İslam hakkında doğruları anlatmak bir borçtu onun için. Büyük bir hikâye ve dramaydı bu. Ona çalışmasında motivasyonu sağlayan şey, Batı’daki İslam’a dair büyük çatlağı bir köprüyle aşma arzusu ve mecburiyetiydi.  

11 Eylül 2001’de New York’da İkiz Kulelere saldırı hadiselerinin ardından ABD’de filmin kopyalarının elden ele dolaşmaya başlaması heyecanlandırmıştı onu. Pentagon filmi Afganistan’a gidecek askerlere gösteriyordu ama İslam’ın hakikatini anlayamamışlardı Akkad’a göre.  

Selahaddin filmini çekerek İslam’ın temel ilkelerine, haçlı savaşları için yola koyulanların  insan ve din mücadelesine bakışına ışık tutmak istiyordu. Terör ve İslam arasında bağlantı kuran Batı düşüncesine terörün asıl kaynağı olarak gördüğü Haçlı aynasını tutarak ufuk açmak istemişti. İslam dünyasında Batı’yı total olarak karalayan yaklaşımlara da cevap vermek istiyordu. Maceraperestler yüzünden bütün Batı’nın mahkum edilmesine de karşı durmasını istiyordu filminin.  

Yüceliğine gölge düşmemesi için Peygamber’i göstermeme tercihi sadece tepkilerden çekinmekle ilgili değildi, kendi fikri de bu yöndeydi zaten. Filmin değeri en çok da İslami kaygıları hat safhada taşımaktan geliyor. Çocuk sahibi olunca telaşa kapılan, ona İslam’ı nasıl anlatacağına dair kaygı duyan bir yönetmen babanın anlatma ve aktarma arzusunun bir tezahürü.

İngilizce çekimlerde Hz. Meryem’le ilgili ayetlerin ve yaklaşımların yer bulması ABD ve Avrupa kamuoyunu meselenin içine çekmek, aşina oldukları bir yerden nüfuz etmek içindi belli ki. Her sahne her cümle özenle seçilmiş üzerinde düşünülmüştü.

Peki, 600 kişi aylarca çöllerde kerpiç evlerde yaşayarak bu filmi gerçekleştirirken bu süreç onları nasıl etkiledi. Fransız müzisyen Jarre hayatının en iyi müziğini yaptığını söylüyor, Quinn Müslüman olmadığını ama İslam’dan çok etkilendiğini, kendi inancına olan saygısının da arttığını ifade ediyor, film sayısız insanın Müslüman olmasına yol açarken özellikle de Afro-Amerikalılar arasında İslam hızla yayılıyor.

Nahoş hadiseler de yaşanmamış değil. Filmde Hz. Hamza’yı öldüren Vahşi’yi canlandıran Salem Gedera kaldığı otelin elektrik teknisyeni tarafından hakarete uğramış, işini kaybetmiş  dahası can güvenliğini bile kaybetme noktasına gelmiş. Mustafa Akkad’ı arayarak hayatının karardığını anlatmış.  Öylesine gerçek algılandı bu film.  Hâlâ seyrediliyor film kulüplerinde. 

John Berger’in Görme Biçimleri kitabında anlattığı gibi; imgenin gerçeğin önüne geçmesi meselesi ile karşı karşıyayız burada. Oyuncular da olayların akışına daha öznel manada kendilerini kaptırmışlardı çünkü. Mustafa Akkad Kasım 2002’de Sefer Turan’a verdiği mülakatta (Anlayış Dergisi sayı 31, 2005) Hz. Hamza’nın öldürüş sahnesini anlatırken bunu gözler önüne sermiş.

“Vahşi rolünü verdiğim Salim rolü gereği kalabalığın arasından sıyrılıp Hamza’ya yaklaşacak ve onu öldürecekti. Fakat figüran olarak kullandığım köylüler kendilerini gerçekmiş gibi olayın akışına o kadar kaptırmışlardı ki Vahşi’nin aralarından geçmesine izin vermiyorlardı Hamza’yı öldürecek diye. Salim bu rolden sonra yolda yürüyemez olmuştu ve Allah’ından bulasın diyordu.”

