Kitapta Hz. Muhammed (sav)’in yüzünün tasvir edildiği bazı minyatürler bulunuyor. Hz. Muhammed (sav) tasvirini kullanmak herhangi bir soruna yol açtı mı, tepkiler aldınız mı?
Şu âna dek bir sorun olmadı. Kitapta, bu tür tasvirlerin Müslüman sanatçılar tarafından nasıl oluşturulduğunu açıklıyorum. Buradaki tasvir “Siyer-i Nebi” adlı çok seçkin bir koleksiyondan alınma. Daha tipik olanları, Hz. Muhammed (sav)’in yüzü üzerinde bir ışık görülen tasvirlerdir. Bunları kitabın farklı bölümlerinde görebilirsiniz. Hz. Muhammed (sav)’in yüzünün direkt olarak göründüğü bazı tasvirler de var.
Bu konuyla ilgili hassasiyetimiz biraz da Danimarka’daki karikatür tartışması sebebiyle... Mesele hakkında çok düşündüm, dua ettim; bu tasvirleri kitaba dâhil etmemin, insanları Danimarka’daki karikatürler misali üzüp üzmeyeceğini düşündüm. Fakat bir sorun yaşanmadı. O karikatürler insanları rencide ve tahrik etmek için çizilmişti. Karikatür serisinin asıl kopyalarına bakarsanız; yayınlayan mecranın, kendi reklamını yapmaya çalıştığını belirten bir karikatür dahi görürsünüz. Yani gündemlerinin bu olduğunu biliyorlardı. Ne acı ki aralarında Hz. Muhammed (sav)’i, sarığında bir bomba ile gösteren bir karikatür bile vardı.
Bu kitap bir bağlılık, dindarlık ve aslına bakarsanız aynı zamanda bir aşk çalışması... Müslümanların Müslümanlar için yazdığı bir eser. Farklı… Ama mirasımızın bir parçası.
Önemsediğim meselelerden biri de şu: Çağdaş Müslümanlar olarak bizler geçmişimizin ne olduğuna bakabilmeliyiz; Hz. Peygamber’in herhangi bir şekilde resmedilmesine kesinlikle karşı çıkan Müslümanlar olduğu gibi O’nun tasvir edildiği minyatürleri tercih eden bazı Müslümanların varlığını da görebilmeliyiz. Tabii ki Hz. Muhammed (sav) buradaki tasvirde görülen kişiye benzemiyordu. Tasvir, Orta Asya izleri taşıyor. Osmanlı padişahlarının etkisiyle kendisi tasvirde bir Türk gibi görünüyor. Gözler biraz çekik. Hepimiz biliyoruz ki 7. yüzyılda Arap insanının görünümü böyle değildi. Elhamdülillah, bu tasvir birisinin hayal gücünün ürünüdür. Buradaki önemli nokta, O’nu yâd etmek… Bu neredeyse bir zikir gibi...
Benim dikkatimi çeken şey; bu tür bir geleneğin yüzyıllardır sürüyor olmasına rağmen birçok insanın, birçok Müslümanın İslami sanatın bu yönünün farkında olmaması...
Farkında değiller. Bu kitabı yazmaya ilk aşamada, daha ziyade gayrimüslimleri bilgilendirmek için niyetlenmiştim. Bir din profesörü olarak gayrimüslimlerle konuştuğumda onların Hz. İsa (as)’nın hayatı, mucizeleri ve öğretileri hakkında birçok hikâye bildiklerini gördüm. Hz. Musa (as) hakkında bildikleri hikâyeler ve onun öğretileri hakkındaki bilgileri ise fazla değil. Fakat konu Hz. Muhammed (sav)’e geldiğinde hiçbir şey bilmediklerini görüyorsunuz. O’nun hayatı hakkında tek bir hikâye bile anlatamıyorlar, O’nun öğretilerinin tek bir yönünü bile bilmiyorlar. İlk aşamada, gayrimüslimleri İslam konusunda bilgilendirme niyetinde olmamın sebebi buydu. Ama yazmaya devam ettikçe Müslümanlar olarak bizim de O’nu hatırlamamız gerektiğinin farkına vardım. İşte bu yüzden kitabımın adını Hz. Muhammed (sav)’in Anıları koydum.
