İslam Tarih ve Kültüründe Ehl-i Beyt-i Rasûlullah'ın Yeri ve Önemi

11 Kasım 2013

Hz. Peygamber'in Çocukları, Damatları ve Torunları

Hz. Peygamber'in Mekke'de Hz. Hatice'den 4'ü kız 2'si erkek olmak üzere 6 evladı dünyaya gelmiştir. Oğulları Kasım ve Abdullah küçük yaşta vefat etmiş, Mekke'de toprağa verilmişlerdir. Kızları Zeyneb, Rukıyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma Medine'ye hicret etmişler ve orada vefat etmişlerdir.

Hz. Peygamber'in yedinci evladı İbrahim, Medine'de 7. yılda evlendiği Mariye el-Kıbtıyye'den dünyaya gelmiş, ancak fazla yaşamamış ve küçük yaşta vefat etmiştir.

Image

Büyük kızı Zeyneb, teyzesinin oğlu Ebu'l-As b. Rebî' ile evlenmiştir. Ebu'l-As'ın Müslüman olmaması üzerine ayrılmışlar, Zeyneb hicret etmiş, daha sonra Müslüman olması üzerine tekrar evlenmişlerdir. Bu evlilikten Ümame ve Ali isimli iki çocukları dünyaya gelmiştir. Ali küçük yaşta vefat etmiş, Ümame'nin ise yaptığı evliliklerden çocuğu olmamıştır.

Rukıyye ve Ümmü Gülsüm bisetten önce Hz. Peygamber'in amcası Ebû Leheb'in oğulları Utbe ve Uteybe ile nikahlanmışlardır; ancak İslamiyet'in zuhuru üzerine Ebû Leheb bu evliliklere son vermiştir. Rukıyye, Mekke döneminde Hz. Osman ile evlenmiş, bu evlilikten Abdullah isimli bir oğulları olmuş, ancak küçük yaşta vefat etmiştir. Rukıyye ise hicretin 2. senesinde Medine'de vefat etmiştir.

Rukıyye'nin vefatından sonra Hz. Osman, Ümmü Gülsüm ile evlenmiştir. Bu evlilikten çocukları olmamıştır. Ümmü Gülsüm hicri 9. senede vefat etmiştir.

Hz. Peygamber'in küçük kızı Fatıma hicretin 2. yılında Hz. Ali b. Ebû Talib ile evlenmiş, bu evlilikten Hasan, Hüseyin, Muhsin, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm isimli çocukları dünyaya gelmiştir. Muhsin bebek iken vefat etmiş, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm'ün ise nesebleri devam etmemiştir.

Image

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber'in Hz. Fatıma dışındaki bütün evladı kendisinin irtihalinden önce vefat etmişlerdir. Hz. Fatıma da babasından 4 veya 6 altı ay sonra O'na kavuşmuştur. Hz. Peygamber'in nesli ise ittifakla kabul edildiği üzere torunlarından Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin vasıtasıyla devam etmiştir. Asr-ı Saadetten sonra Hz. Peygamber'in bu nesli Ehl-i Beyt olarak anılmışlardır.

Hz. Peygamber'in ailesi dışında ashabdan bazı kişilere, Ehl-i Beyte dahil olma payesi verdiği görülmektedir. Selman el-Farisî ve Vâsile b. Eskâ'nın adları bu sahabe arasında sayılır.

Zaman içerisinde Hz. Peygamber'in uygulamalarını farklı yorumlama sonucu ya da mezhep taassubu sebebiyle, Hz. Peygamber'in Ehl-i Beytinin kapsamı konusunda farklı yaklaşımlar ortaya konmuştur. Bu yaklaşımlardan en dar kapsamlı olanına göre Ehl-i Beyt, sadece Hz. Peygamber'in eşleridir. Ehl-i Beyt kavramını en geniş ölçekte yorumlayanlar ise bütün Ümmet-i Muhammed'in Ehl-i Beyt olduğunu ileri sürerler. Ancak bu görüşler yaygınlık kazanmamıştır.

