Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Geride Kalanların Yalnızlığı

30 Ekim 2019 Çarşamba Sonpeygamber.info / Yazarlar


Büyük bir utanca yol açan sebeplerle toplumdan dışlanan kendisini savunacak sebepleri de yoksa kimden umabilir anlayış ve bağışı…Tebük Savaşı’ndan geride kalan seksen kadar kişinin hemen hepsinin kendine göre bir açıklaması vardı. Peygamberimiz (sav) Medine’ye döndükten sonra bu seksen kişi yanına gelip yeminler eşliğinde özürlerini dile getirdiler. Peygamberimiz onların açıklamalarını doğru kabul etti ve gerisini Allah’ın takdirine bıraktı. Şair Ka’ b b. Malik ise kendi anlatımına dayanan rivayete göre son anlara kadar savaşa katılmayı istiyordu, hatta bu nedenle binek satın almıştı ama sevdiği meyvelerden ve gölgeli mekanlardan ayrılmayı göze alamadığı için son anlarda sefere katılmaktan geri durmuştu. Peygamberimiz Tebük’te onun niye aralarında olmadığını öğrenmek istediğinde, kimileri “kibrinden savaşa katılmadı” demişlerdi. Tebük seferinden sonra adının münafıklarla birlikte anılması çok ağrına gitti Ka’b’ın. Peygamberimizin yanına geldiğinde herhangi bir özrü olmadığını, Allah’ın bağışını ümit ettiğini belirtti. Herhangi bir “dünya ehli” karşısında konuşmadığının bilincindeydi, gerçeklerle ilgisi olmayan bir mazerete sığınmadı bu nedenle. Peygamberimiz Ka’b b. Malik’in doğruyu söylediğinin altını çizerek, “Kalk git ve Allah’ın seninle ilgili vereceği hükmü bekle” dedi. Ka’b b. Malik’ten başka Mürare b. Rabi el-Amiri ve Hilal b. Ümeyye el-Vakıfi de benzer şekilde bir özür bildirmemişlerdi. Bu iki sahabe Bedir Savaşı'na katılmış saygın şahsiyetlerdi, o yüzden açıklamaları halk arasında şaşkınlığa yol açtı.

“Dünya bana karşı farklı bir dünya haline geldi, bildiğim dünya olmaktan çıktı” diye anlatıyor Ka’b bin Malik yaşadığı tecrit dönemini. En yakınlarından bile teselli umamayacağı bir utançla günlerini geçiriyor ve bağışlanmak için dua ediyordu sürekli.

Peygamberimiz (sav) Müslümanlardan savaşa katılmayanlar arasında sadece bu üç kişiyle irtibatlarını kesmelerini istedi. Böylelikle bu üç kişi toplumdan tecrit olarak yalnızlaştı. “Dünya bana karşı farklı bir dünya haline geldi, bildiğim dünya olmaktan çıktı” diye anlatıyor Ka’b bin Malik yaşadığı tecrit dönemini. En yakınlarından bile teselli umamayacağı bir utançla günlerini geçiriyor ve bağışlanmak için dua ediyordu sürekli.