Müslümanlar olarak bizler dinî hafıza kaybı yaşıyor gibiyiz. Bazı şeyleri unuttuk. Bunu şöyle fark edebilirsiniz: İslam bugün birçok insan için şeriatın belirli bir anlayışını uygulamakla ilgili çok dar bir alan haline gelmiş ya da sadece İslam ülkeleriyle ilgili bir sohbet konusu olmuş durumda. Ben Hz. Muhammed (sav)’i, “âlemlere gönderilmiş bir rahmet” olarak gören Kur’ân-ı Kerîm’in gözünden hatırlamakla ilgiliyim. İşte Müslümanlar olarak Hz. Muhammed (sav)’in unuttuğumuz yönü tam da bu. Ben insanlara O’nun “âlemlere rahmet” olduğunu hatırlatabilmek için uğraşıyorum.
Kitapta Hz. Muhammed (sav)’e yapılan saldırılardan bahsediyorsunuz. Bunlar bir etki sonucu gösterilen doğal tepkiler mi yoksa kasti niyetler içeriyorlar mı?
Hz. Muhammed (sav)’e yapılan birçok saldırı konusunda bence ilginç olan nokta; bu saldırıların ne kadar eskiye dayandığı hususu. Bunların çoğu en az bin yıl öncesine dayanıyor ve hatta bazıları bin iki yüz yıl öncesine kadar uzanıyor. Bu kitapta vurgulamaya çalıştığım şeylerden biri de şu; Orta Çağ Avrupası’ndaki insanlara baktığımızda onların İslam’dan hem korktuklarını hem de İslam’a hayran kaldıklarını görebiliyoruz. Onlar modern üniversite öğrencileri değildiler. İslam’ı araştırırken, amaçları asla anlamak değildi. İslam’ı anlamaya çalıştıkları zaman ise amaç İslam’ı reddetmekti. Kur’ân-ı Kerîm’in Avrupa dillerine ilk çevirisinin girişinde şöyle yazar: “Bu kitabı, içindekileri çürütmek için çeviriyorum.” Bu bir anlayış gündemi değildir, bu politik bir gündemdir. Burada göstermeye çalıştığım şey şu ki Avrupalıların Hz. Muhammed (sav)’e saldırmalarının iki sebebi vardı. Bunlardan biri teolojikti, diğeri ise uygarlıkla ilgiliydi. Teolojik sebepleri anlamak kolay. Hıristiyanlar kendi açılarından baktıklarında kendilerini Yahudilerden üstün görüyorlardı. Hıristiyanlar şöyle diyorlardı: “Biz Yahudilikten sonra geldik ve Hz. İsa da kanunu tamamlamak için geldi.” Bu, onların kendilerini çok iyi hissetmelerini sağlayan bir durumdu; “Biz nihaiyiz ve en büyüğüz.” Fakat altı yüzyıl sonra başka birisi çıkıyor ve aynı Tanrı’dan vahiyler aldığını söylüyor. Birçok açıdan Müslümanlar da aynı şeyleri söylüyor: “Biz nihai mesaja sahibiz. Tevrat ve İncil bozulmaya uğradı, bizim ise bozulmamış asıl bir kitabımız var.” Yani Hıristiyanlar için ne yaşandığına dair teolojik bir sorun vardı. Tanrı bizi artık sevmiyor mu? Tanrı fikrini mi değiştirdi? Biz O’nun gözdesi değil miyiz? Hıristiyanlar bir çoğulculuk anlayışına yönelmek yerine, yani “Bir Tanrı birçok elçi gönderebilir” demek yerine, “Hayır, bu peygamber Şeytan’dan ilham alan bir şarlatan olmalı” dediler.
İkinci sebep uygarlıkla ilgilidir. Avrupalılar büyük bir korku içerisinde İslamiyet’in Medine’deki küçük bir kasabada yaşayan on bin kişiden, birkaç yüzyıl içinde bir tarafta İspanya diğer tarafta Hindistan’ın olduğu bir coğrafyaya yayılmasını ve Müslümanların bu topraklara hükmetmelerini izlediler. Söz konusu alan Roma’nın en parlak döneminde sahip olduğu alandan daha büyüktü. Üstelik Müslümanlar bunu sadece birkaç yüzyıl içerisinde başarmışlardı. Bence bu dinî ve uygarlıkla ilgili sebeplerin birleşimi, Avrupalıların İslam’ı anlamaya çalışmamalarına ve ondan korkmalarına neden oldu. Bugün de aynı klişelerin çoğunun tekrarlandığını görüyoruz. Tek fark; şimdikiler günümüzün dünya gerçekliğiyle birleşiyor. Dünyanın birçok bölgesinde Müslümanlar zayıf, birlik olamamış ve sömürgecilikten çıkmış olarak görülüyor. Özellikle Avrupa gibi bir yerde çok garip bir durum gözlemliyorsunuz: Avrupalılar Avrupa’daki Müslüman mirasını silmeye çalışıyorlar ve bir Afrika ve Asya İmparatorluğu olduğu kadar bir Avrupa İmparatorluğu da olan Osmanlı İmparatorluğu hakkında konuşmak istemiyorlar. Öte yandan Müslümanlar şu anda Avrupa’daki ikinci en büyük dinî azınlık konumundalar.