Sonunda Akkad, işinden gücünden de olan kimsenin iş vermediği Salim için Libya Enformasyon bakanını aramış, maaş bağlanmış da oyuncunun hayatı kurtulmuş.

“On yaşındaydım ilk izlediğimde. Peygamberimiz görünmüyordu, ama ben onun varlığını başrolde oluşunu hissedebiliyordum. O’nu görüyor ama bulamıyordum görüntüsünü sanki. Bu hissiyat çok iyi verilmişti. Filmin her saniyesine varlığı yayılmıştı. Bu da bana cismen temsil edilmesinin şart olmadığını, gerekli de olmadığını hatta incitici olabileceğini gösterdi. Muhayyilemizi sınırlandırıp maneviyatımızı daraltabilirdi görüntü. Yüzünü görmediğimizden ilgimiz onun insani duruşuna adaletine ilkelerine yoğunlaşabiliyor. Varlığının hissiyatla duyurulması mutmain ediciydi.”

Filmin Müslümanlar üzerindeki etkileri

Film gösterime girdikten kısa süre sonra Müslümanların manifestosuna dönüştü. İslam dünyası filmle iman tazeledi diye düşünenler bile oldu. Birçok insanın Müslüman olmasına sebep olan film, Müslümanlarla ilgili imaja büyük darbe indirdi ki zaten yönetmenin temel hedeflerinden biri de buydu. Ekim 1885’te İstanbul’da galası yapıldıktan sonra Türkiye’de aylarca oynadığını hatırlarız.

Sinema eleştirmeni Ali Murat Güven Çağrı ile ilgili yazısında (22 Ocak 2012, Yeni Şafak) Beyazıt’ta gördüğü film afişinden çocuk yaşta ne kadar etkilendiğini anlatır. Ailesiyle gitme imkânını bir türlü bulamayınca sonunda 55. Zafer Haftasında tek başına gider ki artık film afişi yırtılmaya başlamıştır. Heyecanla izlediği filmde Hz. Hamza’nın öldüğü sahnede gözyaşlarını tutamazken bir de bakar ki yaşlı bir adam da ağlamaktadır karanlık salonda.  

Çağrı filminin çağrışımları ve etkileri üzerine gazeteci, doktor, akademisyen, ev hanımı, sosyolog, tarihçi, ilahiyatçı, sivil toplumcu, öğrenci gibi farklı meslek ve uğraşlardan gelen  kadınların üye olduğu Buluşan Kadınlar İnisiyatifi’nde yaptığım küçük bir soruşturmaya gelen cevaplar:

“Çocukluğumdan beri en az 10 kere izlemişimdir. Hicaza giderken o sahneler gözümün önündeydi. Kâbe’nin etrafındaki devasa binalar çok moralimi bozdu. Okçular Tepesi’ni görünce çok şaşırdım, çünkü film sayesinde daha yüksek sanıyordum. Hani Halid bin Velid arkadan dolanmıştı da kimse fark etmemişti. Antony Quinn’i filmle tanıdığımdan sonraki filmlerdeki durumu müthiş hayal kırıklığı yarattı. Zaten Müslüman olmadığını açıklamasına çok üzülmüştüm.

Annemlerin sinemada izlediği film TRT’de yayınlanınca ne kadar sevindiğimi anlatamam. Her sahne hafızama müziğiyle birlikte kazınmıştı. Film Peygamberimiz’e duyduğum sevginin bir parçası oldu. Yıllarca her TV gösterimini izledim. Filmin İslami duruşunu, aldığı izinleri de çocukken muhataplarıma savunduğumu hatırlıyorum. Çağrı çocukluğumun sağlam siyer kitabı oldu, hâlâ da öyledir.” 

