Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Siyer Yazıcılığı (IV. Bölüm)



Emperyalizmin Etkisindeki İslâm Coğrafyasında Siyer Yazıcılığı

Toplumların dönüşüm ihtiyacı ortaya çıktıkça, dış kültürlerle irtibatları arttıkça, sosyal ve siyasi kurumlarda ciddi bozulmaların olduğu kabülü yaygınlaştıkça, tartışmaların odağına hemen her zaman beşeri bir ilim olarak tarih de çekilmiştir. Bir toplumun tarih birikiminin o toplumun din, devlet ve kültürüyle yakından ilişki içinde olması, kimi aydınları ideali tarihte aramaya itmiş; kimilerini de o güne dek hâkim olan tarihyazımının egemen güçlere hizmet ettiğini ve aslında tarihî gerçekliğin mevcut durumla ilgili ciddi sıkıntılara işaret ettiğini iddiaya götürmüştür. Bu tür iddiaları materyalist tarihçilerde veya Hıristiyan ortaçağını güzelleyen kilise tarihine karşı çıkışlarda kolaylıkla görebiliriz.[1]

Bir taraftan dönemin çalkantılı siyasi ve fikrî gelişmelerinin, oturmuş tüm yapıları olduğu gibi alışılagelmiş tarih anlayışını da hedef aldığı gözlemlenirken, diğer taraftan da oryantalist metinlerin tercüme edilmesi ve tanınmasıyla özellikle İslâm tarihinde savunmacı bir konuma geçilmiştir.

XIX. yüzyıl Osmanlı coğrafyasının taklit, değişim, dönüşüm, ihya ve eskiyi yeniden kurma anlamında irtica furyalarının hepsinin bir arada estiği fırtınalı ortamından, hem tercüme, hem de yeni telif çalışmalarda siyer yazımı da ciddi ölçüde etkilenmiştir. XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren Gibbon ve ardından Higgins ve Carlyle gibi Batılı tarihçilerin Peygamber’e yönelik hem tenkit, hem de takdir içeren çalışmaları yayınlanmıştır. Ancak Batı’nın Peygamber tasavvuruna yönelik asıl travmanın ilk sinyalleri, XIX. yüzyılın ortasından itibaren yayınlanan ve bu kez Arapça’ya vâkıf ve İslâm tarih ve siyer kaynakları konusunda yetkin Weil, Sprenger, Nöldeke ve Muir gibi müelliflerin eserleriyle ortaya çıkmıştır. Bu isimler bir taraftan içerikten öte, siyer ve tarih kaynakları ve metoduna yönelik eleştirileriyle öne çıkarken, diğer taraftan da tarih, hadis ve siyerin temel kaynaklarının Batı dillerine tercümesine ön ayak olmuşlardır. Bu çalışmaların hemen akabinde Goldziher’in Yahudilik ve Hıristiyanlık kaynakları ile geliştirilen “kaynak tenkidi” yöntemlerini, hadis kaynaklarına da uygulamasının ardından, hadislerin çok büyük bir kısmının sonradan uydurulduğuna dair bir tez geliştirilmiştir. Bu tez, daha sonraları Caetani, Lammens ve Shacht gibi siyer araştırmacıları tarafından siyer malzemesinin büyük ölçüde sonradan gelişen siyasi ve itikadi olayların ışığında oluşturulduğuna dair görüşlerle daha da beslenmiştir.[2] Bu çerçevede Cumhuriyet öncesi dönemde en ciddi travma, “tam Garpçı” olarak bilinen Abdullah Cevdet tarafından tercüme edilen Dozy’nin Tarih-i İslâm adlı eseri ile yaşanmıştır. Hem yazarın İslâm dinine yönelik üslubu, hem de mütercimin önsözünde kullandığı ifadeler toplumda infial uyandırmış; kitap bazı gençlerin intiharına sebep gösterilmiş ve nihayetinde yasaklanmıştır.[3]


Oryantalist metinlerin tercüme edilmesi ve tanınmasıyla özellikle İslâm tarihinde savunmacı bir konuma geçilmiştir.

