“Sevdiğin kimseyi ölçülü sev; olur ki bir gün o, senin buğzettiğin/sevmediğin kimse oluverir. Buna mukabil, buğzettiğin kimseye de ölçülü buğzet; olur ki bir gün o, senin sevdiğin kimse oluverir.” (Tirmizi, Birr, 59)
Babasının bavulundan kaybolan sigara paketlerini onun aldığını da okula gidiyorum diye evden çıkıp çantasında ıslak mayoyla döndüğü günlerde okulu kırdığını da anlardı anne. Sokakta oynaması yasak olan kız kardeşinin tam babaya yakalanacakken hop diye içeri alınıp elinin yüzünün yıkanması ve divanın köşesinde kurulu bekleyen evcilik oyununun başına oturtulması gibi oğlanın haylazlıkları da örtbas edilir, gizlenirdi. Çocuklarını öyle çok severdi ki gözlerinde yaş görmeye dayanamaz, azıcık sıkılsalar işi gücü bırakıp onlarla oynamaya koyulurdu. Zaten o da bir yanıyla hep çocuktu. Bunca korumaya rağmen arada yaramazlıklar saklanamaz olduğunda baba esip gürlemeye başlar, o zamana kadar oyuncu bir serçe gibi sevimli olan anne nasıl olduğunu kimsenin anlayamadığı şekilde bir kartala dönüşür, kanatlarını açıp babayla çocukların arasına siper olurdu. Bunun böyle olmasında elbette babanın bildiği tek terbiye yolunun şiddet olmasının payı büyüktü.
Baba bu evde hep yalnızdı. Arkasında bir sır perdesi olduğunu sezer, hiçbir izaha tam anlamıyla güvenemezdi. Hep bir açık arar, ama çoğu zaman olan biteni ancak iş işten geçtikten sonra öğrenirdi. O vakit de küplere biner, öfkesini kontrolsüzce savururdu. Bundan en çok oğlan nasiplense de kız önleyemediği bir şiddetin seyircisi olmanın azabıyla ağabeyinin etkilendiğinden daha fazla yaralanırdı bu şiddet yüzünden. Evdeki ilişkiler çoktan bir düğüme dönüşmüştü. Kimin kimi tetiklediği, hangi davranışın neyin sonucu ya da sebebi olduğu artık çözülemez haldeydi. Babanın sertliği mi onları sürekli dolap çevirmeye sevk etmiş, yoksa onlar dolap çevirdikçe mi baba sertleşmişti, artık kimse bunu ayırt edemiyordu. Yetişkinlerin beceriksiz ilişkilerinde bir ikame aracı olmanın çocuklara verdiği zarar, annelerin aşırı sevgisi ve babaların anlamsız kızgınlıklarıyla katlandıkça katlanıyordu.
Çocuklar öyle ya da böyle büyüdü. Doğru dürüst okuyamasalar da iyi kötü bir iş tuttular, düzenlerini kurdular. Baba hep en dış halkada kaldı ve gittikçe sessizleşti. Artık sesi yüksek çıkan, durmadan birbirleriyle itişen çocuklardı. Hayatını onlara adamış anne şaşkındı. Mutlu olsunlar diye nice bedeller ödemişken mutlu olmadıkları gibi onun bu çabasını da takdir etmiyor, daha kötüsü ona hiç saygı duymuyorlardı.
Bu gerçek, anneden çok çocukların canını acıttı. Çok fazla sevilmenin kusana kadar yemek gibi bir şey olduğunu gördüler. Zayıflığını aşırı koruyuculukla telafi etmeye çalışan anne, hayatı boyunca ne çocukları için harcadığı eşinden ne de kendileri için her şeyi göze aldığı çocuklarından umduğu ilgiyi gördü. Bu kadar korunmuş olmanın büyümelerini kösteklediği çocuklar kendi yetersizliklerinden tiksiniyorlar ama bunun sorumluluğunu annelerine yüklemenin ağırlığı yüzünden, duydukları bütün öfke ve hayal kırıklığını kendi üzerlerine boca ediyorlardı.
Anne şaşkındı. Kabahati kendinde buldu. Çocuklarını yeterince sevmediğini düşündü, daha fazlasını yapmaya çalıştı. Artık hiçbir kırmızı çizgisi kalmamıştı. Yaşları otuzu aşmış çocuklarının yaptığı her türlü bencilliği, anlamsız kavgaları, hoyratça talepleri normalleştirmeye başladı. Çilekeşliği kutsal bir sorumluluk gibi üstlendi. Ve sonunda kendisiyle birlikte çocuklarını da alıp uçurumdan aşağı yuvarlandı. Baba odasından bile çıkmadı.