Avrupa bir kimlik krizi geçiriyor. Avrupalılar “Biz kimiz?” şeklindeki sorunlarla mücadele ediyorlar. Farklı gruplardan oluşan bir nüfusa sahip olan fakat tek tip bir nüfusa sahip olduğu konusunda diretmeye çalışan her ülke bunu ancak bünyesindeki azınlıkların varlığını ve vatandaşlıklarını inkâr ederek yapabilir.
Bu çerçevede Müslümanların belirli sorumlulukları var mı? Müslümanlar ne yapmalılar?
İslami bir bakış açısıyla sorumluluk gibi bir şeyi düşündüğümüzde meseleye hukuk açısından bakmamız gerekir. Hukuk hem haklar hem de sorumluluklar anlamına gelir ve Avrupa’da belirli sorumluluklarımız olduğunu kabul etmeden orada belirli haklara sahip olduğumuz konusunda ısrar edemeyiz. Yaptığımız hatalardan biri de sorumluluklarımızı yerine getirmeden bütün hakları istememiz... İş özgürlüğü, inanç özgürlüğü, dil özgürlüğü, giyim özgürlüğü istiyoruz fakat sorumlulukları üstlenmek konusunda her zaman istekli değiliz. Bu konu ile ilgili olarak bugünkü durum hakkında düşündüğüm şeylerden biri de İslam dünyasının dilinin demode bir dil olduğudur. Bu dil şöyle bir hava yaratıyor; sanki dünyanın geri kalanı başka bir yerde yaşıyor ve Müslümanlar da Müslüman dünyası denilen başka bir gezegende yaşıyor. Gerçek şu ki bugün her toplum karışık bir toplum durumunda; her toplum etnik, dini, sosyo-ekonomik ve dilsel bakımdan karışık. Bütün toplumların bunu kabul etmesi gerekiyor. Örneğin biz Müslümanlar olarak bir ülkenin vatandaşları olmak istiyorsak bir vatandaş gibi davranma sorumluluğumuz bulunuyor ve bu da demek oluyor ki artık şu tür bir dil kullanılmamalı: “Kâfirlerin ülkesinde yaşıyoruz ve onlardan para kazanıyoruz.” Bu kabul edilemez bir şey. Evet, Avrupalıların vazgeçmeleri gereken birçok önyargı var ama Müslümanlar olarak bizlerin de yapacak çok şeyi var.
Örneğin kitapta Yahudi toplumu ile ilişkilerden bahsetmişsiniz; belki de İslam tarihi hakkında fazla bir bilgisi olmayan kişiler için oradan çıkarılması gereken bazı dersler olmalı.
Hakkında düşündüğüm ana hususlardan biri de şu; bir tarafta Haçlı Seferleri ve bu gibi şeylerin gerçekleştiği sırada İslam tarihinin aslında sadece küçük bir bölümünde yaşanmış olan bir Dar’ül İslam ve Dar’ül Küfür modeli var. Eğer Hz. Muhammed (sav)’in dönemine bakarsak O’nun Medine’de bir toplum oluşturduğunu görürüz. Ancak Medine Vesikası'nın bir parçası olarak Müslümanların Hz. Muhammed (sav)’i takip ettiği ve Yahudilerin başka bir ümmet oluşturduğu bir model ilan edilmiştir. Artık bu olay hakkında çok sık bir şeyler duymuyoruz. Ümmet kelimesinin hep Müslümanlara işaret ettiğini düşünüyoruz. Bunu Müslümanların ve Yahudilerin daha büyük bir amaç için el ele çalışabileceği daha büyük bir birlik olarak düşünmek ne anlam ifade ederdi? Eğer vatandaşlığı temel alan ve her Yahudinin, her Müslümanın ve her Hıristiyanın tamamen aynı haklara sahip olacağı bir model ortaya koyarsak Filistin sorununun çözümü olarak sunulabilecek büyük modeli düşünün. Evet, birçok Siyonist bunu asla kabul etmez; onlar bütün hakları ister. Az sayıda Müslüman bunu asla kabul etmez; onlar bir İslam devleti ister. Fakat bence birçok Yahudi ve birçok Müslüman ve Hıristiyan bu tür bir düzenlemeyi destekler.