“Biraz önce televizyondaki bir yarışma programında Çağrı filminin müziğini duyunca hemen koşup geldim. Hâlâ heyecanlandırır beni. Annemlerin sinemada izledikleri ve gözleri dolarak aktardıkları film televizyonda yayınlandığında ne kadar heyecanlanmıştım anlatamam. Bizimkilerin filmin dine mesafeli duran TRT'de yayınlanıyor oluşuna şaşırdıklarını  hatırlıyorum.”

 “Hz. Hamza'nın yeri titreterek omuzunda aslanlarla Mekke'ye gelişini, elçilerin Ortadoğu'nun dört bir yönüne Peygamberimiz’in mektuplarıyla yola çıkışını, Necaşi'nin kendisine sığınan müminleri Mekkeli müşriklere vermeyişini, Taif'te Peygamberimiz’e yapılan eziyeti, Akabe Biatı’nı, Hz. Ali'nin müthiş bir iman ile Peygamberimiz’in yerine yatışını, Hicret sırasında onları takip eden müşriklerin güvercin ve örümceğe aldanışlarını, Medineli müminlerin Peygamberimiz’i beklerken duydukları heyecanı, ilk mescidin elbirliği ile inşasını, Peygamberimiz’in diğer müminlerle birlikte inşatta çalışmasını, Hz. Bilal'in okuduğu ilk ezanı, Hind'in Hz. Hamza'yı öldürtmek için Vahşi'yi buluşunu, Abdullah İbn Sebe'nin münafıklıklarını, Bedir Savaşında Hz. Hamza'nın şehit ediliş anını, Mekke'nin fethini, Veda hutbesini... Daha bir sürü sahneyi gözlerim dolarak, coşarak, içim titreyerek, öfkelenerek izledim hep.”  

“Çağrı çocukluğumda benim ilk siyer kitabım oldu. Filmin müziklerine gelince her bir müzik bir coşkuya, bir hüzne tekabül ediyor benim için. Kızımla birlikte seyrederken de aynı tadı aldım yıllar sonra. Arşivimizde bulunması gereken bir film her zaman. Başka çocuklara da vakti geldiğinde seyrettirmek için. Bu arada Mustafa Akkad kaldığı otelde bombalı saldırıda vefat ettiğinde böyle bir yönetmenin kaybı bana çok acı geldi. Bu filme verdiği destek Kaddafi’nin ecir hanesine yazılmıştır, ama işlediği nice günaha kefaret olur mu bilemem.”

“TGRT televizyonunun takma sakallar, komik kostümler ve kalitesiz son derece sığ metinlerle özensizce çekilmiş filmleri vardı. Fakat büyük bir boşluk olduğundan yine de seyredilirdi, ilk mütedeyyin televizyondu ne de olsa. Baştan savma bir şekilde hızla üretilip tüketilen yapımlar. Bunların azıcık estetik zevki olanları deli ettiğini hatırlıyorum, ama elden bir şey gelmezdi. 1977’de Çağrı gelince çıta yükseldi. Artık kalitesiz yapımlarla, düşecek gibi duran takma sakallarla bu işin yürümeyeceği anlaşıldı. İnsanlar nerede rastlasalar filmi tekrar izliyorlar.” 

“Hz Hamza’nın kalbinin çıkarılışı, öfkenin nefretin bu derecesi, ardından Vahşi’nin pişmanlığı beni çok etkiledi. Pişmanlık özel ve kıymetli bir duyguydu. Affedilmesi de büyüklüğün göstergesiydi. Pişmanlık ve af kaldı bu filimden bende. Yaşamdaki günahlarımdan dolayı affedilmeye dair büyük umut bahşetti.”

“Filmdeki uzun saçlı delikanlılar genç kızlığa geçtiğim dönemde beni etkiledi. O zamanlar Müslümanlar saç uzatan gençlere iyi gözle bakmaz, camiye geldiklerinde amcaların eleştirisine maruz kalırlardı. Bu da onları incitir dinden ve kutsal mekânlardan uzaklaştırırdı. Bu film uzun saçlı gençlere meşruiyet kazandırdı. Hatta ilk Müslümanlardan esinti getirdikleri düşünülür oldu. Zihniyet değişimine, farklı görünümlere karşı toleranslı davranmaya katkısı oldu.”