Hz. Peygamber de Ehl-i Beytini sevmiştir. Onların üzerine titremiştir. "Ey iman edenler gerek kendinizi ve gerek ehlinizi/ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki onun yakacağı insanla taştır" âyeti mucibince O da ailesinin dünya ve ahiret mutluluğuna erişmesi için onları daima gözetmiş, muhafaza etmiştir.

II. Hz. Peygamber Nezdinde Ehl-i Beytinin Yeri ve Önemi


Tevhide ilk olarak onlar şehadet getirmişler, O'nun peygamberliğine ilk andan itibaren gözlerini kırpmadan iman etmişler, İslamiyet'in tebliği safhasında da ilk günden itibaren Hz. Peygamber'i korkusuzca desteklemişler ve himaye etmişlerdir.Hz. Peygamber için  ailesi son derece önemli olmuştur.

Emir ve yasakları, sorgulamadan uygulamışlardır.

Peygamber ailesi olmanın getirdiği sorumluluğu taşımışlar, örnek olmuşlardır.

Cebrail, onlar hakkında vahiy getirmiştir.

Peygamber nasıl yaşıyorsa ve onların nasıl yaşamalarını istiyorsa öyle yaşamaya azami ölçüde gayret etmişlerdir.

Peygamber uygulamalarını hıfzetmişler ve bu uygulamaları nakletmişlerdir.

Ve her şeyden önemlisi eşleri, babaları olan Peygamberlerini canlarından aziz bilmişler ve sevmişlerdir.

Hz. Peygamber de Ehl-i Beytini sevmiştir. Onların üzerine titremiştir. "Ey iman edenler gerek kendinizi ve gerek ehlinizi/ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki onun yakacağı insanla taştır." âyeti(1) mucibince o da ailesinin dünya ve ahiret mutluluğuna erişmesi için onları daima gözetmiş, muhafaza etmiştir.

Ehl-i Beyt fertlerinden her birinin Hz. Peygamber nezdinde hususi yerleri olduğunda şüphe yoktur. Ehl-i Beyt mensuplarının her biri de yüksek ahlaki meziyetlere sahip şahsiyetlerdi. Onların seçkin konumlarına işaret eden âyet ve Peygamber sözleri mevcuttur.

Son günleri yaklaşan Hz. Peygamber, gözünden sakındığı Ehl-i Beytini ashabına ve dolayısıyla da ümmetine emanet etmiştir. Sekaleyn hadisi olarak meşhur olan bu rivayete mesned olan günde Hz. Peygamber, kendisinden sonraya iki şey bıraktığını, bunlardan birinin Kur'ân-ı Kerim, diğerinin ıtresi, yani Ehl-i Beyti olduğunu bildirmiştir.

Bilhassa Hz. Peygamber'in Ehl-i Beytinden olan hanımlarının konumu Kur'ân-ı Kerim tarafından belirlenmiştir. Onlar diğer hanımlar gibi değillerdir: "Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz!"(2) ve onlar müminlerin anneleridir: "Peygamber, müminlere kendi canlarından üstündür. Eşleri, onların analarıdır."(3) Müminlerin anneleri olmaları hasebiyle de, Hz. Peygamber'den sonra bir başkası onlarla evlenemez: "Sizin Allah'ın Rasûlü'nü üzmeniz ve kendisinden sonra O'nun hanımlarını nikahlamanız asla caiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük günahtır.(4)" Müminler bu minval üzere hareket ederek Ezvâc-i Tâhirâtı baş tacı etmişler ve Hz. Peygamber'le birlikte anılarını yaşatmışlar, onlara sevgi ve saygı göstermede kusur etmemişlerdir.

Ehl-i Beytin diğer fertlerinden Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e gelince, Hz. Peygamber onlara karşı bir başka yakınlık duymuş ve çeşitli vesilelerle bu muhabbeti lisana getirmiştir. Hz. Fatıma ve Hz. Ali irtihaline kadar O'nun yuvasından hiç ayrılmaksızın Hz. Peygamber'le ömür sürmüş yegane kişiler olmuşlardır. Onlardan Hz. Peygamber'i üzecek hiçbir davranış sadır olmamıştır. Her biri hakkında Hz. Peygamber'in hususi iltifatları mevcuttur.

