Avrupa yolculuklarımızda, özellikle Hristiyan muhataplarımızla sohbetlerde onları en çok etkileyen şeylerden biri Hz. İsa’yı da çok sevmemiz, peygamber olarak onaylamamız ve Meryem ismini kız çocuklarımıza koymamızdı. Peygamberimiz kendisinden önceki Peygamberlerin kıssalarından söz eder, kıymetli nice sözlerini hatırlatır ve bir devamlılığın parçası olduğunu gösterirdi. İslam’ın yayılmasında insanlarla yakın ilişki, güzel değerlerin her nerede ve kimde görülürse onaylanması etkili oldu. Hiçbir şiddet ve baskı olmaksızın sadece sözün, özün ve adaletin gücüne yaslanılması, kölelerin yoksulların hâsılı mustazafların biatiyle başlayan hareketi yedi kıtaya yaydı.
Tebliğ, duyurmak ve bildirmektir. Mehmet Doğan’ın Büyük Türkçe Sözlük’ünde yetiştirme, ulaştırma, bildiri, beyanname, mesaj olarak geçiyor. İslami ıstılahta da böyledir, insanlara Allah’ın ve ahretin varlığını duyurmak ve buna inanmaya davet etmektir. Sözün beliğ olanı tebliğdir ama işin sırrı sözün özde vücut bulması ve insanın söylediklerinin temsilcisi olmasında. Tebliğ eden en iyi yaşayan olabilse keşke. Peygamber Efendimizin hadisi ne kadar da düşündürücü: “Bizden bir şey işitip, onu aynen işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ak etsin! (Çünkü) kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki o bilgiyi, bizzat işiten kimseden daha iyi anlar ve tatbik eder.”
Peygamberimize çizilen yolda, kimseyi aşağılamamak, insani ortak paydalardan yola çıkmak, en yakınlardan başlamak kalplere nüfuz etmede önemli bir tutum: “Ey Peygamber! Allah'ın rahmeti sebebiyle sen onlara yumuşak davrandın. Eğer onlara karşı kırıcı ve sert olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi. Artık onları bağışla ve affedilmeleri için dua et. Toplumu ilgilendiren her konuda onlara danış, görüşlerini al; sonra bir hareket şekline karar verince de, Allah'a güven. Çünkü Allah, kendisine güvenip, dayananları sever.” (Ali İmran, 159)
Yusuf Peygamber de zindanda konuşurken bir ünsiyet ifadesiyle başlamış, kader birliğine işaret ederek kalplerde bir arkadaşlık ruhunun ateşini yakmıştı: “Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü uydurma rabler mi daha iyidir, yoksa her şeyden üstün tek Allah mı?” (Yusuf, 39)
Ayetlerde Peygamber’e duyurup bildirmekten başka yükümlülük olmadığı bildirildiği halde, ne oluyor da kimi insanlar zorlama ve aşağılamaya varan hareketlerle sürekli böbürlenme içinde, kalplere nefret tohumları ekmeyi ve insanlar arasında çatışma üretmeyi tebliğ sanıyor? Tebliğin özü akıl ve kalplerde vahye giden yollardaki taşları temizlemek, nefsin tezkiyesinde kendinden yola çıkarak eleştiri oklarını öncelikle kendine atmaktır. Zaten hidayet etme gibi bir yetki Peygamberimize bile verilmemiştir.
“Sen sevdiğini hidayete eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini hidayete eriştirir.” (Kasas, 56)
Tebliğ uzun ince, bütün ömrü isteyen, sonuca odaklanmayan bir vecibedir; fedakârlığın, hasbiliğin, sabrın, cefanın, diğerkâmlığın, dünyevi kazanımlardan vazgeçmenin… Mesela Yunus Peygamber, kavminin kendisinden yüz çevirmesine sabredemeyip, o kızgınlıkla belki küskünlükle milletini şehrini bir gemiye binerek terk etmeye kalkışınca, denize atılmış ve bir balık tarafından yutulmuştu. “Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabretseydin keşke” diye uyarılmıştı ayetle. Doğruluk ve adalet için bir yerde sebat edip mücadele vermek tebliğin şiarıdır. O da balığın karnında karanlıklar içinde “Ben zalimlerden oldum” diyerek niyaz etmişti. Tebliğ kanalları hep açık tutmak, sonsuz bir iletişim hali. Günümüzde en etkili ve inandırıcı tebliğ başkaları için fedakârlık yapabilmek, inancınızın ruhunuzu ve bedeninizi teslim olmuş mutmain insan siretine elverişli hale getirmesi. Dua, zikir, namaz, oruç, hac ve birçok ibadet imanın göstergesi olarak elbette önemli. Fakat kalbimize dokunan insanlar, herkesin peşinde koştuğu şeylerle vakit kaybetmek yerine diğerkâmlık yolunu seçenler.
