Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Çöle İnen Nur İçin Bir Deneme Girişimi

1 Şubat 2016 Pazartesi Siyer / Siyer Yazıcılığı Hakkında


Allah Rasûlü (sav)’nün hayatı, onu ele alan her bir yazarın temel mantalitesinden hareketle yeniden yazılırken, kritik nokta, yazıcının kendisine ya da çağına benzetmeye çalıştığı tarihsel kişiliklerin çağın temel kabullerine yaklaştırılarak dönüştürülmesidir.

Kıyıyı Terk Edebilmek Sırrı

Necip Fazıl, gaye eseri Çöle İnen Nur’da Allah Rasûlü (sav)’ne bambaşka bir iklimden bakmamız gerektiğini ortaya koyar. Çöle İnen Nur için edebî bir siyer denilebilmesinin nedenlerinden birisi de budur. Üstad, gelip önüne oturabilmenin büyük bir şevk ve gayret istediği bir pencereye bizi davet ederken edep içinde, üslubunu kurguya kurban etmeksizin, niyet ve samimiyeti bir kalıba maruz bırakmaksızın, öylece, en saf haliyle Allah Rasûlü (sav)’nün hayatına yaklaşmaya çalışır. Oraya gelip oturmaya talip olmak başlı başına bir hayat düsturunun peşinden gitmektir. Ama ne gitmek! Aklı yanına almayacaksın, nefsi silip atacaksın, “kıyı”nda sahip olduklarına gözünün ucuyla dahi olsa dönüp bakmayacaksın. O nazarı yalnız ve yalnız O’nun hayatına hasredecek, önünde diz çöküp oturulması zor kapıya vakfedeceksin. Bakış yalnızca O’nu anlamaya yönelecek öylece… Ötesi yok… Bu ancak kıyıyı terk etmekle mümkün ona göre…

Çöle İnen Nur’un başlangıç sayfalarını içeren ilk on dokuz sayfası, Necip Fazıl’ın nasıl bir siyerle karşılaşacağımıza dair duygu yoğunluklu düşüncelerini içeriyor. Fakat bu sayfalar sadece onun siyer yazımı ve Allah Rasûlü (sav)’nün hayatını yazma müsaadesi istediği bir takdimden ibaret değil. Günümüzde çokça eleştirilen “siyer roman şeklinde yazılabilir mi?” sorusuna ışık tutacak bir içeriğe de sahip.

Çöle İnen Nur

Necip Fazıl, Allah Rasûlü (sav)’nün hayatını yazmaya karar verdiğinde, uzun, kesintili ve zorlu bir dönem onu beklemektedir. İlk 1952’de Büyük Doğu Dergisi’nde “Allah’ın Sevgilisi” adlı makaleler kısa bölümler hâlinde yayımlanmaya başlar. Ardından 1956’da yine kısa bir süreliğine bu defa “O” başlığı ile Çöle İnen Nur adıyla bir araya getirilecek olan yazılar yayımlanır. Üstadın hapsi ile eser hapishane duvarları arasında kendini yazdırmaya devam eder. Nihayet 1959 yılında özgürlüğüne kavuşan Necip Fazıl, “gaye-eserim” dediği Çöle İnen Nur’u kitap hâline getirmeyi başarır. On yıla yakın bir süreçte demlene demlene okuyucusuna ulaşan eser hâlâ edebî siyer alanında emsalsizliğini koruyor.

“Gâye eserim” dediği eserine yazdığı son takdim yazısında, bu denememizin konusunu oluşturan ilk on dokuz sayfanın özetini yapar: “Tefsir, hadis, siyer ve nakil olarak en emin kaynaklardan devşirili ve kaynaklarını tek tek göstermek tasasından uzak… Sadece iman sahiplerine hitabedici, hiçbir aklî teftiş, tespit ve ispat gayretine düşmeyici, mutlak ‘doğru’ üzerine hissi ve teessürî bir çatı kurucu ve eğer bir kıymeti varsa onu bu noktada toplayıcı bir denemedir” der. [1] Onun bu vizyonu eserin tamamına sirayet etmiştir. Hülâsa Çöle İnen Nur’un “Başlangıç” bölümü bize “nasıl bir siyer?” sorusunun başına iliştirilecek öncül bir soru sorar: Allah Rasûlü (sav)’nün hayatına nasıl ve hangi biçimde yaklaşmalıyız?