Genelde toplumun dinî duygu ve anlayışına, özelde ise siyer ve İslâm tarihi yazımına karşı yapılan bu tür eleştiri ve kimi zaman saldırılara karşı, muhafazakar kanattan gelen ilk tepki, mevcudu korumaya yönelik olmuştur. Geçmişte bizzat önde gelen müslüman ilim adamları tarafından eleştiri konusu yapılan geleneksel siyer yazımı, bu dönemde daha muhafazakar ve mübalağalı bir üslupla yeniden ele alınmıştır. Bu durumu, sadece tabii bir psikolojik savunma yöntemi olarak açıklamak yeterli olmayacaktır. Muhtemelen korumacılığın derinlerinde, İslâm tarihi ve siyer yazımına yönelik olarak yapılan eleştirilerin ucunun, Peygamber’e kadar uzanabileceği endişesi yatmaktadır. Filibeli Ahmed Hilmi ve Manastırlı İsmail Hakkı’nın yazıları, söz konusu yaklaşımın en belirgin örnekleri olup, oryantalistlerin tenkitlerini tamamen hatalı ve kastî bulmaktadırlar.[4] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin Tarih-i İslâm[5] adlı eserinin büyük ölçüde Dozy’e karşı bir reddiye niteliği taşıdığı söylenebilir. Filibeli’nin eseri, içeriğine bakıldığında, oldukça akılcı bir üslupla yazılmış olup, edebî bir gaye gütmeden, şarkiyatçıların itiraz ettikleri hususlara iman penceresinden açıklama getirmeye çalışan bir tarz benimsemiştir. Siyerine başlamadan önce garptan gelen felsefi akımları değerlendiren, ardından bunlar karşısında müslüman ilim ehlinin cevap veremeyen durumunu eleştiren bir yaklaşım sergilemiştir Filibeli. Eser, vakalardan öte toplumsal şartları da dikkate almış; olayların sebep – sonuç ilişkilerini de tahlile çalışmıştır.[6] Benzer bir tepkiyi, dönemin bir diğer mütefekkiri olan İsmail Hakkı İzmirli’de de görmekteyiz. İzmirli, bir taraftan müsteşrikleri eleştirip çeşitli vesilelerle reddiyeler yazarken, diğer taraftan da siyerin yöntem ve kaynaklarını ele alarak bu konudaki mevcut birikimi tenkit yoluna gitmiştir. Onun Siyer-i Celîle-i Nebevviyye’si bu açıdan dikkate değerdir.[7]

Şehbenderzade ve İzmirli’nin farklı noktalardan tesis ettikleri bakış açısı, esasında Batı sömürgeciliği ile çok daha yakın bir temasta kalan İslâm coğrafyasında yaşanan fikrî dönüşümün özelliklerini ancak kısmen yansıtmaktadır. Özellikle din eksenli gelişen tartışmaların, korumacılıktan reforma, özürcü (apolojist) ve bağdaştırıcı (konformist) yaklaşımlardan inkarcılığa kadar, oldukça geniş bir yelpazadeki fikrî tavırları beslediği görülmektedir. İlginç bir şekilde tüm İslâm dünyasında yabancı saldırılara karşı savunma hattı, bu dönemde Peygamber’in etrafında oluşturulmuştur. Modernlik ile tasavvufi geleneğin sentezini yapmaya çalışmış olan Muhammed İkbal’in Cavidname’sine kaydettiği şu sözler dikkat çekicidir: “Allah’ı inkar edebilirsin, fakat Hz. Peygamber’i asla inkar edemezsin.”[8] Bu çerçevede Hz. Peygamber’in modern dünyanın saldırıları ile karşı karşıya kalan müslümanlara “kimlik verebilen bir güç” olarak yeniden doğduğu görülmektedir.[9]

