Dosyalar
Hz. Peygamber ve Çocuk
 

Hz. Peygamber ve Dünya Zenginlikleri

13 Aralık 2009 Pazar Sonpeygamber.info / Yazarlar


 

Aslına bakılacak olursa onlar da Hz. Muhammed (sav)'in, Allah'ın hak peygamberi olduğunu anlıyor, biliyor ve fakat daha önceki siyasi ve iktisadi hâkimiyetleri zarar görecek korkusuyla, bir de alışmış oldukları gayr-ı ahlâkî davranışları artık sergileyemeyecekleri endişesiyle bu hak davete karşı çıkıyorlardı.

"Ey Rasûlüm Muhammed, de ki: "Size, ‘Allah'ın hazineleri benim yanımdadır' demiyorum. Ben gaybı da bilmem ve size, bir melek olduğumu da söylemiyorum. Ben ancak bana vahyolunana tabi olurum." De ki: "Hiç kör ile gören/basîret sahibi bir kimse bir olur mu? Hiç tefekkür etmiyor musunuz?" (En'âm, 50)

İbn Abbâs'tan rivayete göre Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber'le alay etme ve onu küçümseme/O'nu insanların gözünden düşürme sadedinde: "Ey Muhammed, görüyoruz ki Allah'ın peygamberi olduğunu iddia ediyorsun ama çok fakirsin. O Allah'ına söylesen de sana bir hazine indirse, böylece zengin olsan. Görüyoruz ki açsın, yiyecek bir şey bulmakta zorlanıyorsun, ilâhına dua etsen de sana bir bahçe verse, ondan yiyip içsen." dediler de bu âyet-i kerime nazil oldu (Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, I,362).

Hz. Peygamber (sav)'in getirdiği Hak Din'i kabul etmemekte direnen müşrikler O'na ve getirdiği nizama karşı gelmekle yetinmemişler; insanların O'nu tasdikini engellemek için de ellerinden geleni yapmışlardır. Hem sapmışlar/dalâlette kalmışlar, hem de bu sapıklıklarına ortaklar bulmak için çabalamışlardır. Aslına bakılacak olursa onlar da Hz. Muhammed (sav)'in, Allah'ın hak peygamberi olduğunu anlıyor, biliyor ve fakat daha önceki siyasi ve iktisadi hâkimiyetleri zarar görecek korkusuyla, bir de alışmış oldukları gayr-ı ahlâkî davranışları artık sergileyemeyecekleri endişesiyle bu hak davete karşı çıkıyorlardı.

Bu âyet-i kerimede ifade olunan tavırları da O'nu insanların gözünde küçük düşürmeye ve insanların O'nun etrafından uzaklaşmalarını sağlamaya yönelik bir propagandadan ibaretti. Aslında Hz. Peygamber, ailesinden tevarüs ettiği bir asalet ve zenginliğe sahiptir; yoksul birisi değildir. Abdülmuttalib ailesi, Mekke'nin fakir ailelerinden değildir. Fil vak'asından hatırlanacağı üzere Fil ordusu, Mekkelilerin develerini sürüp götürdüğü zaman onların içinde Abdülmuttalib'in 200 devesi vardı ki o günki ekonomik şartlarda bu, hiç de küçümsenecek bir servet değildir.

 

Peygamberin işi, dünya zenginliği peşinde koşmak değildir. O'nun ümmetinin de düşüncesi, gayreti, çabası dünya zenginliklerini ele geçirmek olamaz.

Hal böyle olduğu halde Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamber'e "Hem gerçek ve yegâne ilâh olduğunu iddia ettiğin bir ilâhın insanlara gönderdiği bir elçi olduğunu, o ilâhı temsil ettiğini söylüyorsun, hem de bizden bir farkın yok. Yemek içmek için sen de bizim gibi çalışmak zorunda kalıyorsun. Bu ne biçim peygamberlik, bu ne biçim ilâh ki peygamberini çalışmak zorunda bırakıyor!" diyorlar.

Onların tasavvurundaki peygamber ile gerçek hayattaki peygamber tabii ki aynı değil. Onlar, bu iddiaları ile Peygamber'e, insanüstü vasıflar yüklüyor; peygamberin, kendileri gibi bir beşer olmasını akıllarına sığdıramıyorlar. Başka bir ifadeyle peygambere bir çeşit ulûhiyyet yüklüyorlar. İlâhla peygamberi birbirine karıştırıyorlar. Bunda, ticaret kervanlarıyla ulaştıkları ve ilişki kurdukları Hristiyanların Hz. İsa'ya ulûhiyyet yüklemiş olmalarının da tesiri olmalıdır.

Burada akla başka bir ihtimal daha geliyor: Belki de Mekkeli müşriklerin, peygamberlik müessesesi hakkında çevrelerindeki Yahudilerden öğrendikleri bir takım bilgileri var; meselâ Hz. Davud'un, Hz. Süleyman'ın zenginliği ve hükümranlığını duymuşlar ve Hz. Peygamber (sav)'in de onlar gibi hazinelere sahip olmasını öngörebiliyorlar.