O’nun hayatını yazmak zorundadır. Buna mecburdur, mahkûmdur. Üstelik bu hayat karşısında acizdir. Hangi dönem, her ne yazılmışsa O’nun hakkında eksiktir, tam değildir. Bizim hayatımız ile Allah Rasûlü (sav)’nün hayatı arasında derin bir fark vardır: Biri bir güneş gibi her doğduğunda bizi şaşırtır, diğeri her akşam evimizin önünden geçen bir çöp arabası kadar kanıksanmış bir sıradanlıktadır.

Akıl Putunu Yere Çal

Nurun kalbe inmesi önemlidir. O, inanmak eyleminin nasıl bir gaye olduğuna atıfla “Beyninin her atomu bir güneş kadar ışıklı o “İmam-ı Rabbanî” inanır ki Allah’a doğru her atılışında gizli bir put diken aklın türettiği putlar ormanını, yine akıl baltasiyle devirmiş, böylece yine aklın atabileceği en uzun adımı atmış ve baltasının parlak yüzüne, dünyanın en güzel sözü olan “Allah ötelerin ötesi; ötelerin ötesinden de ötesi, her ötenin ötesi…” düsturunu yazmıştır” der. [2]

Akıl ile aptallık arasında kurduğu bağda Necip Fazıl, aslında tam olarak modern insanı tanımlar. Aptal insan, güzeli bulamadığından boştur. Bu boşluk onu çirkinlikten korumuştur. Buna belki aptal denemez çünkü onun şuuraltında birçok hakikat gün yüzüne çıkmak için sırasını, kaderini beklemektedir. Fakat Üstad’a göre asıl aptal kişi, boş kâğıdın üzerine hiçbir şey yazmamış olan değil; “saçma-sapan, kör-topal, yalan-yanlış şeyler karalamış ve onlara sımsıkı sarılmış olandır. Yani aptallıktan yola çıkıp akla varamamış ve yarı yolda kalmış idrak cücesi…” [3] Modern insanın idrak damarlarının kesilmiş olmasından ileri gelen bu yalan-yanlışı hakikat sanma ve o yolda ilerleme, aklın tuzaklarından birisi olarak insanı çepeçevre kuşatmış durumdadır.

Aklın, iman söz konusu olduğunda nasıl bir arafta durması gerektiği büyük bir dikkatle dile getiren Necip Fazıl, inanmak sözcüğünü insandan akla, oradan ötesine bir basamak olarak tanımlar. “İnanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl dâvasıdır yahut yarı yolda bangır bangır iflas eden aklın her türlü desteğinden mahrum, fakat gizli bir ruh feyziyle gayesini sezmiş ve fikir kargaşalığından kurtulmuş sâf ve basit adam işi…”  Tuzaklara düşmeksizin, duraklara takılmaksızın, aklı gerektiği yerde bir binek gibi kullanarak, gerektiği yerde ardına bırakarak inanmak eylemine devam etmelidir insan.

O’nu Yazabilmek Gayesi

Necip Fazıl, Allah’ı aramak yolunda bir araç olarak gördüğü sanatı, boynuna asılmış “mutlak hakikat” kemendi olarak tasvir eder. O sanat ki gayesi Allah’ı aramaktır, eşyanın üzerindeki duvakları tek tek kaldırmak ve yaratılışın hakikatini aşikâr kılmaktır. Şair, gelip bu kapıya dayandığında kendisini bir siyer yazıcısı olarak bulur. Bu, kaçınılmazdır. Yazmak eylemine ölümcül anlamlar yükleyenlerin, bir yarayı kanatır gibi yazanların, cennetten koparkenki “nun”u arayanların, eli kalem tutan, dili kelâm söyleyen her insanın, O’nun şefaatini murad ettiği, O’nu anlatmakla şerefleneceği insanlık iftiharının hayatını yazabilmek…