Peygamber odaklı bu dönüşüm ve savunma olgusunun, İslâm coğrafyasının çeşitli bölgelerinde birbirine yakın dönemlerde ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Farklı açıların ve farklı yaklaşımların benimsendiği bu eserlerin tümünde, artan baskı karşısında bir girişimde bulunmak ve bu girişimi Peygamber odaklı yapmak gayretinin temel hedef olduğu anlaşılmaktadır. Bu çerçevede Seyyid Ahmed Han, Şiblî Numani, Nedvi, Reşid Rıza, Ferid Vecdi ve İzzet Derveze gibi fikir adamlarının siyer konusunda yeni yaklaşımlar denediği görülmüştür. Söz konusu İslâm alimlerinin temel hedefi, Hz. Peygamber’in hayatını, mucizelerden, menkîbelerden ve literatüre oldukça sonradan girmiş olan şemail edebiyatından sıyırmak; tarihî ve sosyal kimliğiyle ön plana çıkan bir peygamber tasavvuru inşa etmek olmuştur. Bu çerçevede, zamanın ihtiyacına göre Hz. Peygamber, kimi zaman ıslahatçı, kimi zaman halim, kimi zaman mücadeleci, kimi zaman müttaki kimliği ile öne çıkarılmıştır. Tüm bu farklı kimlikler, Hz. Peygamber’in beşer vasfı içine yedirilerek sunulmuştur. Bu çerçevede, Şibli’nin başladığı, öğrencisi Nedvi’nin tamamladığı Siyer-i Nebi’de malzemeler, cerh ve tadil bilgilerine göre ayıklanmıştır. Daha sonraları yazacak olan Derveze’nin, yalnızca Kur’an’a dayalı olarak kaleme aldığı siyeri önemli olmakla birlikte, kaynaklarındaki bilgileri Kur’an’la bütünleştirmemiş olması nedeniyle eleştirilmiştir. Heykel’in de Hayatu Muhammed isimli eserinde Derveze gibi, başta mucizeler olmak üzere siyer kaynaklarındaki birçok bilgi ve olguyu esere yansıtmaması, siyer malzemesini kaynakların isimlerini zikretmeksizin eleştirel ve seçmeci bir yaklaşımla kullanması, geleneksel siyer çizgisini muhafaza etme eğilimindeki müslüman alimler tarafından tenkit edilmiş ve sağlam rivayetleri gözardı etmek ve müsteşriklerin etkisinde kalmakla itham edilmiştir.[10]


Hz. Peygamber’in modern dünyanın saldırıları ile karşı karşıya kalan müslümanlara “kimlik verebilen bir güç” olarak yeniden doğduğu görülmektedir.

İslâm coğrafyasının tüm renkleriyle tartışmanın içinde olduğu bu dönemde dinde reformizmin Meşrutiyet Osmanlısı’ndaki karşılığı Celal Nuri, Kılıçzade Hakkı ve Hüseyin Cahit gibi isimlerden oluşmaktadır. Bunlar arasında, esasen bir gazeteci olmasına rağmen hukuktan tarihe çeşitli konularda dikkate değer eserler ortaya koymuş olan Celal Nuri ilginç bir noktada durmaktadır. “Garazkârân-ı Garb ve hurâfât-perestân-ı Şark’a karşı mevki-i tarihî-i Ahmedî’yi muhafazaten yapılmış tecrübe-i kalemiyyedir” alt başlığından da anlaşılacağı gibi, bir taraftan Batılıların nefret dolu saldırıları ile, diğer taraftan da Doğunun hurâfe ve abartılarla insanüstü bir konuma yükselterek mağdur ettiği Hz. Peygamber’i savunmak, Hâtemü’l-Enbiyâ kitabında Celal Nuri’ye düşmüştür. Celal Nuri, Peygamber hakkında oluşmuş mevcut algının, geleneksel siyer yazımında derlemeci rivayet yönteminin tabii bir sonucu olduğunu ileri sürmektedir.[11]