Hz. Muhammed (sav)’in hayatına tekrar bakalım. Hz. Muhammed (sav)’in hayatında üzerinde çok fazla düşünmediğimiz dönemlerden biri de Habeşistan'a hicret dönemidir. Bu dönemde Müslümanlar zulüm görüyordu ve Hz. Muhammed (sav) Habeşistan’a önemli miktarda Müslüman gönderdi. Orada Müslümanları seven, onların eksiklerini gideren Hıristiyan bir kral vardı. Hatta Mekkeliler gelip ondan Müslümanları teslim etmesini istediklerinde bile kralın cevabı “Hayır. Bu insanlar burada kalacak” şeklinde olmuştu. Bugün dünyada Hıristiyan ya da seküler hayat tarzına sahip çoğunluğun olduğu bölgelerde yaşayan Müslümanlar için de bu örneği kullanabileceğimizi düşünmek istiyorum. Müslümanlar Habeşistan’da yaşabiliyorlardı. Biz de inançlı Müslümanlar olarak Hıristiyanlarla yan yana, bizi biz yapan şeyi kaybetmeden ve daha büyük bir amaca katkı yaparak Avrupa’da ve Amerika’da yaşayabilmeliyiz.
Kitaptaki, ABD’nin kurucularının İslam’a anlayışlı yaklaşmaları bilgisi benim için çok ilginçti. Bu tür düşüncelerden sonra ne oldu da bütün bu algılar tersine döndü?
Amerika’nın kurucuları hiçbir şekilde mükemmel değildiler. Örneğin, tüm insanların vazgeçilmez haklarından bahseden aynı kişilerin bu kategoriye kadınları dâhil etmemiş olabileceklerini ve Afrikalı köleleri kesinlikle dâhil etmediklerini biliyoruz. Fakat yine de o zamanın şartları düşünüldüğünde 18. yüzyılda yaşamış beyaz, elit, toprak sahibi erkek topluluk için bu önemli bir ilerleme idi. Bundan sonra bence yaşanan şey şudur; onlar ya Müslümanlarla karşılaşmadılar ya da karşılaştıklarının farkına varmadılar. Aslında Müslümanlarla karşılaşmışlardı. Çünkü bugün biliyoruz ki Afrika’dan kaçırılan ve Amerika’ya getirilen Afrikalı kölelerin %15-20’si Müslümandı. Yani aslında Amerika’ya yüz binlerce Müslüman geliyordu. Ancak dinlerini, dillerini ve kültürlerini yaşamaları hemen engellendi ve kolayca Hıristiyan oldular. Zorla asimile edildiler. İslam, Amerikan bilincinden kayboldu ve bir Arap olgusuna dönüştü. ABD toplumu, bünyesindeki diğer gruplarla sürekli mücadele etmiş bir toplumdur. Yerlilerle mücadele etmiştir, Yahudilerle mücadele etmiştir ve İrlandalılarla mücadele etmiştir. Bugün Hispaniklerle, Meksikalılarla ve Müslümanlarla mücadele etmektedir. Müslüman dinleyicilerle konuşurken üzerinde daima durmaya çalıştığım noktalardan biri de insanların kendi refahları için endişelenmesinin çok doğal bir şey olduğunu onlara hatırlatmaktır. Yani Müslümanların, rahatsız edilen Müslümanlar ve zulüm gören Müslümanlar için endişelenmesi anlaşılır bir şeydir. Ancak gayemizin sadece adalet ve herkes için adalet gayesi olması gerektiğini söylemek daha etkili olacaktır. Toplumumuzdaki herhangi bir kişi rahatsız edilirse, o durumda adalet gayesiyle hareket etmeliyiz.