Hz. Peygamber kızı Fatıma'nın kendisinden bir parça olduğunu, onu üzen şeyin kendisini de üzeceğini söylemiştir: "....Kızım Fatıma ancak benden bir parçadır. Ona şüphe veren şey beni de şüphelendirir, onu üzen şey beni de üzer".(5) Onu cennette ve dünyada mümin kadınların seyyidesi olarak tavsif etmiştir.(6) İrtihalinden sonra kendisine ilk kavuşacak olan kişinin o olduğunu söylemesi ise kızını ziyadesiyle sevindirmiştir.(7)

Aynı şekilde Hz. Peygamber, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e olan muhabbetini alenen ve defaatle ifade etmiştir. Hasan ve Hüseyin'i cennet gençlerinin efendileri olarak tanımlamıştır.(8) Onları sevdiğini beyan ederek, Allah'tan da onları sevmesini ve onları sevenleri sevmesini niyaz etmiştir.(9) Cenâb-ı Peygamber'in "Onlar benim dünyadan (öpüp kokladığım) iki reyhanımdır" hadisi de, torunlarına duyduğu sevginin bir ifadesidir.

Hz. Ali'nin Hz. Peygamber yanındaki makbuliyeti ve rüçhaniyeti ise gıpta edilecek bir mertebede olmuştur. Hz. Ali, Hz. Peygamber'in amcasının oğlu, kardeşleştirme esnasında kendisine seçtiği kardeşi ve aynı zamanda damadı idi. Tebük savaşında Medine'de bırakılışına üzülen Hz. Ali, Hz. Peygamber tarafından "Senin benim yanımdaki konumun, Harun'un Musa'nın yanındaki durumu gibidir, ancak benden sonra peygamber yoktur." sözleriyle teselli edilmiştir.

Son günleri yaklaşan Hz. Peygamber, gözünden sakındığı Ehl-i Beytini ashabına ve dolayısıyla da ümmetine emanet etmiştir. Sekaleyn hadisi olarak meşhur olan bu rivayete mesned olan günde Hz. Peygamber, kendisinden sonraya iki şey bıraktığını, bunlardan birinin Kur'ân-ı Kerim, diğerinin ıtresi, yani Ehl-i Beyti olduğunu bildirmiştir. Bu ikisinin havuz başında kendisine ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmayacağını, ümmetinin bu ikisine yapışıp, sıkıca sarılmaları halinde ebedî olarak sapmayıp dalalete düşmeyeceklerini ifade buyurmuştur. Burada Ehl-i Beytini Kur'ân'dan ayrılmayan bir çizgi olarak tavsif etmiştir. Ve "Ehl-i Beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum.", ifadesiyle de bu emanetine sadakat gösterilmesini vasiyet etmiştir.(10)

Müslümanların kabulüne göre Ehl-i Beyt sevgisi Peygamber sevgisinin bir parçasıdır. Nitekim Peygamber Efendimizin, ashabından kendisini sevmelerine binaen Ehl-i Beytini sevmelerini istemesi bu anlayışın bir senedidir: "Size nimetlerinden bahşettiği için Allah'ı seviniz; Allah sevgisiyle Beni seviniz ve Benim sevgimle Ehl-i Beytimi seviniz".

Biz bu emanetten, Hz. Peygamber'in aziz hatırasına saygı olarak onun Ehl-i Beytini muhabbetle benimsemeyi, onların Kur'ân ahlakını aksettiren şahsiyetlerini örnek almayı ve toplum içinde hukuklarını muhafaza etmeyi anlıyoruz. Zira Ehl-i Beyt mensupları da tıpkı ashab-ı kiram gibi sünnet-i Nebeviyye'nin uygulayıcıları ve aktarıcılarıdır.