Modern Dönem Türkiye Odaklı Siyer Yazıcılığı

Tüm bu tartışmalara rağmen Cumhuriyet dönemi siyer yazıcılığına miras kalacak en önemli yaklaşım, muhafazakar kesimden gelmiştir. Daha sonraları kaleme alınacak olan birçok siyere üslup ve metot açısından esin kaynağı olan bu yaklaşım, özellikle Ahmet Cevdet Paşa’nın eserinde belirginleşir. Siyaset, hukuk ve Osmanlı tarihi alanlarında önemli eserler vermiş olan Ahmet Cevdet Paşa, temel hareket noktasını İslâm dini üzerinden inşa etmiş; ancak söz konusu alanlarda öne sürdüğü fikirler ve ortaya koyduğu eserler salt ve bağnaz bir korumacılıktan uzak, ıslahatı tavsiye eden, felsefe ve usûl hakkında derinlemesine tahliller yapan bir tarzı benimsemiştir. Osmanlı tarihinden kesitler verdiği Târih-i Cevdet, edebî İran akımının, geleneksel ilmî tarihçiliğin ve tarih felsefesi yapan, eleştiren ve kaynak değerlendirmesi yapan yeni bir tarzın ürünüdür.[12] Benzer bir tarzı, Ahmet Cevdet’in hayatının son zamanlarına denk gelen ve Hz. Peygamber’in hayatının da yer aldığı Kısas-ı Enbiya ve Tevârih-i Hulefâ[13] adlı eserinde de görmekteyiz. Ancak söz konusu eser, daha önceki dönemlerde yazılan siyer eserlerinde karşılaşılan birçok unsuru elemesine ve toplumsal şartları da dikkate alan kimi tahliller içeriyor olmasına rağmen, ilk siyer kitaplarında zikri geçen her türlü rivayetin edebi bir üslupla zirveye taşındığı bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunda, eserin yazılış gayesinin farklı olmasından öte, artık aleniyete varmış olan İslâm tarihi eleştirileri karşısında korumacı bir tutum benimsemenin gerekliliğini hissetmiş olmasının da etkili olduğunu düşünebiliriz. Abdullah Cevdet, aşırı saldırılar karşısında Hz. Peygamber’i, elimize ulaşan ilk kaynaklarda resmedilen haliyle savunma yoluna gitmiştir. İlk kaynaklardan çıkan Peygamber tasavvurunun, Batı’nın ferdiyetçi beşeri ön plana çıkaran saldırıları karşısında, halkın dinî duygularını besleyebilecek bir yönünün olduğu düşünülebilir. Zira tasavvufi tasavvurda beşerüstü bir varlık olarak tasvir edilen Hz. Peygamber, Ahmet Cevdet Paşa’nın eserinde beşer vasfıyla ön plana çıkmaktadır. Ama o aynı zamanda Allah tarafından seçilmiş ve bu tercih sebebiyle kimi mucizelerin yaşanmasına vesile olmuştur. Bu mesaj da önemlidir; çünkü düşman ne kadar güçlü olursa olsun, iman kuvvetliyse, Allah’ın yardımı uzakta değildir.

Ahmet Cevdet Paşa’nın bu tasavvur ile kaleme aldığı eseri oldukça başarılı olmuştur. Zira aşırı unsurlarla yüklü tasavvufi tasavvurun ardından ilk kaynaklara daha sadık kalan bu yaklaşım hayli benimsenmiştir. Hz. Peygamber’in etrafına örülmüş bu tür irili, ufaklı mübalağalar ve mucizeleri, edebî bir üslupla besleyerek, yeniden yeniden dinini kaybettiğini düşünen halka sunmak, özellikle Cumhuriyet dönemi siyer yazıcılığının temel yaklaşımını oluşturacaktır.

Birinci Dünya Savaşı ve ardından Cumhuriyet’in fırtınalı ilk yılları, siyer alanında ciddi bir ataletin yaşandığı yıllar olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet öncesinin yenilikçileri adına süreç, artık uygulama dönemine girmiştir. Buna karşılık muhafazakar kesimin giderek daha içine kapandığı gözlemlenmektedir. Her halükârda dönem, İslâm tarihçiliği adına ciddi bir boşluk olarak kayda geçecektir. Bu boşluk, çeşitli zamanlarda Batı ve Doğu dillerinden yapılan tercümelerle doldurulmaya çalışılmıştır. Hüseyin Yalçın’ın Cumhuriyet’in ilanının hemen ardından yaptığı L. Caetani’nin İslam Tarihi çevirisi,[14] Dozy’nin ardından bu konuda yapılan ilk tercümedir. Bunun ardından Neşet Çağatay’ın 1954’te C. Brockelman’ın İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi,[15] Fikret Işıltan’ın ise 1960’ların başında J. Wellhausen’den yaptığı çevirilere[16] kadar başkaca bir eser tercüme edilmemiştir.[17] Diğer yandan Doğu dillerinden de Mevlana Şiblî’nin başlayıp Süleyman Nedvî’nin tamamladığı Asr-ı Saadet’in 1920’lerde[18] çevrildiği görülmektedir.[19]

Cumhuriyet dönemi ilk telif eserleri, ancak 1950’lerden itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunda İmam-hatip okullarında siyer öğretim ihtiyacının da etkili olduğu düşünülebilir. Ancak II. Dünya Savaşı’nın meydana getirdiği kaos ve huzursuzluk ortamının ardından gelişen şartlarda İslâm dünyasının farklı bölgelerinde Hz. Peygamber’in yeniden, bazen “devrimci”, bazen “halkçı”, bazen de “liberal” nitelikleriyle yorumlandığını görürüz. Bu sürecin Türkiye’de Peygamber sevgisini, yaşamdaki dış değişikliklere, laisizme rağmen yeniden yeşerttiği ileri sürülebilir.[20] Gerçekten de Türkiye’de ilk teliflerin bu dönemlerde yazıldığı görülmektedir.