Her iki halde de Mekkeli müşriklerin, Hz. Peygamber'le istihfafları, alayları ve peygamberlik müessesesi hakkında gerçek ve doğru bilgiden uzak oldukları açıktır.

Buna karşı Allah Tealâ, Hz. Peygamber'e, onlara peygamberlik hakkında doğru bilgileri öğretmesini emrediyor: "Ey Rasûlüm, o cahil müşriklere söyle ve öğret: Sen elbette Allah'ın peygamberisin. Allah'ın, insanlara gönderdiği elçi, söylediklerini yaşayabilmesi ve getirdiği sistemi bir insan olarak uygulayabilmesi için herşeyden önce muhatabları gibi bir insan, bir beşer olması lâzımdır. Onda, Allah'ın vahyine mazhar olması dışında bir insanüstülük yoktur. İnsanların bilmedikleri şeyleri söylemesi de işte bu vahiy sayesindedir. Kendisine vahyolunan bilgiler dışında siz insanlar neleri biliyorsanız peygamber de sadece onları bilir. Sade bir insan, aklı ile nasıl hükmederse peygamber de vahiy olmadığı yer ve zamanlarda aklı ile hükmeder ve o aklı ile kazandığı bilgilere göre davranır. Allah Teala, mal ve mülkünde tasarrufu kendisi dışında hiç kimseye vermiş değildir. Hattâ peygamberler elinde meydana gelen mucizeler dahi peygamberlerin işi değil. Allah dilemez ve yaratmazsa peygamber, mucize bile gösteremez. O halde gerçek tevhide ulaşmak isterseniz bütün varlık âleminin sadece ve yegâne Allah'a ait olduğunu ikrar ve kabul etmeniz gerekir."

Bu âyet-i kerimedeki "Size, ‘Allah'ın hazineleri benim yanımdadır' demiyorum." ifadesi Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamber'den, Allah'tan kendisi için bir zenginlik istemesi teklifleri yanında Efendimiz'den "Safa tepesini kendileri için altına çevirmesini istemeleri"ne de bir cevaptır.

Bir de O peygambere eğer iman edilecekse dünyevi menfaatler düşünülerek, dünyalık elde etmek için olmamalıdır. Peygamber, Allah'ın hazinelerinin dağıtıcısı olmadığına göre O'nun getirdiğine imanın gayesi, geçici olan dünyalığı elde etmek gibi değersiz bir şey olmamalı; iman eden, imanı ile her iki dünya mutluluğunu hedefleyerek en yüce olana gözünü dikmeli.

Peygamberin işi, dünya zenginliği peşinde koşmak değildir. O'nun ümmetinin de düşüncesi, gayreti, çabası dünya zenginliklerini ele geçirmek olamaz. Onlar, dünyayı imar ve insanlığın kalplerini imana açma/fethi gerçekleştirme yolunda ihlâsla çabaladıklarında dünya zenginlikleri kendiliğinden onların ayaklarına gelir. Peygamber, dünya zenginliklerinin kulu kölesi olmaz, ümmeti de. Tabiidir ki bunu, Hz. Peygamber ve O'na inanan Müslümanlar dünya zenginliklerini elinin tersiyle iter, kabul etmez şeklinde anlamamak gerek. Elbette dünya nimetleri, dünya zenginlikleri kafirlerden önce mü'minlerin hakkıdır. "De ki Allah'ın, kulları için çıkardığı/yarattığı zineti ve tertemiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar dünya hayatında mü'minler içindir. Ahrette ise sadece onlara mahsustur..." (A'raf, 32) ayet-i kerimesi önlerinde dururken gerek Hz. Peygamber'in, gerekse O'nun getirdiği Hak dinin mü'minlerinin dünya nimetleri ve zenginliklerini istememezlik gibi bir durumları olmaz. Ama kafirlerden önemli bir farkları var: Onlar, dünya malının ve zenginliğinin kölesi olmazlar, kalpden onlara bağlanmazlar; bunların gerçek sahibinin Allah olduğu, kendilerinin ise bir emanetçi olduğu şuuruyla dünya malında tasarrufta bulunurlar. İşte bu manada dünya malı, mülkü, zenginliği O Peygamber'in kalbinde yer tutmamış; vazifesini yerine getirmeye ve kulluğuna engel olmamıştır. Dünya malına değer vermemede Hz. Peygamber, ümmetinin nümune-i imtisalidir. O, dünya hazineleri eline geçtiğinde, onların bir gece dahi elinde ve evinde kalmasına razı olmaz ve onu hemen o gün ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Zaman zaman eşlerinden gelen dünyalık talepleri Efendimiz (sav)'i o kadar rahatsız etmişti ki sonunda "Ey Peygamber, eşlerine söyle: "Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyor idiyseniz gelin onlarla sizi faydalandırayım ve sizi güzel bir şekilde serbest bırakayım/boşayayım. Ama eğer Allah'ı, Rasulünü ve ahret yurdunu istiyor idiyseniz bilin ki Allah, sizlerden ihsan sahibi olanlar için çok büyük mükafatlar hazırlamıştır." (Ahzab, 28-29) ayetleri nazil oldu. Dolayısıyla Hz. Peygamber nasıl dünya hayatına değer vermemişse, O'nun eşleri de, ümmeti de dünya malına, zenginliğine hak ettiğinden fazla bir değer atfetmez.