Muhammed Bzeek, Los Angeles’taki bakıcı sisteminden sadece ölmek üzere olan acılı çocukları evlat edinerek bütün dünyaya mesaj verdi, bir Müslümanın ruh gücünü ayan beyan gösterdi. Sürekli hikmetli sözleri alt alta yazarak hikmetli biri olunmuyor. İnsanlığa inancımız kaybolacak derken biri umutları yeşertecek yüce bir gönülle çıkıp geliyor ve kurumuş zihinlerimizi sulayıp yeşertiyor adeta. İsmi Muhammed olan Libyalı biri Amerika’nın, anne babalarının bile terk ettiği çocuklarını evlat edinip konuşmayan duymayan yürüyemeyen aziz varlıklara şefkatini veriyor.
“Kızımın duyamadığını ve göremediğini biliyorum ama yine de onunla konuşuyorum. Ona dokunuyorum, ona sarılıyorum çünkü onun duyguları var o herkes gibi bir insan ve hissedebiliyor.”
Bzeek, bir de kızına doğum günü partisi düzenlemiş. Biyolojik ailelerini çağırmasına rağmen onların gelmemesi, kızına aldığı pembe elbise ve yanağına kondurduğu koca bir öpücüğün küçük kıza dünyaları veriyor olması. Bütün bunlar bir Müslümana ne kadar yakışıyor.
Tebliğ yolunda en can yakan şey ise insanları aşağılamak ve müminlerin birbirini kolayca tekfir etmesi. Müslüman, başka Müslümanlar hakkında hüküm vermek zorunda değil, bu üstüne vazife de değil. Peygamberimiz “Kim bir mümin kardeşini kâfir ilan ederse, eğer onda o küfür yoksa söz geri kendisine döner” buyuruyor. Güç karşısında eğilip bükülmek de Müslümanı inanılır olmaktan çıkarıyor. Peygamberimize hitap eden ayet, ölçüyü hepimiz için koymakta:
“O yolunu şaşırmış kimseler, bizim adımıza, vahyettiğimizden başka bir şey ortaya atasın diye seni ayartarak, bildirdiğimiz gerçeklerden uzaklaştırmaya çalışmaktalar; öyle ki bunu başarabilselerdi seni hemen kendilerine dost edinirlerdi!” (İsra, 73)
“(Onlar sana indirilen ayetlerden beğenmediklerini bırakman suretiyle) Kendilerine yumuşak davranmanı isterler; böyle yapsan onlar da seni över, yumuşak davranırlar” (Kalem, 9)
Peygamberimiz yakınlarını toplayıp kendisine ulaşan vahyi ilk kez tebliğ edeceği zaman “Arkamızda büyük bir sıradağ var desem inanır mıydınız” dediğinde inanırız diyorlar. Güçlü bir emniyet ve güven duygusu vermiyorsak nasıl tebliğ yapabiliriz. Mekke’nin Fethi esnasında intikam değil bağışlama olması, temiz bir sayfa açılması da kalplerin fethine ve doğru sözün işitilir olmasına sebep olmuştu.
İhtidasından sonra Batı’ya hitaben İslam’ı anlatan bir kitap yazan İsviçre doğumlu düşünür Gai Eaton, “Tanrıyı Hatırlamak - İslam Üzerine Düşünceler” başlıklı eserinde Avrupa’nın İslam’la olumlu manada karşılaşmasının mukadder olduğunu bildiriyor. Avrupa aklının insanı sürekli geleceğe ve ilerlemeye angaje ederek günü ve kendi gerçek zamanını yaşamasını engellemesi bir perdeleme. Din yerine ikame edilmek istenen New Age kabilinden bütün kültler de insan egosunun yüceltilmesine dayanmakta. İnsanın yaratıcısına teslimiyetini tevazusunu öz güven eksikliği olarak görmeye, gelecekte her şeyin bulunup sırların çözüleceği bir dünyadan söz etmeye dayalı sistemler. Müslümanın dünyasında sadece Tanrının bilebildiği bir vakitte şu geçici hayatlarımızın sonlanacak olması huzur verici. Kıyamet günü gelip çatacak, sura üflenecek ve zamanla ve mekânla sınırlı olan her şey yok olacak. Geliş ve dönüş arasındaki zamanda iyi işler yapmamız, akletmemiz, adil olmamız ve nimetler için şükran duymamız istenmekte. Sonunda ölüm de ölecek. Bu hazin akıbete karşılık Eaton’ın dediği gibi, Tanrıyı unutup sadece bu dünya hayatı için yaşayanların bir süreliğine kendilerini emniyette sanarak ‘aldanmalarına’ izin verilmiştir. Bu maceranın da bir bitişi var sonuçta. Dünya baki değil fani çünkü. Yıldızların ışığı söndürüldüğünde, gök kubbe yarıldığında, dağlar ufalanıp savrulduğunda diye tarif edilen bir zamana erişecek bu gezegen.
Tebliğ yapanların en güzeli olan Peygamberimizin hüznünü kuşanarak, zamanın ruhunu derinden duyumsayarak, başka kalplerin yarasını kendi yarasıyla birleştirerek, İslam’ın vaadini taşıyabilecek, kâmil duruşuyla bulunduğu her yerde dağılmış parçalar arasında köprüler kurabilecek insanlar lazım bize.