Birinci Dünya Savaşı ve ardından Cumhuriyet’in fırtınalı ilk yılları, siyer alanında ciddi bir ataletin yaşandığı yıllar olarak karşımıza çıkmaktadır.

İlk baskısı 1956’da yapılan ve 24. baskısı ile 2000’li yıllara uzanan Osman Keskioğlu ve Ahmet Himmet Berki’nin eseri olan Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı,[21] müelliflerin de önsözde belirttikleri üzere, ihtiyaca binaen bir vazife telakkisiyle yazılmıştır. Keşmekeş içinde yaşayan insanlık için Hz. Peygamber’in bir “halâskâr” olduğu vurgulanır. Onda leke arayanlara sitem edilip meydan okunur. Peygamberlerinin hayatını Garp tercemelerinden öğrenmek zorunda kalan gençlere, Hz. Peygamber’in hayatının tanıtılması ve sevdirilmesi amacıyla kaleme alınmış olan söz konusu eserin, bu alandaki ihtiyacı gidereceğine vurgu yapılır. Türkçe olarak telif edilmiş siyer kitabının tek tük olduğu bu dönemde, Berki ve Keskinoğlu’nun kitabı, herşeyden önce bir boşluğu doldurmuş; bir ihtiyacı karşılamıştır. Dünyanın ahvalinin çok olumsuz tablolarla anlatıldığı eserin giriş kısmı, Peygamber tasavvurunun “kurtarıcı” misyonunu güçlendirme amacına yöneliktir.[22]

Öte yandan dönemin İmam-hatip okulları öğrencileri için bir ders kitabı niteliğinde[23] kaleme alınmış olan Zekaî Konrapa’nın Peygamberimizin Hayatı[24] adlı eserinin mesaj içerikli bir üslup taşımadığı görülmektedir. Kısa cümlelerle yazılmış; sade ve yalın bir anlatımı olan eserin bir özelliği de, daha sonraları Türkiye’ye dinî ilimler alanında yön verecek olan birçok ismin Peygamber’i onun bakış açısıyla öğrenmiş olmalarıdır. Konrapa da, Celal Nuri ve daha sonra Şemsettin Günaltay’ın ifade etmiş olduğu “Batının garazı, Doğunun yöntemi” ikilemini önemsemektedir. Doğunun eserleri usulden mahrum olmakla beraber, kıymetli birer malumat ve vesika hazinesidir. Konrapa, eserinin siyer alanında çok büyük bir boşluğu doldurmak iddiasında olmadığına işaret etmekle birlikte, İslâm inancını sarsacak mahiyetteki eserlerin tarihî kusurlarına işaret edebilmek maksadını taşıdığını da ifade etmiştir.[25] Konrapa’nın eserinde hamasetten arındırılmış; kimi zaman akılcı izahların yer aldığı; mucizevi rivayetlerin oldukça törpülendiği bir tarz benimsenmiştir. Hatta mucizevi rivayetleri naklederken, rivayeti “tarihler yazarlar” ifadesiyle verdikten sonra, kendi kanaatini başka kaynaklardan naklettiği rivayetlerle ortaya koymaya çalışır. Mesela, Peygamber’in doğum tarihi konusundaki ihtilafların dahi, ashabın bilinçli bir tercihle kayda geçmemesinden kaynaklandığını söyler ve İslâm anlayışında “mukaddes hatıra”nın olmadığını, İslâm’da kutsiyetin yalnızca Allah üzerinde toplandığını zikreder.[26] Eserde Peygamber’in beşer olma niteliği oldukça ön plandadır. Konrapa’nın eserinin okutulduğu çevrelerde, bilahare Türkiye’de de dersler ve seminerler vermiş olan Muhammed Hamidullah’ın oldukça benimsenmiş olması, bu anlamda tesadüf olmasa gerekir. Hamidullah’ın siyer malzemesini ciddi bir tasnife tabi tuttuğu ve tarihî olgular arasındaki mantıksal tutarlılığa dikkat çektiği İslâm Peygamberi adlı eserinin[27], Konrapa menşeli İslâm tarihi anlayışını benimsemiş olan geleceğin ilahiyatçıları üzerinde ciddi bir etki bıraktığı söylenebilir. Bu çizginin özellikle 1980 sonrasının daha liberal ortamında önemli fikrî açılımlara yol açacağı görülecektir.