Bilindiği üzere Peygamber Efendimiz'in ümmetine bir emaneti de salavat-ı şerife ile kendisine dua edilmesi, böylece şanının yüceltilmesidir. Nitekim Allah ve melekleri O'na salat ve selam etmektedirler. Allah müminlere seslenerek, onların da Nebîsine salat ve selam getirmelerini istemiştir: "Allah ve melekleri Nebî (Muhammed)'e çok salat ederler; ey inananlar, siz de ona salat edin. Ona tam bir teslimiyetle selam verin".(11)

Ahzab sûresinin bu âyeti nazil olduğunda ashab O'na nasıl salat edebileceklerini Hz. Peygamber'e sual etmişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz onlara, bizlerin salli-barik duaları olarak bildiğimiz salavat-ı şerifeleri öğretmiştir. Bu salavatlarda, tıpkı İbrahim (as)'ın âline olduğuna gibi Peygamber Efendimiz'in de âline dua edilmektedir.(12)Ve bu salavatlar asırlardır müminlerin günde beş vakit ibadetlerinde zikirleri olmuş ve onların Peygamber ve ailesine bağlılıklarını canlı tutmuştur.

Müslümanların kabulüne göre Ehl-i Beyt sevgisi Peygamber sevgisinin bir parçasıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz'in, ashabından kendisini sevmelerine binaen Ehl-i Beytini sevmelerini istemesi bu anlayışın bir senedidir: "Size nimetlerinden bahşettiği için Allah'ı seviniz; Allah sevgisiyle Beni seviniz ve Benim sevgimle Ehl-i Beytimi seviniz".(13)

Buharî şarihi Aynî, Âl-i Rasûl muhabbetini, ashab sevgisiyle birlikte, imanın şubeleri arasında sayarak Ehl-i Beyt sevgisinin derecesini ve ehemmiyetini tartışmasız bir şekilde ortaya koymuş ve bu sevginin aynı zamanda imanımızın kemalini tevlid eden bir unsur olduğunu bildirmiştir.(14)

Ehl-i Beyte yaklaşımları açısından bakıldığında Emevî halifelerinin önemli yanlış uygulamaları cereyan etmiştir. Bu dönem zarfında Ali-Fatıma evladını siyasetten uzak tutmak için bilinçli bir siyaset takip edilmiştir. Her şeyden önce Muaviye döneminde, kesin çizgilerle bir Hz. Ali karşıtlığı yerleştirilmeye çalışılmıştır. Hz. Ali'ye sebbedilmesi (beddua) bu karşıtlığın açık bir göstergesi haline gelmiştir.

III. Siyasi Gelişmeler Karşısında Ehl-i Beyt

Hz. Peygamber'in Vefatından Sonra

Hz. Osman'ın hilafet döneminin son zamanlarında ortaya çıkan karışıklıklar sonucu halifenin şehid edilmesinin ardından Hz. Ali'ye biat edilmiştir. Şam valisi Muaviye b. Ebû Süfyan'ın önce Hz. Osman'ın katillerinin cezalandırılmasını talep ederek meşru halife olmasına rağmen Hz. Ali'ye biat etmemesi ve Hz. Aişe'nin etrafında yine aynı gerekçe ile toplananların Hz. Ali'nin karşısında yer almaları ile meydana gelen siyasi gelişmeler, Ehl-i Beyt mensuplarının ileride çekeceği sıkıntıların sanki birer habercisi olmuştur.Siyerin her sayfasında Ehl-i Beytin isimleri şerefle yazılmıştır. Ehl-i Beyti, Peygamber Efendimiz'in yüz akı olmuştur. Hz. Peygamber'in hatırasına onların da kokusu sinmiştir. İlk üç halife döneminde de Ehl-i Beyte gereken sevgi ve saygı gösterilmiştir. Sadece Hz. Ebû Bekir'in halife seçildiği toplantıya çağırılmamış olması o sırada defin işleriyle meşgul olan Hz. Ali'nin sitemine sebep olmuş, ancak mevzu gerginlik yaratacak şekilde büyütülmemiştir. Hz. Fatıma ve Hz. Ebû Bekir arasında Hz. Peygamber'in mirası konusunda görüş ayrılığından kaynaklanan bir serinlik sudur etmişse de bu konu da Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Fatıma'nın gönlünü almaya çalışmasıyla aksi tesir uyandırmamıştır.