Ka’b şehrin seçkin simalarından biriydi. Hicretten önce Medine’de İslamiyet’i kabul etmiş, İkinci Akabe Biatı’na katılan ensar heyetinde bulunmuştu. Daha önce ise Medineli Müslüman liderlerden Berâ b. Ma’rûr Peygamberimizi  ziyarete giderken yanına Ka’b’ı da almıştı. Peygamberimiz şair olduğunu öğrenince onunla ilgilenip memnuniyetini belirtmişti bu ziyarette. İkinci Akabe Biatı’ndan sonra Medine’ye dönen Ka’b, İslamın tebliği için büyük gayret sarf etti. Rivayetlere göre Ehl-i Suffe’dendi. Bazı rivayetlere göre Bedir Savaşı’na katılmamış, ancak Tebük Savaşı dışında bütün savaşlarda bulunmuştu. On yedi yerinden yaralandığı Uhud Savaşı’nda Peygamberimizle birbirlerinin zırhlarını giymişlerdi. Savaş sürerken Hz. Peygamber’in öldüğüne dair bir şayia yayılmıştı. Peygamberimiz'in sağ ve salim olduğunu önce Kâ‘b görmüş; “Müjdeler olsun ey Müslümanlar, Rasûlullah yaşıyor!” diye bağırmış, Peygamberimiz ise parmağını dudağına koyarak onu sükunete davet etmişti. Ka’b b. Malik’in İslam’ı kabul ettikten sonraki dönemlerde hayatı samimiyetini yansıtan benzeri birçok ayrıntı içeriyor. Böylesine destansı bir mücadelenin ardından özür bildirmeden büyük bir savaşa katılmaktan kaçınması ve bunun getirdiği dışlanma muhakkak ki Ka’b’a büyük bir azap veriyordu.  

Dışlanma elli gece sürdü. Ka’b’ın anlatımına göre bu süre içinde Mürare b. Rabi el-Amiri ve Hilal b. Ümeyye el-Vakıfi üzüntü içinde evlerine kapanmışlardı. Kendisi onlardan daha genç ve kuvvetliydi. Kabuğuna çekilmeyi kabul edemiyor, kimse onunla konuşmasa da çıkıp çarşıda dolaşıyor, cemaat namazına katılıyordu. Meclisine girdiğinde, Peygamberimiz'in verdiği selamı alıp almadığını inceliyordu kaygıyla. O’na yakın durup kaçamak bakışlarla düşüncelerini anlamaya çalışıyordu. Bazen Peygamberimiz'in bakışlarını üzerinde hissediyor ama kendisi O’na baktığında yüz çevirdiğini görüyordu. Böylece günler akıp giderken metanetini yitirmeye başladı. Bir gün dayanamayıp en yakın akrabası Ebu Katede’yi ziyaret etti ve selam verdi. Ne var ki Ebu Katede onun selamını almadı. Sen benim Allah ve Peygamberini ne kadar sevdiğimi biliyorsun, değil mi, diye sorduğunda da suskun kaldı akrabası. Israr ettiği halde sorusuna karşılık alamayınca, gözyaşları içinde kendini dışarı attı.

Aynı günlerde Şam tarafından gelen kıpti bir tüccar ona Gassan kralından bir davet mektubu getirdi. Bu mektupta kral onu güya gördüğü zulümden kurtulsun diye kendi ülkesine davet ediyordu. Ka’b bu davet mektubunu vermesi gereken bir imtihan olarak gördü ve götürüp tandırda yaktı. Metanetini yitirmeye başlamış olsa bile dualarının karşılıksız kalmayacağına dair bir umudu vardı.

Konuşma yasağının başından beri kırk zor gün geçmişti. Bir gün Peygamberimizin elçisi gelip Ka’b’ı buldu. Elçi Peygamberimizin ondan eşini terk etmesini istediğini bildirdi. Boşama değil uzaklaşmaydı ondan istenen. Mürare b. Rabi el-Amiri ve Hilal b. Ümeyye el-Vakıfi’ye de gönderilmişti aynı talimat. Ka’b eşini Allah’ın bu hususta hükmünü vereceği bir süre tamamlanıncaya kadar ailesinin yanına gönderdi. Hilal b. Ümeyye fakir ve ihtiyar bir adamdı. Karısı Peygamberimiz'in yanına gelip bu durumu anlattı ve yanında kalıp ona hizmet etmek için rızasını talep etti. Peygamberimiz de ona, Hilal’le aralarında yakınlaşma olmaması kaydıyla evinde kalmasına izin verdi. Kadın, Hilal’in perişan durumda olduğunu, dışlanmanın ilk gününden bu yana ağladığını söyledi.