Öte yandan daha önce ifade ettiğimiz Ahmet Cevdet Paşa çizgisinin, Türk siyer yazımının ağırlığını teşkil ettiğini ve bugünlere dek ulaştığını da ifade etmemiz gerekir. Bu çerçevede kaleme alınan üç bilinen eserin birlikte değerlendirilmesi anlamlı olur kanaatindeyiz. Bunlardan ilki Hayati Ülkü’nün İslâm Tarihi adlı eseridir. [28] Bir dönemin yaygın bir şekilde okunan ve okutulan kitaplarından olan bu eser, siyer kaynaklarından derleme usulüyle yazılmış muhtasar bir kitap olarak karşımıza çıkmaktadır. Geniş okuyucu kitlesinin okuması için metnini ilmî olmaktan çıkarıp basit bir anlatıma dönüştürdüğünü söyleyen Ülkü, kendi ifadesiyle fikrin dayandığı kaynakları ayrı ayrı göstermemiş; bazı ihtilaf noktalarını zikretmekle yetinmiştir.[29]

Yine benzer bir uslup ile kaleme alınmış, ancak edebi tarzı daha ön plana almış olan iki eseri daha burada zikretmek uygun olacaktır. Bunlar, Asım Köksal’ın İslam Tarihi[30] ile Ahmet Lütfü Kazancı’nın Saadet Devrinden adlı serisidir.[31] Her iki müellif de esas itibariyle nispeten kısa bir muhtasar eser kaleme almak düşüncesiyle yola çıkmış; ancak kaynaklardaki rivayetlerin çeşitliliği ve müelliflerinin bunları ayıklama konusunda özel bir gayret göstermemiş olmaları sonucunda ortaya hacimli kitaplar çıkmıştır. 1960’larda Caetani’ye reddiye de yazan ve eseri üzerinde 1964’ten itibaren çalışan Asım Köksal’ın kitabı, konuları sade ve akıcı bir üslupla ele almış olup, Türkçe’deki en geniş siyer kitabıdır.[32] Öte yandan Ahmet Lütfi Kazancı’nın, Peygamber’in hayatını bir gün gibi düşünüp, fecirden güneşin batışına kadar olan vakte taksim ettiği 6 ciltlik Saadet Devri serisi, Peygamber’i halk kitelelerine tanıtmaya ve sevdirmeye yönelik olarak hazırlanmış roman tarzında bir yazındır. Yazar klasik rivayetlerden kurduğu bir senaryo üzerine inşa ettiği eserinde coşkulu ve duygusal bir üslup benimsemiştir.

Bu iki eserin yaygın olarak tanınırlığı, benzer tarzda eserlerin günümüze dek sürmesine yol açmıştır. Bu çerçevede siyer yazımında ana akımın bugün geldiği noktanın, Ahmet Cevdet Paşa’nın ötesine henüz geçemediği görülmektedir. Buna karşılık farklı yaklaşımlar sergileyen eserlerin iyi niyetli olsa bile, büyük ölçüde eleştirel yaklaşımı ve çoğunlukla kayda değer ve benimsenebilir bir tarih yazımı üretememiş olmaları, bugün dahi bu yaklaşımların yadırganmasına sebep olmaktadır.

Siyer yazıcılığının konusu olan Hz. Peygamber, önümüzde iki kimliğiyle durmaktadır. Birincisi, inananların inanç alanlarını besleyen ve rehber ve örnekliği sebebiyle hep yakınlık kurulmak istenen; bu nedenle de edebî bir zenginlik içinde kitlelere anlatılmak istenen Hz. Peygamberdir. İkincisi ise, insanlık tarihi üzerinde derin izler bırakan tarihi bir şahsiyet olarak tarihin metot ve disiplini içinde ele alınmak istenen Hz. Muhammed profilidir.