Emevî Dönemi

Bu tarihî gelişmeler neticesinde Hz. Ali dönemi Cemel ve Sıffin savaşları gibi maalesef son derece talihsiz iki olaya sahne olmuştur. Bu gerilim Hz. Ali'nin şehadetiyle neticelenecek hadiselere sebebiyet vermiş, fakat bu kadarla da kalmamıştır. Hz. Hasan'a biat edilmiş olmakla birlikte, artık Kufe karşısında ayrı bir güç haline gelen Muaviye b. Ebû Süfyan, Hz. Hasan'ı da halife olarak tanımayarak hilafet mücadelesini sürdürmüştür. Kendi ordusunda yeterli gücü ve desteği bulamayan Hz. Hasan ise, daha fazla kan dökülmesini de istemediği için sonunda hilafeti Muaviye b. Ebû Süfyan'a devretmiştir. Böylece tek merkezli siyasi idare tekrar hakim olmuş, Ümeyyeoğulları arzuladıkları iktidara kavuşmuşlar ve böylece Emevî Devleti kurulmuştur.

Ehl-i Beyte yaklaşımları açısından bakıldığında Emevî halifelerinin önemli yanlış uygulamaları cereyan etmiştir. Bu dönem zarfında Ali-Fatıma evladını siyasetten uzak tutmak için bilinçli bir siyaset takip edilmiştir. Her şeyden önce Muaviye döneminde, kesin çizgilerle bir Hz. Ali karşıtlığı yerleştirilmeye çalışılmıştır. Hz. Ali'ye sebbedilmesi (beddua) bu karşıtlığın açık bir göstergesi haline gelmiştir. Cuma hutbelerinde açıkça Hz. Ali'yi kötüleyen ifadelere yer verilmiştir. Diğer vilayetlerde olduğu gibi Medine'de Hz. Peygamber'in mescidinde de, cemaatin arasında Hz. Hasan ve Hüseyin'in de bulunmasına rağmen bu uygulama devam ettirilmiştir. Hz. Ali'ye minberden lanet okunmasına açıktan tepki gösterenler ise sert bir şekilde cezalandırılmışlardır. Hutbelerde Hz. Ali'ye sebbetme âdetine, Emevî halifelerinden Ömer b. Abdülaziz son vererek onun yerine "İnnallahe ye'mürü bi'l-adli ve'l-ihsân.." (15) şeklinde başlayan Nahl sûresinin 90. âyetinin okunmasını sağlamıştır.

Yine bu dönemde 49/669 senesinde vefat eden Hz. Hasan'ın cenazesinin defni sırasında Haşimîlerle Emevîler arasında bir gerginlik yaşanmıştır. Vefatının yaklaştığını anlayan Hz. Hasan, Hz. Aişe'ye müracaat ederek Hücre-i saadette boş bulunan mezar yerine kendisinin defnedilmesi için izin istemişti. Ancak Medine valiliği tarafından Hz. Hasan'ın buraya defnedilmesine engel olunmuştur.

Muaviye b. Ebû Süfyan'ın, Yezid'e veliahd olarak biat alma girişimine ise Hz. Hüseyin olumlu cevap vermemiştir. Medineliler üzerindeki tesirini çok iyi bildiği Hz. Hüseyin'in biatı Muaviye b. Ebû Süfyan için son derece önem arzediyordu. Bu sebeple Hz. Hüseyin üzerinde baskı oluşturmuş, icbar edici tedbirlere başvurmuş, sanki Hz. Hüseyin kabul etmiş gibi gösterek oğlu Yezid'e veliahd olarak biat almıştır.