Burada hakkında yazmış olduğum konulardan biri de Kur’ân-ı Kerîm’in ahlaki konularıdır. Örneğin göze çarpan şeylerden biri de Türkiye’de ve Avrupa’da başörtüsü tartışmalarıyla ne kadar zaman harcadığımız… Bu, Avrupa’da, İran’da, her yerde karmaşık bir konu. Ama konuya gerçek anlamda baktığımızda Kur’ân-ı Kerîm’de başörtüsünden bahseden üç ya da dört ayet var. Bunlar farklı şekillerde yorumlanabilir. Makul insanlar farklı düşünebilirler. Yoksulluk, adalet, adaletsizlik, tahakküm, yetimler, dullar ve korumasız kişiler hakkında yüzlerce ayet bulunuyor. Ancak bu ayetler yokmuş gibi hareket ediyoruz. Gerçek anlamda tahakküm, hiyerarşi, yoksulluk İslam dışı şeylerdir. Eğer Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Muhammed (sav)’in hadislerinde vurgulanan hususlar doğrultusunda ilerlemek istiyorsak bunları ele almalıyız.
Ancak bu ayetler sebebiyle İslam kadınlara baskı yapan bir din olarak tasvir ediliyor. İşte bu yüzden Hz. Hatice ile ilgili bölüm çok ilginç, çünkü bu bölüm Hz. Muhammed (sav)’in bilinmeyen yönlerini içtenlikle yansıtıyor.
Evet, bu konuyu gündeme getirmenize sevindim. Bu, kitabın içinde en beğendiğim hikâye. Bu hikâyede ilgimi çeken şey şu ki öncelikle hikâye gerçek. Bu hikâye Hz. Muhammed (sav)’in en eski biyografisinden alınmış ve çok özel. Hz. Muhammed (sav) Hira Dağı’ndan yeni dönmüştür ve “Allah seni bu mesajı iletmen için seçti” diyen Cebrail’i henüz görmüştür. Gergin durumdadır, zayıf düşmüştür ve şaşkındır, aynen Allah’ın bütün peygamberlerinin olduğu gibi. İncil’i ve diğer kutsal kitapları okursanız bunu görebilirsiniz. Hz. Muhammed (sav) en iyi dostunu, arkadaşını, ona en büyük desteği sağlayan kişiyi görmek için evine döner. İbn İshak, Hz. Muhammed (sav)’in başka hiçbir dostunun O’nu Hz. Hatice’nin desteklediği gibi desteklemediğini belirtir.
Örneğin, biliyoruz ki Hz. Hatice, Hz. Muhammed (sav)’e evlenme teklifini yapmıştır.
İşte bu yüzden Hz. Hatice’yi Hz. Muhammed (sav)’e evlenme teklifinde bulunurken gösteren bir minyatürü kitaba dâhil ettim. Dikkat ederseniz bu minyatürde Hz. Hatice çatıdadır ve Hz. Muhammed (sav) kaldırım seviyesindedir ve arka planda melekler bulunmaktadır. Melekler alkışlamaktadır çünkü bu evlilikte bereket olduğunun ve birçok güzelliğin ve iyiliğin bu evlilikle birlikte dünyaya geleceğinin farkındadırlar.
Kadınların İslam’da baskı gördüğünü düşünen gayrimüslimler için bu çok açıklayıcı olmalı. Ayrıca 'devrim' kelimesini de kullanmışsınız, “Muhammed Devrimi.” Bir peygamberin “devrimci” olması Batılı insanlarda nasıl bir algı oluşturuyor?
Hoşlanmadığımız, benimsemediğimiz bir devrimi “kanlı” olarak düşünmeye meyilliyiz: “Amerikan Devrimi, bu iyi bir devrimdir. Fransız Devrimi, eşitlik, özgürlük ilkeleri sebebiyle iyidir.” Fakat bu terimi kullanmamın sebeplerinden biri; gerçek anlamda ‘devrim’in ‘merkeze geri dönme’ anlamını da ihtiva ettiğini vurgulamaktı. Arapça, Farsça ve diğer dillerde bu kelime ‘inkılâp’tır ve kökü de ‘kalp’tir. Bu bana “İnsanlar kendi durumlarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez” diyen Kur’ân ayetini hatırlatıyor. Eğer insanların durumunu değiştirmek istiyorsanız onların kalplerini değiştirmeniz gerekir. Medine’ye hicretten, yani ümmet oluşmadan önce, İslam topluluğunun kurulmasından önce Hz. Muhammed (sav) örneğine baktığımda 13 yıllık bir sohbet, 13 yıllık bir dostluk, dua ve arkadaşlık bağları görüyorum. Bence unuttuğumuz ders bu. Bir arkadaşıma şöyle dedim; modern insanlarda ve hatta modern Müslümanlarda gözlemlediğim sorunlardan biri de kendimizi değiştirmeden dünyayı değiştirmeye çalışmamız.