Bu gönüllü tutsaklık, ebedi özgürlüktür Necip Fazıl’da. O’nun hayatını yazmak zorundadır. Buna mecburdur, mahkûmdur. Üstelik bu hayat karşısında acizdir. Hangi dönem, her ne yazılmışsa O’nun hakkında eksiktir, tam değildir. Bizim hayatımız ile Allah Rasûlü (sav)’nün hayatı arasında derin bir fark vardır: Biri bir güneş gibi her doğduğunda bizi şaşırtır, diğeri her akşam evimizin önünden geçen bir çöp arabası kadar kanıksanmış bir sıradanlıktadır. “Hiç seninki, en küçük çaptan en büyüğüne kadar, bütün söylenmişlere, söylenenlere ve söyleneceklere rağmen anlatılabilmiş midir?”[4] diye sorar Üstad.

Kıyıyı Terk Edebilmek Sırrı

Necip Fazıl’ın eserinde dikkat çekici önemli bir konu, bugün edebî siyer yazımı konusunda siyer yazarlarına ışık tutacak niteliktedir. O’nun hayatını yazabilmek için Üstad öncelikle O’ndan büyük bir edeb ve ihtiramla “izin” ister. O, bir şair olarak değil, bir kul olarak Allah Rasûlü (sav)’nün hayatını yazmaya niyet etmiştir. Gördüğü lüzum üzerine, o güne kadar yazılmış olanların eksik-gedik oluşları üzerine, “en iyiyi” yazabilmek dürtüsüyle, “bir de şu biçimde O’nun hayatını anlatayım” düşüncesiyle, “ben de yazayım” tahrikiyle, “gerçekleri ortaya çıkarmak” esprisiyle ya da başka herhangi bir gerekçeyi kendisine mihenk edinmeksizin O’nun hayatını yazmak ister. Aslında tek bir neden vardır: Kendisinden, nefsinden kaçabilmek, O’na varabilmek… Vardığında, varlığında kaybolabilmek. “İzin ver; O’nu bir kere de ben anlatayım! İzin ver; herkesin, boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden, yani kendimden uzaklaşabilmek manasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum” [5] der.

Onun ifade etmek istediği şey açıktır. Allah’ın Rasûlü (sav)’ne varabilmek için kendi kıyımızdan, kıyıda sahip olduklarımızdan, elde ettiklerimizden, elde tuttuklarımızdan, aidiyetlerimizden, geçmişimizden, şimdimizden, zihniyetimizden, kabullerimizden ve yargılarımızdan uzaklaşabilmek eylemine niyet etmek… Bunların tümü, O’nun ufuksuz denizinde kaybolmak sevdasıyla yola çıkmış insan için bir dünya yüktür. O yük ile yol alınmaz. Lidere tabi olunacaksa onda eriyebilmek için yükünü bırakacaksın! Üstad, bu duygularla Çöle İnen Nur’u “çöle ve bütün zaman ve mekâna” diye pekiştirir.

Necip Fazıl’ın, O’nun hayatını yazmaya hazırlanırken şikâyet ettiği bir konu vardır. Bugün bizim de karşı karşıya olduğumuz ve önümüzdeki yıllarda da -edebî siyerler için şu an hiç de iyi örneklerinin verilmediği- tartışılacak siyerin romanlaştırılması mevzusu. Necip Fazıl, sanki günümüz roman örneklerini haber veriyormuş gibi çarpıcı bir ifade kullanır. Allah Rasûlü (sav)’nün hayatını yazma talebinin ardından, O’nun hayatını yazarken “tekrarlama” endişesini dile getirir.