Yezid b. Muaviye'nin hilafetinde meydana gelen Kerbela faciası (10 Muharrem 61) ise bu gerilimin kırılma noktasını oluşturur. Bu vaka İslam tarihinin en elim hadiselerinden biri olarak zihinlere kazınmış, acısı ise tazelenerek bugünlere kadar devam etmiştir.

Emevîler dönemine bakıldığında Hz. Ali ve evladı taraftarlığının karşısında, daha çok siyasi elit arasında hakim olan "nâsıbîlik" olgusunun şekillendiğini görmekteyiz. Kufe valisi Haccac es-Sekafî (95/714) Ehl-i Beyte muhalif olması sebebiyle "nâsıbî" ünvanını alan ilk kişilerdendir.

Abbasî Dönemi

İktidar söz konusu olunca Abbasîler döneminde de Emevîler'in tutumundan çok farklı bir manzara ortaya çıkmamıştır. Abbasoğulları Emevî iktidarına son vermek üzere sürdürdükleri gizli propaganda döneminde "er-rızâ min Âl-i Muhammed" sloganıyla, Âl-i Muhammed'den razı olunacak birisi için biat alıyorlardı. Biat esnasında belli bir isim zikredilmiyordu, ancak biat edenler Ehl-i Beytten birisinin başa geçmesi üzere biat ettiklerini zannediyorlardı. Abbasoğulları bu gizli davet sürecinin başarıya ulaşması için Ehl-i Beytin Müslümanlar üzerindeki müsbet tesirinden ve onlara karşı tabii olarak neşet eden teveccühten istifade etmişlerdir. Emevî saltanatına nihayet veren bu ihtilalin başarısını Abbasoğulları kendilerine mal ederek hilafet koltuğuna oturmuştur.

Abbasî döneminin ilk dönemine genel olarak bakıldığında Ali-Fatıma evladının herhangi bir isyan girişimleri bulunmasa bile sürekli denetim altında tutulduklarını görüyoruz. Bu sebeple hapsedilenler, sürülenler, takip edildikleri için kaçıp saklananlar olmuştur. Ancak halifelerin tamamı aynı ölçüde baskıcı davranmamışlardır. Me'mun, Mu'tasım, Vasık ve Muntasır'ın hilafetleri bu anlamda ilişkilerin düzeltildiği, hataların telafi edildiği zaman dilimleri kabul edilir.

Abbasîlerin ilk döneminde küçüklü-büyüklü başkaldırı hareketleri meydana gelse de gördükleri baskı karşısında Ehl-i Beyt mensuplarının genelde sabır ve teenni yolunu tuttukları görülür. Âl-i Beyt, cemiyet içerisinde alim ve fazıl kişiler olarak temayüz etmişlerdir. Devlet görevlileri bir tarafa bırakılacak olursa, toplum tarafından her zaman hürmet görmüşler, sevilmişlerdir. Özellikle tabileri arasında ilim adamları, şairler bulunmuştur. Burada özellikle zikretmemiz gereken bir husus İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Şafiî'nin açıkça ortaya koydukları Ehl-i Beyt taraftarlığıdır. Dolayısıyla onların bu tutumu Ehl-i Beyte bağlılık ve saygı gösterme noktasında Ehl-i Sünnet çizgisini şekillendirmiştir.

Abbasî döneminin ilk dönemine genel olarak bakıldığında Ali-Fatıma evladının herhangi bir isyan girişimleri bulunmasa bile sürekli denetim altında tutulduklarını görüyoruz. Bu sebeple hapsedilenler, sürülenler, takip edildikleri için kaçıp saklananlar olmuştur. Ancak halifelerin tamamı aynı ölçüde baskıcı davranmamışlardır. Me'mun, Mu'tasım, Vasık ve Muntasır'ın hilafetleri bu anlamda ilişkilerin düzeltildiği, hataların telafi edildiği zaman dilimleri kabul edilir.