“O dönem hepimiz gecenin dördünde kalkıp Muhammed Ali Clay’in boks maçlarını izlerdik. Kadın erkek fark etmezdi, ABD saatine uyarak gece vakti babalarımızla televizyonun karşısına dizilirdik. Çağrı filmi de böyledir, bir mittir, ne zaman oynasa dizilir seyrederiz.

Bu hepimizin ortak mücadelesiydi. Clay Müslüman olduğundan bizim onurumuzdu. Yendikçe sanki Müslümanların makûs talihi kırılıyor, dünyaya boks maçının galibiyetiyle birlikte iman kuvvetimizi ve İslam’ın değerler skalasındaki üstün yerini de göstermiş oluyorduk. Yok sayılan arkaik yenilmiş kabul edilen İslam vardı buradaydı ve ayakta alkışlıyorduk evin içinde. Komşulardan da sesler geliyordu gece vakti. Herkes çoluk çocuk ayakta olurdu. Üç yaşındaki çocuklar bile uyuyamaz ve büyüklere katılırdı anlar anlamaz. Çağrı filmi de böyledir, tek başına ailece arkadaşlarla gruplarla vakıflarda derneklerde izlenmiştir.”

Annem beğenmemişti ne var sanki bildiğimiz şeylerin çok azı bile yok içinde beni etkilemedi, daha çok beklentim vardı diyordu. Film çekilmesine hiç gerek yoktu, böyle canlandırmalar lüzumsuzdu, bilinene bir şey katmamıştı zaten ona göre.”

“On yaşındaydım ilk izlediğimde. Peygamberimiz görünmüyordu, ama ben onun varlığını başrolde oluşunu hissedebiliyordum. O’nu görüyor ama bulamıyordum görüntüsünü sanki. Bu hissiyat çok iyi verilmişti. Filmin her saniyesine varlığı yayılmıştı. Bu da bana cismen temsil edilmesinin şart olmadığını, gerekli de olmadığını hatta incitici olabileceğini gösterdi. Muhayyilemizi sınırlandırıp maneviyatımızı daraltabilirdi görüntü. Yüzünü görmediğimizden ilgimiz onun insani duruşuna adaletine ilkelerine yoğunlaşabiliyor. Varlığının hissiyatla duyurulması mutmain ediciydi.”

Çağrı filmiyle birlikte sahabelerin olağanüstü yanlarından ziyade beşer olma gerçeklikleri ön plana çıktı. Meleksi bir konum biçilen sahabelerin dünyevileşmesine tanık oldu  Müslümanlar. Yüzyıllardır kitaptan kitaba aktarılan, dilden dile dolaşan tarihi olaylar gözle görülen elle tutulan insanların başından geçmişti. Mescitlerin sadeliği duruluğu somut bir şekilde gözler önüne seriliyor, Bilal-i Habeşi’nin her türlü abartıdan uzak okuduğu ezan derin etkiler yapıyordu. Özellikle kadınlar Hind’e düşmanlık beslemenin yanı sıra bir yandan da dönemin güçlü kadın profiliyle karşılaşmış oldular. İslam toplumlarında sürekli itaat ve eziklik miti içinde tutulmaya çalışan kadınların o dönemde müşrik oldukları zamanda bile hiç de ezik bir ortamdan gelmedikleri anlaşılıyordu.

 SONUÇ

Çağrı filmiyle birlikte sahabelerin olağanüstü yanlarından ziyade beşer olma gerçeklikleri ön plana çıktı. Meleksi bir konum biçilen sahabelerin dünyevileşmesine tanık oldu Müslümanlar. Yüzyıllardır kitaptan kitaba aktarılan, dilden dile dolaşan tarihi olaylar gözle görülen elle tutulan insanların başından geçmişti. Mescitlerin sadeliği duruluğu somut bir şekilde gözler önüne seriliyor, Bilal-i Habeşi’nin her türlü abartıdan uzak okuduğu ezan derin etkiler yapıyordu. Özellikle kadınlar Hind’e düşmanlık beslemenin yanı sıra bir yandan da dönemin güçlü kadın profiliyle karşılaşmış oldular. İslam toplumlarında sürekli itaat ve eziklik miti içinde tutulmaya çalışan kadınların o dönemde müşrik oldukları zamanda bile hiç de ezik bir ortamdan gelmedikleri anlaşılıyordu. Filmi seyretmiş olanlar düğünlerde zılgıt çekildiğinde filmde zılgıt çekerek Peygamberimiz’in Medine’ye girişini kutlayan kadınları hatırlıyorlar.   