İşte bu ayet-i kerimede Hz. Peygamber'in dünya zenginliklerine sahip olmasını düşünen müşriklerin bu yanlış inancı düzeltiliyor ve peygamberlik müessesesinin ne olduğu müşriklere ve onlar gibi düşünenlere bildiriliyor: "Peygamber de sizin gibi bir insandır, melek değildir, gerçek sahibinin Allah olduğu hazineler O'nun değildir ki dilediğine dilediği gibi dağıtsın. Allah'ın kendisine vahiyle bildirdikleri dışında o, gaybın bilgisine de sahip değildir. Menfaatin, mazarratın, zenginliğin, fakirliğin nerede olduğu bilgisine de ancak sizin kadar sahiptir. Bunun yanında bir de dünya malı onun kalbinde yer etmez. O'nun tek düşüncesi Hakk'ı tebliğ etmek, insanlara ulaştırmak, insanları cehaletten kurtarmak ve onları ilimle zenginleştirmektir. O, malı, mülkü, zenginliği gerçek sahibine nisbet eder ki Allah Teala'dır. İnsanları, hazinelerinden bol bol vermek suretiyle zengin kılan da, bir sebebe ve hikmete bağlı olarak vermemek suretiyle fakir kılan da Allah'dır. Peygamber'in bunda bir dahli yoktur. Sizin Allah'a dua ederek isteklerinizi O'ndan istediğiniz gibi peygamber de ihtiyaçlarını, isteklerini duasıyla Rabbı olan Allah'a iletir, sadece ve sadece O'ndan ister. Allah Teala da dilerse verir, dilerse mahrum bırakır."

Peygamberliğin ne olduğu, ne olmadığı bilgisinden sonra Allah Teala, aslında burada verilen bilgilerin akl-ı selim sahipleri tarafından bedihi/açık olarak bilinen hakikatler olduğunu, ancak kafirlerin ve müşriklerin bunları, sırf bir inatla kabule yanaşmadıklarını bir temsil ile haber veriyor: De ki: "Hiç kör ile gören/basîret sahibi bir kimse bir olur mu? Hiç tefekkür etmiyor musunuz?" Müşrikler eğer hastalıklı değil de sağlıklı bir kalbe, hak ile inatlaşmayan bir akla sahip olsalardı bu hakikatleri de inkar etmez; bunlar içinde özellikle gönderdiğimiz hakk peygamber ile inatlaşmaz, hemen O'nun getirdiği hakka tabi olur ve peygamberlerinden olur olmaz isteklerde bulunmazlardı.

Buradaki "kör" herhalde müşrikler ile onların zihniyetinde olanlarla genel olarak iman nurundan mahrum olanlar; "basiret sahibi" de Hz. Peygamber ile O'na tabi olup imanın nuru ile aydınlanmış olanlardır ki hadiselere imanın nuru ile baktıkları için basiret sahibidirler.

Hadiselere bakma, onları değerlendirme, lehine ya da aleyhine olduğunu idrak etmede imanın tesiri ve farkı çok açıktır. Beden ve beş duyu hakkında mü'min ile müşrik arasında bir fark yoktur. Her iki taifenin de başlarında iki gözü vardır. Ama hadiselere bakışları, değerlendirmeleri çoğu kere taban tabana zıttır. İşte bu zıtlık, birinin iman nuruna sahip olması ve iman nuru ile bakmasından, diğerinin de küfür ve şirk körlüğünün duyularını dumura uğratmasından ve onu bakar-kör haline getirmesindendir. Bunun içindir ki biz "Bakmak başka, görmek başka" diyoruz. Bir de "Her kime Allah bir nur vermemişse elbette onun için hiçbir nur/aydınlık yoktur." (Nur, 40).

Bir de O peygambere eğer iman edilecekse dünyevi menfaatler düşünülerek, dünyalık elde etmek için olmamalıdır. Peygamber, Allah'ın hazinelerinin dağıtıcısı olmadığına göre O'nun getirdiğine imanın gayesi, geçici olan dünyalığı elde etmek gibi değersiz bir şey olmamalı; iman eden, imanı ile her iki dünya mutluluğunu hedefleyerek en yüce olana gözünü dikmeli. Aklı olan geçici, fani ve az olana razı olur mu?

Yine de en doğrusunu Allah bilir vesselam.