26 Eylül 2009

Gözlerimizi saadet çağına çevirip Hz. Peygamber’in hayatını incelediğimiz zaman, orada İslam’ın ruh hayatının örneklerini, zühd ve tasavvufi yaşantının saf numunelerini görürüz. Hz. Peygamber’in vahiy gelmeden önce evinden barkından ayrılıp Hira dağındaki mağaraya inzivaya çekilmesi, Medine döneminde Ramazan ayının son on gününde itikâfa girmesi, tasavvufta file, erbain ya da halvet adı verilen yalnızlık hayatına benzemektedir.

Hz. Peygamber’in bütün hayatı, riyazat, tefekkür ve zühd denilen ruhi tecrübelerle doludur. O (sav), peygamber ve devlet başkanı olduğu halde söküğünü yamamaktan, merkebe binmekten, yün ya da kıldan yapılmış elbise giymekten, kölelerle bir arada bulunmaktan çekinmemiş, en sıkıntılı zamanlarında, en dar anlarında bile insanlara yardımcı ve destek olmaktan geri durmamıştır. Nefsi için asla kızmaması, intikam almak ve beddua etmek gibi bir zaafa kapılmaması, O (sav)’nun Hakk’ın yardımıyla nefsini ne ölçüde tezkiye ve terbiye ettiğini gösterir.

İbadeti “ihsan” terimiyle, “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk” seklinde tarif ve ifade eden Allah Resulü, ömrü boyunca imanını “ihsan” olarak yaşamış ve ashabını o modele uydurmaya gayret etmiştir. O (sav)’nun mümtaz ashabı, en büyüğünden en küçüğüne kadar, Muhammedî mektebin talebeleri olmuş, nefs engelini aşarak, Allah, Rasûlullah (sav) ve İslam için her şeylerini fedaya hazır olduklarını göstermişlerdir. Özellikle, ashap içinde suffe ehli olarak bilinen, dünya ve dünyalıklarla ilgileri bulunmayan sahabiler, sufilerin asr-ı saadetteki ilk temsilcileri sayılabilecek şahsiyetlerdir.

Kur'an ve sünnetin talim ettiği ve ashabın fiilen yaşadığı “zühd ve takva” gibi isimlerle anılan ruhî ve manevi hayat, ahiret-dünya dengesinin bozulmasından ve dünyanın ahireti gölgeleyecek bir biçimde ortaya çıkmasından sonra bir karşı tavır olarak sistemleşmiştir. Zira Kur'an ve sünnet esaslarına dayalı zühdî yaşayış, Asr-ı Saadet’ten sonra çeşitli vesilelerle yara aldı. Zühdî yaşantıyı ve manevî hayatı yaralayan en önemli sebep, fetihlerle gelen sosyal refahtı, hayat standardının yükselmesiydi. Bu yöneliş, dindar halk tabakaları arasında kaygı ile karşılandı. Saadet çağının zühdî hayatına olan özlem giderek arttı ve yaygınlaştı. Zühd ve takva konusunda belli bir olgunluğa ermiş bazı kimseler, devlet ricali ve zenginlerin dünyaya dalıp ahireti umursamaz bir tavır içine girmelerinden rahatsız olarak kendilerinin büsbütün zühdî hayata verdiler. Böylece Kur'an ve sünnetin özünde var olan zühd ve manevî hayat, dünya sevdalılarına bir reaksiyon olarak sistemleşti.

Zühdî hayatın sistemleşmesi ve yaygınlaşmasında ilk zahid-sufilerin tavırları kadar kaleme aldıkları Kitabu’z-zühd ve diğer tasavvufi eserler de etkili olmuştur.

Mutasavvıfların hadislerle olan ilgileri ilk devirlerde hadis rivayeti ve bu rivayetlerin nasihat vesilesi olarak değerlendirilmesi tarzında iken, daha sonraları “işari” anlamda şerh şeklinde ortaya çıkmıştır.

Zühd ve tasavvufun bir ilim ve hayat tarzı olarak İslam müesseseleri arasında yerini alması, bu ilim mensuplarını kendi görüş, yaşayış ve düşüncelerini teyid maksadıyla Kur'an ve hadisten deliller aramaya yönlendirdi. Aslında İslami ilimlerin ve İslam mezheplerinin oluşumu döneminde bütün fırkalar ve İslami müesseseler, Kur’an ayetlerini kendi görüşleri doğrultusunda tefsir etmeye, düşüncelerini teyit için ayet ve hadislerden deliller çıkarmaya büyük bir önem verdiler. Ayet ve hadislerde, eğer o anlam yoksa nasları o görüş istikametinde tevil etmeye çalıştılar. Bidat fırkası sayılan mezhep ve düşünce sistemlerinin mensupları bile, varlıklarını sürdürebilmek için kendilerini bunu yapmaya mecbur hissettiler.  Böylece başlangıçta ayet ve hadislerin nakle dayanan tefsir ve şerhlerine, akla dayalı re'y sistemi eklenmiş oldu. “Dirayet” metodu da denilen bu anlayışa mutasavvıflar, kendi düşünce ve yaşayışlarına uygun, manevî ve ruhî tecrübelerine, ledünni mükaşefelerine dayalı üçüncü bir metod kattılar. “İşari” adı verilen bu metot, ayetlerin tasavvufî tefsiri, hadislerin tasavvufî şerh ve yorumudur. Bu bakımdan mutasavvıfların Kur'an ve hadis ile olan ilgileri iki türlüdür:

1- Bütün İslami ilimler gibi tasavvufun kaynağının Kur'an ve sünnet olması sebebiyle,

2- Ayet ve hadislere, diğer ilimlerden farklı bir yaklaşımla bakarak işarî tefsir ve şerh metodunu getirmiş bulunmaları münasebetiyle.

Mutasavvıfların hadislerle olan ilgileri ilk devirlerde hadis rivayeti ve bu rivayetlerin nasihat vesilesi olarak değerlendirilmesi tarzında iken, daha sonraları “işari” anlamda şerh şeklinde ortaya çıkmıştır. Ayetlerin işari usulle tefsiri, hadislerden önce başlamıştır. Bugün bildiğimiz hadis şarihleri içinde tasavvufi tecrübeye dayalı olarak şerh yazanların ilki, Hâkim Tirmizi'dir. Onun başlattığı bu yol, Kelabazi, Konevi ve Bursalı İsmail Hakkı gibi mutasavvıflarca devam ettirilmiştir.

Mutasavvıfların yazdığı tasavvufî hadis şerhlerinin amelî tasavvufa yönelik olanları, tasavvufun nazarî ve fikrî tarafına ağırlık vererek yazılanlarından çoktur. Mutasavvıflar, genellikle kırk hadis geleneğine bağlı kalarak, kırk hadis mecmua ve şerhleri telif ettikleri gibi, bir tek hadis için şerhler de yazmışlardır.