Sonuç olarak, siyer yazıcılığının konusu olan Hz. Peygamber, önümüzde iki kimliğiyle durmaktadır. Birincisi, inananların inanç alanlarını besleyen ve rehber ve örnekliği sebebiyle hep yakınlık kurulmak istenen; bu nedenle de edebî bir zenginlik içinde kitlelere anlatılmak istenen Hz. Peygamberdir. İkincisi ise, insanlık tarihi üzerinde derin izler bırakan tarihi bir şahsiyet olarak tarihin metot ve disiplini içinde ele alınmak istenen Hz. Muhammed profilidir. Bu iki profil, aynı zamanda siyer yazımının da iki vechesini gözler önüne sermektedir. Tarih boyunca sayısız biyografisi yazılan Hz. Peygamber, bundan sonra da bu iki kimliğini ön plana çıkaran nice eser  ve çalışmanın konusu olarak yeniden yeniden yazılacaktır.

 

BU MAKALENİN BİRİNCİ BÖLÜMÜ İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN

BU MAKALENİN İKİNCİ BÖLÜMÜ İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN

BU MAKALENİN ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜ İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN

 

Dipnotlar

[1] Zeki V. Togan, Tarihte Usûl, İstanbul 1985, s. 136-7. Ayrıca bkz. Marc Bloch, Tarihin Savunusu ya da Tarihçilik Mesleği, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara 1985, s. 19-21.

[2] Mehmet Özdemir, “Siyer Yazıcılığı Üzerine”, s. 141, 145-6.

[3] Mehmet Özdemir, “Dozy”, TDV İslâm Ansiklopedisi, IX, s. 514.

[4] Özdemir, “Siyer Yazıcılığı Üzerine”, s. 154.

[5] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi, notlar ve ed. Cem Zorlu, İstanbul 2009.

[6] Eser çeşitli vesilelerle basılmış olup, biz tetkikimizi Doğan Güneş Yayınları’ndan 100 Büyük Eser dizisi çerçevesinde 1971 yılında neşredilmiş nüshadan yaptık.

[7] Ali Birinci, “İzmirli, İsmail Hakkı”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXIII, İstanbul 2001, s. 531.

[8] Annemarie Schimmel, “Müslüman Hayatının ve Düşüncesinin Bir Merkezi Olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)”, Tasavvuf Dergisi, sayı: 9, s. 406, 411.

[9] Schimmel, s. 407-8.

[10] Özdemir, “Siyer Yazıcılığı Üzerine”, s. 152-3.

[11] Recep Duymaz, “Celal Nuri İleri”, TDV İslâm Ansiklopedisi, VII, İstanbul 1993, s. 244; Özdemir, “Siyer Yazıcılığı Üzerine”, s. 154.

[12] Yusuf Halaçoğlu - M. Akif Aydın, “Ahmet Cevdet Paşa”, TDV İslâm Ansiklopedisi, VII, İstanbul 1993, s. 446.

[13] Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevârih-i Hulefâ – Peygamberler ve Halifeler Tarihi, sadeleştiren: Metin Muhsin Bozkurt, İstanbul 2007.

[14] L. Caetani, İslam Tarihi, çev. Hüseyin Yalçın, İstanbul 1924-27.

[15] C. Brockelman, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, çev. Neşet Çağatay, Ankara 1954.

[16] J. Wellhausen, İslâm’ın En Eski Tarihine Giriş, çev. Fikret Işıltan, İstanbul 1960; J. Wellhausen, Arap Devleti ve Sükutu, çev. Fikret Işıltan, Ankara 1963.

[17] Bilahare çevrilen başkaca eserler şunlardır: M. Watt, Hazreti Muhammed, çev. Hayrullah Örs, İstanbul 1963; B. Lewis, Tarihte Araplar, çev. H. Dursun Yıldız, İstanbul 1979; Philip K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980-81.

[18] Mevlana Şiblî - Süleyman Nedvî, Asr-ı Saadet, çev. Ömer Rıza, İstanbul 1921-27.

[19] Bundan sonra 1970’lere kadar Doğu dillerinden sadece Corci Zeydan’ın Medeniyet-i İslamiye Tarihi dikkate değerdir. Çev. Zeki Megamiz, İstanbul 1950-52.

[20] Schimmel, s. 413-4.

[21] Himmet Berki - Osman Keskioğlu, Hâtemü’l-Enbiyâ – Hazreti Muhammed ve Hayatı, Ankara 2006.

[22] Berki – Keskioğlu, s. 5-6.