Kimi aile fertleri Ka’b’a, Hilal’in eşinin yaptığı gibi yanında kalabilsin diye eşini Peygamberimize göndermesini tavsiye ettiler. Ka’b genç ve kuvvetli olduğu için böyle bir izni isteme hakkını görmedi kendinde. Bir on gün daha geçti. Peygamberimizin koyduğu konuşma yasağı elli günü doldurmuştu. Ka’b öylesine daralmıştı ki nereye sığacağını bilmiyordu. Bir sabah evinin damında namaz kılmıştı ki Sel Dağı üzerinde birini bağırarak müjde verdiğini duydu. Beklediği af gelmişti. Secdeye kapanıp şükretti. Peygamberimiz sabah namazından sonra cemaate Allah’ın savaştan geride kalanların tövbesini kabul ettiğini açıklamıştı. Şehirde müjdecilerin sesleri yankılanıyordu. Bir atlı ona doğru koşuyor ve Eslem kabilesinden bir kişi de yakınlarda bulunan bir dağın tepesine çıkmış bağırıyordu. Dağdaki müjdecinin sesi atlıdan daha hızlı yetişti. Ka’b müjdesine karşılık elbisesini çıkartıp verdi ona. Bir başka elbisesi de yoktu, ödünç aldığı bir elbiseyi sırtına geçirerek Peygamberimiz'in yanına koştu. Savaştan geri kalan üç kişinin tövbesinin kabul edildiğini bildiren Tövbe Suresi’nin ayetleri bir bayram coşkusu oluşturmuştu şehirde. Peygamberimizin yüzü de tövbe haberiyle aydınlanmış, Ka’b’ın ifadesiyle “ay parçası gibi olmuştu.”

Allah’ın bize şahdamarımızdan daha yakın olduğu bilgisiyle yalan nasıl bir arada olabilir? Ka’b b. Malik’in hikayesinde bana çarpıcı gelen, mazaret uydurmaya gönül indirmeyip zaaflarıyla yüzleşmesi ve böylelikle karşılaşacağı zorlukları göze alması. Samimi bir mahcubiyet öylesine kuşatıcıdır ki yalana yer bırakmaz benliklerde.

Ka’b sevincinden bütün malını mülkünü sadaka vermek istedi, ancak Peygamberimiz bir kısmını elinde tutmasının daha hayırlı olacağını söyleyince, Hayber’de bulunan arazisini kendine ayırıp geriye kalanı dağıttı. Elli gün süren zor bekleyişin düşünceleriyle, geri kalan ömründe hiç yalan söz sarf etmediğini dile getiriyor.

Savaştan geride kalanların içinde münafık olmayanları diğerlerinden farklı kılan, seferden dönen ordu karşısında düştükleri mahcubiyetti. Ka’b, Tevbe Suresi’nin 42. Ayetinin üzerindeki etkisini vurguluyor: “Eğer o sefer, yakın bir ganimet ve kolay bir sefer olsaydı mutlaka peşine düşer gelirlerdi. Fakat o meşakkatli yolculuk kendilerine uzun bir sefer geldi. Bununla beraber, ‘Bizim de gücümüz yetseydi, sizinle beraber elbette sefere çıkardık.’ diyerek Allah'a yemin edecekler, nefislerini helake sürükleyecekler. Allah biliyor ki, onlar iyice yalancıdırlar.” (Elmalılı Meali)

Allah’ın bize şahdamarımızdan daha yakın olduğu bilgisiyle yalan nasıl bir arada olabilir? Ka’b b. Malik’in hikayesinde bana çarpıcı gelen, mazaret uydurmaya gönül indirmeyip zaaflarıyla yüzleşmesi ve böylelikle karşılaşacağı zorlukları göze alması. Samimi bir mahcubiyet öylesine kuşatıcıdır ki yalana yer bırakmaz benliklerde.