Kur’ân-ı Kerîm’deki ve İncil’deki peygamberler geleneksel olmayan kişilerdir. Aslına bakarsanız Kur’ân-ı Kerîm’de her zaman birisi şöyle der, “Böyle yapıyorum çünkü benim atalarım böyle yapardı.” Bu, Cahiliye devrinin argümanı olarak algılanır. Bence peygamberin görevi insanlara şunu söylemektir: “Yaptığınız şey bu ve bunu gözden geçirmek için Allah’ın standartlarını kullanmanız gerekiyor. Eğer yaptığınız şey ve Allah’ın sizden yapmanızı istediği şey arasında bir uyuşmazlık varsa, Allah’ın sizden yapmanızı istediği şeyi yapmalısınız.” Gelenek Allah’ın sözlerine uymazsa bu geleneğin kendiliğinden devam etmesine izin verilemez.
Birçok farklı gelenekten bahsediyorsunuz. Şiî geleneği ve Sünnî geleneğine değiniyorsunuz… Bunlar da önemli hususlar.
Evet, yapmak istediğim şey Hz. Muhammed (sav)’in ümmetinin çok büyük bir ümmet olduğunu göstermekti. Bence birbirimizi gerçekten tanımadan bazen birbirimizden korkuyoruz. Bunu belirtebilmek benim için önemliydi. Kitabımın adının Anılar olmasının nedenlerinden biri de buydu. Bu kelimenin çoğul olmasını istedim çünkü hepimizin geçmişi düşündüğünü fakat hatırladığımız şeylerin farklı olabileceğini ve bunların da örtüşebileceğini belirtmek istedim. Bana Hz. Muhammed (sav) hakkında hatırladıklarını söyle, sana İslam’ı göstereyim.
Bu, büyük bir çeşitliliği yansıtıyor. Kitabın sonunda İslam tarihini Hz. Muhammed (sav)’den Bin Ladin’e kadar anlatan bir kitap yazmayı planladığınızı söylüyorsunuz. Bu çok ilginç; Bin Ladin’i İslam tarihinin bir parçası olarak kabul edebilir miyiz?
Bin Ladin’i İslam’ın bir temsilcisi olarak görmüyorum. Aslına bakarsanız burada yapmak istediğim şeylerden biri de şu; yaptığımız hatalardan birinin İslam hakkında tartışma tarzımız olduğunu söylemek. Kur’ân-ı Kerîm’in İngilizce ya da Türkçe tercümesini açıp “İşte bu! İşte İslam bu” demek istiyoruz. Ancak İslam tarihsel olarak Kur’ân-ı Kerîm’i bizim için açıklayan daha sonraki yorumlar aracılığıyla anlaşılmaktadır. Bizim için ilk yorum hiçbir zaman bir tefsir olmamıştır. Aslında Hz. Muhammed (sav)’e O’nun hayatı ve O’nun öğretileri aracılığıyla bakmak, Kur’ân-ı Kerîm’i anlamamıza yardımcı olabilir. Eğer 11 Eylül gibi bir olayın İslam’ın kabul edilebilir bir yorumu olup olmadığını anlamak istersek Hz. Muhammed (sav)’in cihat hakkındaki öğretilerini incelememiz gerekir. Bunun sonucunda bizim kadınları, sivilleri öldüremeyeceğimizi, ağaçları kesemeyeceğimizi ya da bir su kuyusunu zehirleyemeyeceğimizi görebiliriz. Bunun ışığında bu tür bir eylemin Hz. Muhammed (sav)’in hayatına uygun bir davranış olmadığı açıkça görülmektedir. Ancak cihat hakkında kafası karışık olan kişiler sadece gayrimüslimler değil; biz Müslümanlar da konu kendi geleneklerimiz olduğunda neredeyse cahiliz.
Gelecek için ne tür projeler düşünüyorsunuz?
Birkaç projem var. Bazı noktalarda sabit kalarak Hz. Muhammed (sav)’den günümüze kadar olan zamanı kapsayan İslam tarihi kitabını yazmayı çok istiyorum. İstanbul hakkında şimdiden yazdığım çok güzel bir bölüm var. İstanbul benim ikinci evim. Daha sonra Mevlana’nın öğretileri üzerine bir kitap var. Zaman ve mekân buldukça onun hatıralarına bakıyorum. Ayrıca yaklaşık bin yıl önce Arapça ve Farsça olarak aşk hakkında yazılmış orijinal tasavvuf kitaplarından birini çeviriyorum. Kitap, insan sevgisi ve Allah sevgisinin nasıl birbiriyle ilgili olduğunu anlatıyor.