İzleyicinin filmi nasıl deneyimleyeceğine dair yönetmenin ve senaristin öngörüleri elbette vardır, fakat bu tamamen denetlenebilir bir alan değildir. Film baştanbaşa epik bir formda çekilmiş olsa da onu bütünüyle lirik bir hissiyatla algılayan seyirciler hiç de az değil. Filmi birçok kez seyredenlerde yaşam tecrübesinin genişlemesiyle her seferinde başka karelere farklı bileşenlere odaklanmanın gerçekleşmesi de dikkat çekici, hayat içinde film daima yeni karşılıklar bulabiliyor.   

Jacques Lacan’ın psikanaliz ve sinema yaklaşımlarını izleyecek olursak ileri sürdüğü “sonradan darbe” kavramı Çağrı filmi için de geçerli olabilir. Deneyimler ve izlenimler daha sonraki bir zaman diliminde yeni tecrübeler yaşandıktan sonra yeni bir anlama ve ruhsal etkiye ulaşıyor.  

Akkad İslam’ı dünyaya özellikle de Batı dünyasına kendi rüyasındaki gibi anlatmak için yola çıkmıştı, ama günümüzde İslam’la Müslüman arasındaki uçurum, filmi özellikle İslam dünyasında görsel bir siyer anlatısına dönüştürdü. İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ın rüyalarından yola çıkarak yaptığı filmlerdeki, Japon yönetmen Akira Kurosowa’nın Yume’de olduğu gibi rüyalar yoluyla hakikate ulaşma çabasındaki gibi bir durum rüya penceresinden bakarsak. Akkad da İslam’a dair kurgu ve gerçekliğin içinde gezinerek hak yerini bulsun diye çabalamış bir bakıma. Akkad’ın hedefi görsel dilin içinde yüzerek yetersiz ve acıtıcı olan var olanı, olması gerekene doğru ilerletme çabası.

Budizm’e önemli insani roller veren, Katolikliğin yayılması için seferber olan, Yahudilik ve Holokost üzerine neredeyse bir endüstriye dönüşen sinemada İslam için de bir başlangıç yapılması önemli.   

İslam’ı anlatan filmler olmalı mı sorusu etrafında tartışmak gerekebilir fakat Politik Kamera kitabını yazan Douglas Kellner ve arkadaşlarına göre sinema zihin oluşturmada en etkili yollardan biri. Batı’nın Doğu’ya yönelik işgallerinin altyapısını kurmada çok etkin mesela. Hollywood sineması herkesin iman etmesi gereken yaşam tarzını evrenselleştirmede “başka” olanları mahkûm etmede bir imkân olarak sinemadan azami derecede yararlanıyor.  Akkad emek vermiş, ele aldığı dönemin zamanı aşan boyutlarını yakalamayı başarmış. Bir bakıma Anadolu’da akşamları anlatılan ilk gençlik çağına ruh veren Cenk Hikâyelerine, masallara, kıssalara eklenmiştir eseri. Günümüzde sinema ile ilgili teknik ve finansal imkânlar arttı ve bunlar bir avantaj yeni sinemacılar için. Fakat beklenen verimlilik neden gerçekleşmiyor soruları soruluyor akademi ve sanat çevrelerinde. Her sanatın başı hikâye ve sağlam değerlerin varlığı. Sağlam, içten, inandırıcı bir hikâyeniz yoksa dünyanın bütün imkânları önünüze serilse neyi anlatabilirsiniz ki.