Ehl-i Beytin İslam Coğrafyasına Dağılması

Ali-Fatıma evladı merkezli bazı itikadi mezhepler ve oluşumlar da mevcuttur. Erken tarihte daha çok Rafızi olarak adlandırılan bu topluluklar, daha sonra Şia genel başlığı altında İmamiyye (İsnâ Aşeriyye veya Caferiyye), İsmailiyye (Sebıyye veya Batıniyye) ve Zeydiyye gibi özel isimlerle anılmaya başlamışlardır.II. yüzyılın yarısından itibaren bazı Ehl-i Beyt mensupları farklı coğrafyalara dağılmışlardır. Fas'ta devam etmekte olan İdrisî Devleti'nin temelleri bu dönemde atılmıştır. Yine Hazar Denizi'nin kuzeyinde Taberistan bölgesinde, Mekke'de, Yemen'de Ehl-i Beyt yönetimleri ortaya çıkmıştır. Ticaret yolları vasıtasıyla Kore'ye kadar giden Ehl-i Beytten bahsedilmektedir. Ayrıca Türkistan bölgesi ve Malezya gibi bazı bölge insanları Ehl-i Beyt mensupları sayesinde Müslüman olduklarını söylemektedirler. Yerleştikleri bölgelerin yerel halkıyla yaptıkları evlilikler sonucunda da, Arabından-Çinlisine, Türkünden-Acemine kadar farklı farklı ırklara mensup Seyyid ve Şerifler doğmuşlardır.

Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın evladı Fütüvvet ve Ahilik mesleğinde de birinci derecede önemli temel şahsiyetler olmuşlardır. Fütüvvet adab ve erkanı arasında Hz. Ali ve evladına dayalı sayısız unsur yer almaktadır.

Tasavvuf kültüründe Hulefa-i Raşidin'e nisbet edilen ana tarikatlardan birisi de Hz. Ali'ye dayandırılan turuk-ı Aliyye'dir. Bu tariklerin silsilelerinde mutlaka Hz. Peygamber'in ilk sekiz torunundan bir veya daha fazlası yer almaktadır ve bu silsileler ‘silsiletü'z-zeheb' olarak adlandırılmaktadır.

İslam Kültüründe Ehl-i Beyt Sevgisi

Tarih içinde İslam devletlerine bakıldığında Ehl-i Beyt mensuplarına Peygamber torunları olmaları hasebiyle son derece hürmet edildiği görülmektedir. Türk-İslam literatürünün ilk örneklerinden olup, Yusuf Has Hacib (462/1070)'in kaleme aldığı ve Karahanlı hakanı Buğra Han'a takdim ettiği Kutadgu Bilig adlı eserde, Ali evladı ile münasebetlere değinilmiş ve bu konuda şu tavsiyelerde bulunulmuştur:

"Hizmetkarlardan başka ve beyin adamları dışında, münasebette bulunacak kimseler şunlardır.

Bunlardan biri Peygamber'in neslidir; bunlara hürmet edersen, devlet ve saadete kavuşursun.

Bunları pek çok ve gönülden sev; onlara iyi bak ve yardımda bulun.

Bunlar Ehl-i Beyttir, Peygamber'in uruğudur; ey kardeş, sen de onları, sevgili Peygamber için sev.

Ağızlarından yakışıksız bir söz çıkmadıkça, onların içini-dışını ve aslını-esasını araştırma"(16)

İslam Devletlerinde Âl-i Muhammed'e sevgi, hürmet gösterme ve onları maddi ve manevi anlamda koruma gayreti nakiblik müessesesinin doğmasına yol açmıştır. Devletin bir organı olarak faaliyet gösteren Nikabet müessesesinin temel vazifesi seyyidlerin neseblerini doğru olarak tespit etmekti. Bilindiği üzere Âl-i Muhammed'in zekat almaları haramdır, bu husus Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır. Dolayısıyla seyyidlerin maişet sıkıntısı çekmemeleri için daimi tahsisatta bulunmak da nakiblerin vazifeleri arasında yer almaktaydı. Ayrıca bu müessese vasıtasıyla seyyidlerin hatalı fiillerden korunmasına da çalışıldığı görülmektedir. Bir suç işlediklerinde ise cezaları yine nakîbler tarafından tatbik edilmekteydi.