Siyeri Posalaştırmak

Necip Fazıl’ın, O’nun hayatını yazmaya hazırlanırken şikâyet ettiği bir konu vardır. Bugün bizim de karşı karşıya olduğumuz ve önümüzdeki yıllarda da -edebî siyerler için şu an hiç de iyi örneklerinin verilmediği- tartışılacak siyerin romanlaştırılması mevzusu. Necip Fazıl, sanki günümüz roman örneklerini haber veriyormuş gibi çarpıcı bir ifade kullanır. Allah Rasûlü (sav)’nün hayatını yazma talebinin ardından, O’nun hayatını yazarken “tekrarlama” endişesini dile getirir. “Tekrarlamak, bir şeyi tam mâluma ircâ ettikten, çepeçevre sardıktan ve kavradıktan, yâni posalaştırdıktan ve cevhersizleştirdikten sonra ele almak demekse sen hiçbir surette tekrarlanamazsın” [6] der. Allah Rasûlü (sav)’nün hayatının türlü eklemelerle tekrarının, O’nun hayat mesajının barındırdığı cevheri sürekli örttüğüne ve sıkılıp suyu çıkartılmak suretiyle posalaştırılan kutsal metinlere dönüştürdüğüne vurgu yapar.

Tekrarlamak üzerine bir vurucu ifade daha kullanır ki bu ifade bugün içinde bulunduğumuz hâlin özeti gibidir. “Yine tekrarlamak, denizin en derin noktasında boyuna göre sulara gömülen bir veya bin ölçü şeridinin, her defa beraber ve ayrı ayrı gösterdiği mikyas, yani bir veya bin kişinin her defa ve ayrı ayrı belirttiği duyuş ve anlayış seviyesi demekse onlar seni değil, kendilerini tekrarlamış olurlar.”[7] Siyer metinlerinin romanlaştırılması sürecinde yazarların bakış açılarının, temel zihniyet yapılarının kurgusal metinlere yansıması sonucu, siyer metinlerinin çarpıtılması, Üstad’ın tam da “kendilerini tekrarlamış olmak” dediği düşünce ile örtüşür. Allah Rasûlü (sav)’nün hayatı, onu ele alan her bir yazarın temel mantalitesinden hareketle yeniden yazılırken, kritik nokta, yazıcının kendisine ya da çağına benzetmeye çalıştığı tarihsel kişiliklerin çağın temel kabullerine yaklaştırılarak dönüştürülmesidir. 

Son olarak Necip Fazıl bir tekrar tanımı daha yaparak hususiyetin temel kriterini belirler: “Ve yine tekrarlamak, hiçbir sırrına erişilemeyeceğinden başka şuurumuz olmayan, nâmütenahi derin ve girift bir hâdisenin, sadece vecd ve aşk aynasında, durmadan, üst üste aksettirdiği parıltıları toplamak, yani gerçek sanata gerçek mevzuunu vermek demekse, seni tekrarlamaktan büyük vazife olmaz ve ona tekrarlamak denmez” [8] der.   

Necip Fazıl, henüz Allah Rasûlü (sav)’nün hayatını anlatmadan, bir siyer yazımına girişmeden eserinin başına aldığı on dokuz sayfalık başlangıç yazısı ile bu alana yönelirken destur çekmek gerektiğini hatırlatan bir uyarıcıdır. Allah Rasûlü (sav)’ne “yaklaşma”da tek gayenin Allah’a yakınlık ve Rasûlü (sav)’nden şefaat olması, bunun dışında hiçbir eğilim, akım, popülarite, trend vs. gibi konjonktürel tesiri umursamaması, dinin ve dinî sembollerin pazarlamasını yapan mihrakların tuzağına düşmeksizin onlara okkalı cevaplar vermesiyle alanında tek eser olmaya devam ediyor. Necip Fazıl’ın yukarıda zikrettiğimiz ifadeleri ve siyer yazımına bakış açısı bugün hepimizin niyet ve gayretini sigaya çeken bir vicdandır.

 

Dipnotlar:

1. Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, 51. Bsm., İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 2014, s.8.

2. Kısakürek, a.e., s. 11.

3. A.e., s. 11.

4. A.e., s. 13.     

5. A.e., s. 13.

6. A.e., s. 13.

7. A.e., s. 14.

8. A.e., s. 14.