Nikabet müessesesi İslam devletlerinde devamlılık gösteren bir müessese olmuştur. Osmanlı Devleti'nde ise Nakibü'l-eşraflık adını almıştır. Nakibü'l-eşrafların kendileri de Ehl-i Beyte mensup oluyorlar ve devlet protokolünde hemen padişahtan sonra yer alıyorlar, padişahlara onlar kılıç kuşatıyorlardı. Nakibü'l-eşraflık Osmanlı'nın son günlerine kadar hayatiyetini devam ettirmiştir.

Görüldüğü gibi Müslümanların nazarında Ehl-i Beytin yeri ve önemi büyüktür. Yapılması gereken Ehl-i Beyti bilmek, tanımak, benimsemek ve anmak konusunda bilinçli olmaktır. Bunun için ise geleneğimizle bağ kurmamız bize yardımcı olacaktır. Zira inanıyoruz ki Ehl-i Sünnetin yeri, Ehl-i Beytin yanıdır ve Ehl-i Beytin sevgisi ilelebed müminlerin gönüllerinde bakidir.

Bibliyografya

  • İBN SA‘D, Muhammed b. Sa‘d (230/845), et-Tabakatü'l-kübrâ: el-Kısmü'l-mütemmim li tâbiı ehli Medîne ve min ba‘dihim, thk. Ziyâd Muhammed Mansûr, Dârü Sâdır, Medine 1403/1983.
  • et-Tabakatü'l-kübrâ, thk. İhsan Abbas, I-IX, Dârü Sâdır, Beyrut 1377/1957.
  • et-Tabakatü'l-kübrâ: et-Tabakatü'l-hâmise mine's-sahâbe, thk. Muhammed b. Samil es-Sülemî, I-II, Mektebetü's-Sâdık, Tâif 1414/1993.
  • KAZICI, Ziya, Hz. Muhammed (s.a.s)'in Eşleri ve Aile Hayatı, Çağ Yayınları, İstanbul 1991.
  • ÖZ, Mustafa, "Ehl-i Beyt", DİA, X (İstanbul 1994), s. 498-501.
  • SARICIK, Murat, Kavram ve Misyon Olarak Ehl-i Beyt, Nesil, İstanbul 1997
  • Osmanlı İmparatorluğu'nda Nakibü'l-eşraflık Müessesesi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2003.
  • UYAR, Gülgûn, Ehl-i Beyt - İslâm Tarihinde Ali-Fâtıma Evlâdı (260/873'e kadar), Gelenek Yayınları, İstanbul 2004.

1) Tahrim 66/6.

2) el-Ahzab 33/32.

3) el-Ahzab 33/6.

4) el-Ahzab 33/53.

5) Müslim, “Fezâilü´s-sahâbe”, 93; Tirmizî, “Menâkıb”, 61.

6) Müslim, “Fezâilü´s-sahâbe”, 99; Tirmizî, “Menâkıb”, 61.

7) Müslim, Fezailü´s-sahâbe, 99.

8) Tirmizî, “Menâkıb”, 31.

9) Müslim, Fezailü´s-sahâbe, 56; Tirmizî, “Menâkıb”, 31.

10) Müslim, “Fezâilü´s-sahâbe”, 36, 37; Tirmizî, “Menâkıb”, 32. Aynı hadisin, “Size iki emanet bırakıyorum. Bunların birincisi Allah´ın Kitabı, diğeri de sünnetimdir.” şeklinde farklı bir rivayeti de bulunmaktadır.

11) el-Ahzab 33/56.

12) el-Buharî, “ed-Davât”, 32, 33; “Tefsîru´l-Kur´ân, Sûretü´l-Ahzâb”, 247.

13) Tirmizî, “Menâkıb”, 32.

14) Aynî, Umdetü´l-Kâri´, I, 151.

15) “Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi emreder. Taşkın kötülükten, münkerden, zulm ve tecebbürden nehyeder. Size öğüt verir ki iyice dinleyip ve anlayıp tutasınız.”

16) Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, s. 313.